Tarihi Anlamak 2

0Shares

İlmek ilmek örmek demiştik tarih için kadının güzel kokulu saçları misali. Gelin hep birlikte kadınların örgülerini açalım ve kadın kültürünün yazılmayan tarihini anlamaya çalışalım. 104 me değil yüz binlerce me’ye rastlayacağız bu yolculuğumuzda. Bir değil yüzbinlerce yalan dolan yüzümüze çarpacak ardın sıra… Milyonlarca ses duyacağız kulağımızı tırmalayan. Uyutmayan, acıtan, ağlayan, ağlatan… biz açtıkça kulağımızı tarihin derinliklerinden gelen o sesleri daha net duyacağız. Çığlık çığlığa “YA-STAR” diyor kadınlar yaşadıkları karşısında. Tabi ki YA-STAR’ın bir anlamı var, veya binlerce anlamı. İsyanın ve de yardımın, gücün ve de sığınmanın adıdır YA-STAR. Ana tanrıçaya sesleniyordu kadınlar bazen suskunluğuyla bazen çığlığıyla, bazen gözyaşlarıyla bazen de gözyaşlarının aktığı gözleriyle. Bazen sesinde öfke, bazen hesap sorarcasına, bazen ezikçe bazen de güvenle, bazen korkarak bazen de örgütlenerek çağırıyordu. Ama hep YA-STAR’ı çağırıyordu. Görüyor musun halimizi? Ne hale koydular beni, bizi? Bir şey yapmayacak mıyız diyordu haykırışlarıyla. “YA-STARrrrrrrrrrrrrrrrrr”

Tanrılar pentagonuna değil, Ana tanrıçanın meclisine gidelim ve açalım örgülerini yavaş yavaş, canlarını acıtmadan. Ninhursagtan başlayalım Mezopotamya ana tanrıçasının güzelliğini, tarımcılığını, huzurunu, paylaşımını ve dayanışmanın sembolünü. Elbisesinin (Kırasının) eteklerinden tutalım yaramaz çocuklar misali, izindeyiz diyelim. İnanna, Kibele, Afrodit, İştar, Semiramis, Cadı kadınlar, Rindexan, Kolombiya da gunes, Roza, Clara, Rawa, Zarife, Leyla Qasım, Şirin Elemhuli, Zilan, Beritan, Arin Mirxan, Nagihan, Jina, Sêve  ve Sara’yız diyelim ardılları olan…

Bu tarihi çarpıtmaları, tarihi çarpıtanların kendi söylemleriyle deşifre edelim. Tarih, tarihçiler tarafından belli dönemlere ayrılıyor. İşte İlk çağ, Orta çağ ve Yeni çağ olarak sıralanıyor. Klasik tarihçiler İlk çağı vahşi, Orta çağı karanlık, Yeni çağı ise aydınlık olarak tanımlıyor. Güya biz vahşi ve karanlık çağlarını atlatmışız, modern ve apaydınlık bir çağı yaşıyormuşuz. Peki günümüzde  toplumun neredeyse  yüzde sekseni niye gözlük kullanıyor sorusuna cevap, aydınlık çağın aydınlığı olsa gerek… Neyse kör olmadan konumuza dönelim. Tüm çağların bir karakteri var tabi. Bu karakteri oluşturan bilimsel, felsefik, dinsel ve toplumsal özellikleri olur. İlk çağdan­ ‘vahşi çağ’ başlayalım. İlk insanlar Afrika rif hattından başlayan büyük yürüyüşlerinde daha uygun yaşam koşullarını bulmak adına binlerce yıl yürümüş ve vardıkları Mezopotamya olmuştu. Dicle ve Fırat kavisindeki verimli topraklara yerleşmişlerdir. Bu coğrafya onlara hayat kaynağı ve oksijen deposu olmuş. Yürüyüş boyunca edinilen tecrübe ve bu coğrafyanın verimliliği, bizim hayatta kalmamızı sağlamış. İnsanlık burada yeşerdi demek yanlış olmasa gerek. Elimizde bunu doğrulayan yüzlerce tarihi araştırma var. Şimdi bu insanlar nasıl bir yaşam tarzına sahipti ona bakalım. Neydi neolitik çağ ve nasıl ulaşılmıştı bu çağa? Mezopotamya yeni doğmuş bir bebek gibiydi. Yaşayabilmesi için gereken hiçbir bilgiye sahip değildi. Yaşamak ve yaşamını sürdürebilmek için araması, bulması, gözlemlemesi, deneylemesi ve çıkan sonuçlara göre bilimsel bir depolama yapması gerekiyordu ki kendisine yararlı ve gelecek kuşaklara ise deneyimlerini aktarabilsin. Öylede  yaptılar. Büyük emek ve bedel sonucunda ürünlerini toplamaya başladılar. İlk ziraatcı, ilk tiyatrocu, ilk resam, ilk tasarımcı, ilk mimar, ilk zanaatkar, ilk doktor, ilk eczacı, ilk öğretmen, ilk denizci, ilk astronok, ilk kilimci ve ilk yöneticiyi onlar keşfettiler. İlk köy devrimini, ilk tarım devrimini, ilk sanayi devrimini, ilk savunma devrimini yine ilk toplumsal ve zihniyet devrimini onlar gerçekleştirdiler o emekdar elleriyle. Ve daha sayılamayacak  kadar bir çok ilki onlar o bebek saflığıyla keşfettiler. Tüm bu gelişmeler ana kadın öncülüğünde gelişti ve bir kültüre dönüştü. Kadın öncülüğü, hassasiyeti ve duyarlılığı, o günkü insanlar tarafından resim ve heykellere resim edildi ve bize bırakıldı. Unutmayalım veya inkar etmeyelim diye. Haşa biz hiç öyle bir şey yapar mıyız? Kadını  köle eder, zayıf ve eksik olarak görür müyüz? Onu mülk eder ve her türlü şiddeti ona uygular mıyız? Neyse! Toplum, hep birlikte ama kadın  öncülüğünde gerçekleşen keşifleri elleriyle yoğurdu, vahşi değil, demokratik, ekolojik, özgür ve  komünal bir yaşam ve sistem ortaya çıkarttı. Kadın öncülüğünde yürüyen, bütün evreni  canlı ele alan, bir inanç ve anlayış ile felsefik bir yaklaşımla biçim verdi. Ne güzel demişler “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için.”  Bizim bugün bile yapamadığımızı, onlar ta o çağda yaptılar. Kişisel başarılar değil, toplumsal değerler yarattılar. Benlik egosundan uzak, kollektif fikir ve emekle hareket ettiler. Ve hep birlikte mutlu olup şölenlerde dans ettiler. Doğal gelişmelerin hiç birinden rahatsız olmadılar. Doğuma sevindikleri gibi, ölüme de öyle yaklaştılar. Baharı şölenle karşıladıkları gibi, kışa da aynı şekilde yaklaştılar. Her şeye büyük bir anlam biçtiler ve mutlu oldular. Tabi mutlu olmayan, bundan rahatsız olan ve öfke duyanlarda vardı. Evet bu büyük öfke ve ego kendini örgütledi, bu güzel yaşama saldırdı en baştada kadına. Binlerce yıl süren komünal yaşama, şaman örgütü taş koydu. Egemen, sömürgeci ve erkek bir sistem inşa etti. Biz kadınları ve yaratmış olduğumuz toplumumuzu da en katmerli kölesi yaptı.  Elbette kadın bu örgütleme ve anlayış karşısında büyük direnişler sergiledi. İnanna-Enki, Tiamat-Marduk, Havva-Adem-Lillit üçlemesi, Metris vb mitolojileri bu direnişlerin en belirginleridir. İnanna pes etmeden defalarca Enkiye kafa tuttu, Taimat parçalanmayı, Lillit lanetlenmeyi ve Metris yılan gibi anılmayı kabul etti.  Sırf toplumsal yaşam ve değerleri koruma adına bunları yaptılar. Ne yazık ki,  güçleri erkek aklının kurnazlıklarına yetemedi ve yarattığı değerlerde gerileme baş gösterdi. Adaletsizlik, eşitsizlik, egemenlik, erkeklik, yalan, hile, köle, mülkiyet, savaş ve ölüm gibi sıralanabilecek bir sürü kavram hayatımıza girdi. O gün bu gündür, felaket üstüne felaket yaşıyoruz. Şaman aklının keşfettikleri sayesinde, ölümlerden ölüm beğeniyoruz. Gerçi onu da yapamıyoruz ya. Nasıl ve hangi yaşta öleceğimize de onlar karar veriyor. (güç olma adına savaşlar, açlıktan ölme ve aç kalmamak için öldürme, biyolojik hastalıklar, kadın cinayetleri, ekolojik yıkım vb). Çarpıcıdır değil mi? Erkek kültürünün keşfettiği kavramlar ile kadın kültürünün keşfettikleri birbirine ne kadar ters. Keşfedilen her şey yararlı dağılmış. Biri yaşama kaynaklık ederken diğeri ölüm ve yıkıma neden olabiliyor.

Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım ve  mantıklı bir biçimde bu sorulara cevap verelim. Gerçekten bu insanlar vahşi miydi ? Diğer taraftan hayati  gelişmelerin yaşandığı Ortadoğu, özelde Dicle-Fırat havzasında yaşayan halklar iddia edildiği gibi gerçekten geri mi?  Geçmişimiz ve hayat kaynağımız olan Mezopotamya coğrafyasında yaşayan halkların her an ölümle karşı karşıya bırakılmayı hak ediyorlar mı? Ve kadınlar köy kuran, toprağı işleyen, buğday eken, hayvanları evcilleştiren, aylık kanama döngüsünden takvimi oluşturan, gökyüzünü takip ederek mevsimleri bulan kadınlar,  gerçekten kaburga kemiğinden yaratıldığı söylemini ve bu aklın reva gördüğü yaşamı hak ediyorlar mı? Ve en önemlisi siz hala buna inanıyor musunuz? Bu ve benzeri bir çok soru sıralanabilinir. Bu sorulara akıl ve vicdanla cevap vermek önemli olsa gerek. Biz  artık bu yalanlara inanmıyor ve kabul etmiyoruz.

Sara Zerdeşt

Attachment