
Zihniyet Savaşımı Moral Değerlerle Birlikte Olmalıdır
Günümüzün aşırı ekonomik ve siyasal hesaplı yaklaşımları etik, ahlâk kaygılarını tamamen göz ardı edebilecek bir noktaya kadar taşırmaktadır. Bilim ve tekniğin etik ve ahlâktan çok önde gitmesi, aslında en tehlikeli gelişmelerin zihniyet yapısını yaratmaktadır. Ahlaki kaygı taşımayan bilim, siyaset ve ekonomiyle ilkesiz ittifak edince; birinci ve ikinci dünya savaşları, çok sayıda anlamsız bölge savaşı, atom bombasını kullanma, nükleer dehşet dengesine yol açma, çevreyi yaşanmaz duruma getirme, tehlikeli nüfus artışları gibi her birisi tek başına insanlığı uçuruma götürebilecek sonuçlara yol açabilmiştir. Daha nerede durulacağı da kestirilememektedir. Şüphesiz mitolojik ve dinsel temelli ahlâkın yol açtığı vahim durumlar da bilinmektedir. Ahlâkın kendi başına bir güç teşkil etmediği, genel toplum davranışı olarak rol oynadığı açıktır. Ama yine de boş bırakılması, bilim çağının en büyük eksikliğidir. Kesinlikle bilim etiğine ihtiyaç vardır. Bilimin etikten yoksun gelişmesi, çağdaş hastalıkların temelidir. Dinin zayıflaması bu süreci daha da tehlikeli kılmıştır. Bilimin özenle kendi ahlâkını, hatta en yüce otorite olarak devletlerin bile üstünde bir güç ve konum ifade eden bilim ahlâkı örgütünü kurup işletmesi gerekir. Sivil toplum gerçeği bu noksanlığın itirafı olup son derece yetersizdir. Sivil toplumun daha da geliştirilmesi zorunlu olmakla birlikte, bilim ahlâkının oluşturulması ve uygulama gücü olan bir otoriteye kavuşturulması, çağımızdaki BM’den de önemli bir kurumu olarak değerlendirilmelidir. Gerçek insanlık ve enternasyonalizm böylesi kurumların gücüyle anlam bulur. Devletlerin ve dayandıkları tüm kurumların amansız ekonomik ve siyasal çıkarlarının mevcut halleriyle insanlığı daha da uçuruma taşımaları kaçınılmazdır.
Depremde de görüldüğü gibi, toptan bilime inkarcı yaklaşılmış. Bu sonuç vahşi ve acı ölümü getirdi. Temel insanlık değerleri için bundan bazı sonuçlar çıkarılması gerekir. Bilime yabancı kurumlar ve insanlar yozlaşmış. Bir insanın ahlakı ve vicdanı varsa, bunun için yardıma koşar. Politik çıkarlar için değil. Güneydoğu depremi için de geçerli. Eğer halen beyinler çalışmazsa, yürekler yanmazsa olmaz. Lanetli komplo da bizi etkisine aldı. Bizim trajedimizin nedenidir. Sahte dostlar ve yetersiz yoldaşlar bizim trajedimizin temel nedenidir.
Sosyal bilim olarak felsefe tıpkı doğuş sürecindeki gibi bir rolü günümüzde de oynamak durumundadır. İktidarlaşmış bilime karşı felsefeye dönüş özgür toplumun çıkış ilkesidir. Felsefeye dayanmayan bir demokrasinin kolayca yozlaşacağı ve demagogların elinde halkları yönetmenin en soysuz bir aracı olacağı tarihte ve günümüzde sayısız örnekleriyle kendini göstermiştir. Bunu önlemenin yolu bir yanı etik, bir yanı bilim olan ve ayrılmaz bir bütün olan gelenekle politik mücadeleyi yürütmektir. Sistemin krizinden bu sorumlulukla daha özgür ve eşitliğe dayalı bir yaşam yürüyüşünü, onun dünyasını yaratabiliriz.
Açık ki başarılı bir zihniyet aydınlanması tarihin özlü genel kavrayışı kadar, çağdaş bilim ve felsefenin ufkunu yakalamayı da önkoşul sayar. Batı bilim ve felsefesini özümsemeden, tarihle buluşturup sentez oluşturma imkânı yoktur. Bu iş öyle İslamcılıkla, Budacılıkla yürüyecek bir iş değildir. Savunmamda taslak niteliğinde de olsa Batı zihniyeti ile körce olmayan bir çatışma vardır. Çok özlü ve dürüst ulaşmaya çalışıyorum. Benim için Batı zihniyeti ile tatmin olmak mümkün görünmemektedir. Çok büyük moral zaafları var. Ama olağanüstü bilimsel bilgi derinliği var. En kıskandığım taraf bunu başarma yetenekleridir. Bu yüzden saygı duyuyorum. Bununla birlikte çok büyük bir hastalığın veya noksanlığın bu alandan kaynaklandığına eminim. Moral, etik olarak çağdaş bir rahip olmaktan öte bir değerleri olmadığı kanısındayım. Bu zaaflarını giderebileceklerini sanmıyorum. Doğayı ve toplumu adeta yercesine bu kadar amansız yaklaşmak ürküntü veriyor. Bilmek kadar bir etik değeri de yaratmalıydılar. Sistemi etiksiz bırakmak nasıl vicdanlarına, aydın zihinlerine sığdı? Kim, ne onları etkisiz kıldı? Belki de çoktan iktidar onları satın almıştır. Bilim sınıfı, işçilerden daha kötü patronajdır, bağımlıdır. Umutsuzluğumun nedeni budur. Halbuki Rönesans’ta ne yaman direnişçiydiler. Giordano Bruno’yu ne kadar güncelleştirebiliriz? Yine Sokrates’i seslendirebilir miyiz? Hiç kimse bu büyük zihniyetlerin yitik olduğunu iddia edemez. Etmemesi ve yaşatılması gerekir. Mevlana, Hallacı Mansur, Mani, Sühreverdi gibilerinin de canlandırılması gerekir. Peygambercenin ruhunu, özünü de çağdaşlaştırmak gerekir. Onların bir anlamda ölmediklerini bilerek ve gerçek temsillerini yaparak yaşamak gerekir. Bu halkalar gerekli güncel zihniyete bizi yakınlaştırabilir. Çağımızın soy değerlerini ayırt edebilirim. Fakat kötü yenilenleri canlandırmak pek yaratıcı etki bırakmayacaktır.
Kutsal Kitapların üçünde de yer alan olayların (başta Âdem-Havva öyküsü olmak üzere) büyük kısmı Sümer ve Mısır mitolojisinde de geçmektedir. Fark, başta tanrıya ilişkin olmak üzere, dönemlerin geçirdiği dönüşümlerle bağlantılıdır. Mühim olan, ahlakı ve politik toplumun kendisini güçlü yerel ideolojik ve dinsel ifadelerle dayatmış olmasıdır. Din büyük oranda ahlaki direniştir. Özellikle Zerdüşt geleneği daha köklü bir dönüşümü ifade eder. İbrahimî dinleri en çok etkileyen bir kaynak olan Zerdüşti gelenek, Zagros dağ kökenli ziraat ve hayvancılık toplumunun yarı-felsefe yarı-din ağırlıklı ahlaki ve politik öğretisidir. Semitik kökenli tanrıyı meşhur “Söyle, sen kimsin?” biçimindeki nidasıyla sorgulaması köklü kopuşu yansıtmaktadır. İlk defa ‘kutsallığın’ yerine ‘iyi’ ve ‘kötü’, ‘aydınlık’ ve ‘karanlık’ kavramlarını yerleştirerek, daha sonra Greklerin oldukça geliştirecekleri etik (ahlâk bilimi) ve felsefi akımların önünü açacaktır. Greklerin özellikle Medler kanalıyla tanıştıkları Zerdüşt geleneğine çok şey borçlu olduklarını Heredot Tarihi’nin büyük kısmını oluşturan Medlere ilişkin anlatımlardan da çıkarsamak mümkündür. Zerdüşt geleneğinin halen dağ kabilelerindeki ve sömürgeleştirilmemiş geniş Aryenik tarım toplumundaki güçlü ahlaki ve politik toplum gerçeğini yansıttığı söylenebilir. Köleliğin fazla gelişmediği, özgür toplum yaşamının güçlü olduğu bir toplumun ahlaki ve politik gerçekliğini ifade etmesi anlaşılır bir husustur.
İlkçağın son dönemini yaşayan Grek-Roma uygarlığı her üç geleneği de birlikte yaşamıştır. Her iki yarımadada geleneksel tanrı-krallar dönemi ilk aşamayı teşkil etmiştir. Grek-Roma mitolojisi Sümer ve Mısır orijinlerinin sonuncu türevidir. Etrüsk ve Isparta Krallıkları döneminde mitolojik gelenek (Olympos’taki Zeus, Roma’daki Jüpiter) son büyük çağını yaşamıştır. Roma Cumhuriyeti (M.Ö. 508-44) ve Atina Demokrasisi (M.Ö. 500-300) döneminde mitolojik anlatım giderek sönerken felsefi gelenek öne çıkmaktadır. Sokrates ve Cicero bu dönemin ünlü filozofu ve hatibidir. Eski özgür geleneklerini kolay terk etmek istemeyen Atina ve Roma vatandaşları, halen ahlaki ve politik toplum geleneğine oldukça bağlıdırlar. Krallık ve imparatorluk sistemiyle yoğun mücadele etmişlerdir. Atina’nın Isparta, Romalı aristokrasinin önde gelenlerinin de Sezar’la giriştikleri mücadele bu gerçeği yansıtır. Sokrates ve Cicero ahlâk ve felsefe filozoflarıdır. Etik ve demokratik siyasetin temellerine ilişkin ilk öğretilerde önemli isimlerdir. Tüm topluma yansıtmasalar da, Atina ve Roma’nın güçlerini halen güçlü damarlara sahip olan ahlaki ve politik toplum geleneğinden aldıkları tartışmasızdır. Sınırlı kölelik kurumu hem kentteki hem de kırsal alandaki güçlü özgür vatandaş kitlesiyle karşılaştırılamaz. Dolayısıyla cumhuriyet ve demokrasiye ilişkin öğretilerin geliştirilmesindeki rolleri önemlidir. Roma Cumhuriyeti ve Atina Demokrasisinin Augustus ve İskender’in imparatorluk deneyimlerine yenik düşmeleri önemli bir gerilemeyi ifade eder. Unutmamak gerekir ki, klasik Roma ve Atina döneminden kalma olumlu değerlerin büyük kısmı Cumhuriyet ve Demokrasinin ürünüdür. İlk defa yazılı tarihte karşımıza çıkıyor ki, ahlâki ve politik toplumlar, tümüyle olmasa da, cumhuriyet ve demokrasiyle kendilerini daha iyi ifade etmektedirler. Kendilerini tam ifade edebilmeleri için temsili demokrasiyi aşan doğrudan, katılımcı demokrasiyi yaşamaları gerekir.
Gerek Ortadoğu’nun bugünkü kördüğüm olmuş sorunlara boğulan halinin, gerekse 12. yüzyıldan itibaren başlayan sürekli düşüşünün İslâm adı altındaki ihanetle yakından bağlantılı olduğuna inanıyorum. Altın değerinde olan bir hareketten de çıkış yapsa, ihanet ancak en kötüsünü yapabilir. İslâmiyet’te olup biten de aslında bu kuralın doğrulanmasıdır. Şu hususu önemli buluyor ve inanıyorum: Eğer Muhammedîler en az Museviler ve İsevilerin yaptıkları kadar gerçek bir teolojik, etik, felsefi, sanatsal ve politik tartışma geliştirmiş ve sonuçlarını ahlaki ve politik topluma taşırmış olsalardı, klasik uygarlığın hegemonik merkezi Batı’ya kaymazdı. Daha da önemlisi, klasik uygarlık yerine demokratik uygarlık başat bir konumu yaşayabilirdi.
Sosyal ve kültürel ilişkilerde değil yasaklamak, günümüzde tahayyül bile edilemeyecek serbest bir ortam geçerlidir. Zaten etnisitelerin zoraki eritilmeleri kapitalist biyo-iktidar politikalarının bir sonucudur. Beğenmediğimiz feodal rejimlerde kültürel asimilasyon etik olarak düşünülemez. İnsanlık anlayışında böylesi bir uygulama yoktur. Tüm ortaçağ siyasi organizasyonlarında bu böyledir. Halkların dil ve kültürlerini eritme ve imha etme kapitalist sistemin gayri ahlaki bir uygulamasıdır. Kapitalizmin etikten yoksunluğu buna yol açmaktadır. Türklerin kapitalist olmadan önce hiçbir halkın dil, din ve kültürel yaşamlarına dokunmamaları bu gerçeklikle bağlantılıdır. Ne zaman ki kapitalizmin milliyetçi ideolojisine kapılındı, o zaman sinsi zoraki eritme politikaları başladı. Zaten doğal asimilasyon tarihte her zaman kültürlerin karşılıklı sentezi ile birlikte zenginleşmeye yol açmıştır. Bu açıdan, yani din, dil ve kültür varlıklarına saygı açısından, Osmanlı İmparatorluğu günümüzün tüm Arap, Fars ve Türk milliyetçi devlet uygulamalarından daha ileri, özgür ve insani boyutlu bir rejimi ifade eder. Kapitalizmi her bakımdan Ortaçağdan üstün ve özgürleştirici sanmak büyük bir çarpıtma ve hatadır. Bu yönüyle kapitalizm modern barbarizmi ifade eder.
Bağlantılı olarak kapitalizmin sistematik olarak yıktığı ahlaki örgü esas alınmadan, hiçbir çelişkinin teknik olarak çözüm şansı olamaz. Toplumsal ahlak olmadan hiçbir toplumu yalnızca hukuk, siyaset, sanat ve ekonomik yöntemlerle yönetme veya değiştirme olanağı yoktur. Ahlakı, toplumun kendiliğinden varoluş biçimi olarak algılamak gerekir. Dar geleneksel ahlaktan bahsetmiyorum; toplumun kendini yürütüş vicdanı, yüreği olarak tanımlıyorum. Vicdanını yitirmiş toplum bitmiş toplumdur. Kapitalizmin ahlakı en derinden tahrip eden sistem olması anlamlıdır. Sonul sistem olması onun toplumsal vicdanı tahrip etmesini anlaşılır kılar. Sömürü ve baskı sisteminin potansiyelini tüketmesinin somut ifadesi, ahlakın sistemlice tahribi anlamına gelir. O halde kapitalizmle mücadele zorunlu olarak etik (bilinçli ahlak) çaba gerektirir. Bunsuz mücadele başından kaybedilmiş mücadeledir. Marksizm’de kişilik bir bütün olarak kapitalist yaşam değerleri içinde yaşar. Kentlilik ağır basar. Kentin egemen özeti bir yaşam tarzı bin bir bağla kapitalist sisteme bağlar. Marks’ın kendisinin bile binlerce bağla sistem içi olduğunu iyi bilmek gerekir. Hıristiyanlıkta, Müslümanlıkta sistemden koparak onlarca yıl inzivaya, manastıra, dergâha çekilen onca insan bile ancak sınırlı bir etkiye yol açmıştır. Marksist mücadelecilerin çoğu bu yönlü bir ahlaki oluşumun bile farkında değiller. Kapitalizmin şu veya bu versiyonuyla yaşayıp teorik-pratik savaşla sonuç alacağını sanırlar.
Zihniyet savaşımı moral değerlerle birlikte olmalıdır. Moral, ahlak zihniyetle birlikte kazanılmadıkça, sonuç alma kuşkulu ve geçici olur. Sistemin muazzam ahlaksızlaştırıcı gerçeği göz önüne alınarak topluma gerekli ve yeterli etik ve ahlaki davranışlar, kişilikler ve kurumlar da temsilini bulmalıdır. Kaosla etik ve ahlaktan yoksun bir karşılaşma, birey ve toplumun yutulmasıyla sonuçlanabilir. Ahlak toplumsal geleneği asla göz ardı etmeden, onunla uyumlu yeni toplum etiğini eklemelidir. Kaos sürecinde hakim sistem tarafından artık demagojik bir araç durumuna sokulan siyaset kurum ve araçlarına karşı, toplumun yeniden yapılanması için gerekli politikalar ve araçlarına özel bir önem vermek gerekir. Demokratik ve ekolojik toplumun gerçekleştirilmesinde rol oynayabilecek politik kurumlar olarak partiler, seçimler, meclisler, yerel yönetimler sorunu içerik ve biçimde araçsal çözümünü bulmalıdır. Politik örgütlenme ve eylemliliğin demokratik, komünal ve çevresel toplumla bağı yetkin ve yeterli olmalıdır. Kaos sürecine karşı bu genel yaklaşımları somutlaştırma gereği vardır. Sistemin ve halkın kaostan çıkışları almaşık (saçaklar) hallerde olabilir. Ufak müdahaleler önemli sonuçlara götürebilir. Kaostan çıkış süreci uzun veya kısa (10’lardan az, 50’lerden çok olmaması gerekir) olabilir.
Benim durumum daha çok “Kaçmanın ecele faydası yoktur” deyişinde anlamını bulabilir. ‘Kapitalist modernite’den kaçıyordum. Ama bu kaçış onun elinden kurtulmama yetmiyordu. Dolayısıyla elinde ölmektense alternatifini denemeyi çok daha gerçekçi ve cesurca buldum. Böylelikle ne Nietzsche gibi doğruyu söylemekle yetindim, ne Michel Foucault gibi insanlık olarak ölümümü ilan etmeye razı oldum; ne Adorno gibi kaderci, küskün biri olarak “Başa gelen çekilir” dedim, ne de Andre Gunder Frank gibi ‘farklılık içinde birlik’ arama sloganına sığınmayı yeterli buldum. Hatta I. Wallerstein’ın tersine entelektüel, ahlaki (etik) ve politik görevlerin önemini belirlemenin yeterli olduğuna da inanmadım. Şüphesiz bu düşün ve erdem insanları denememe önemli katkılarda bulunmuşlar ve cesaret vermişlerdir. Fakat belirleyici olan “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözünün benim için söz konusu edilemeyeceğidir. Çünkü bu söze göre bir yaşamım hiç olmadı. Çok koştum, ama kapitalist modern hayatı yakalamaya ne gücüm ne de inancım yetti. Daha yakıcı olanı ise, bende başkaldıran insanın “Bizi satma, ne ararsan kendinde bul” demesiydi. Başkaldırılarımı yazıyorum.
Önder Apo
“Önder Apo’nun Savunmalardan Derleme”