Felsefe olmazsa anlama olmaz, anlama olmazsa; aşk olmaz!
Sümerlerde kadın, Zigurat tapınağına Tanrıça olarak girer, fahişe olarak çıkardı. Aşk bu değildir. Kant, aşkı kadın ve erkeğin cinsel organlarının birleşmesi olarak tanımlıyor. İşte bunların aşk anlayışı budur. Benim bahsettiğim aşk anlayışı Nazım Hikmet’in aşk anlayışı gibi, sadece kadına olan aşk değildir. Nazım tarzı aşk, aşk değildir. Tanrı aşkından da bahsetmiyorum. Aşk anlamaktır, derinleşmektir. Doğayı, evreni, insanı anlamaktır. Bunları anlamadan aşk olmaz. Bendeki aşk anlayışı anlamadır. Benim için de bir şeyler söylüyorlar, benim kadını yüceltme anlayışım bellidir, ben bu mücadeleme devam edeceğim.
Ulus-devlet, topluma sızdırdığı ideolojik hegemonyada belli başlı dört ideolojik formu iç içe ve eklektik olarak kullanmaktan çekinmez. Ulus-devletin temel ideolojik formu olan milliyetçilik tamamen dinsel bir öze büründürülmüştür. Ulus-devlet ne kadar kapitalist modernist ise, milliyetçilik de o denli modernist dindir. Pozitivist felsefenin toplumsal dini olarak hazırlanmıştır. Yurtseverliği, toplumsal doğa olarak, ulus toplumunun zıddı olarak düşünmek gerekir. Milliyetçilik bu anlamda en anti-ulus ideolojidir.
Ulus-devletin ikinci sıradaki eklektik ideolojisi pozitivist bilimciliktir. Milliyetçiliğe en yakın ideolojik kaynaktır. İkisi birbirinden beslenir. Modernitenin gözde ideolojik varyasyonlarından (türevlerinden) biri olarak, sosyal bilimi en çok saptıran, körleştiren, putlaştıran hegemonik ideoloji konumundadır. Bilim gibi pozitivizm (bilimcilik) de en kaba olguculuk felsefesidir. Pozitivizm bu derinliğin inkârı olarak, en çok ilkçağdaki putçuluğa (paganizm) benzemektedir. Put bir olgu olarak görünüm kazandığı için, paganizm ile pozitivizm arasındaki ortak bağı yansıtır. Bu nedenle ulus-devlet içinde milliyetçi dinle yıkanmış bütün zihinler, dünyayı basit görüngülerden (fenomenlerden) ibaret sanarak, bir nevi tapınma olarak algılarlar. Tüketim toplumunun ‘nesneye’ düşkünlüğü, bu tapınmanın kendisidir. Bu yönüyle tüketim toplumunun ulus-devlet ortamının bir ürünü olarak şekillenmesi son derece önemli ve anlaşılırdır.
Üçüncü önemli ideolojik form toplumsal cinsiyetçiliktir. Cinsiyetçilik tarih boyunca da uygarlık sistemlerinin en çok kullandığı (ahlaki ve politik topluma karşı) silah olmuştur. Kadının çok amaçlı sömürgeleştirilmesi bunun en çarpıcı örnek anlatımıdır. Zürriyet üretir, ücretsiz işçidir, en kahırlı işlerin sahibidir, en uysal köledir. Cinsel arzunun süreklileştirilmiş nesnesi durumundadır. Reklâm aracıdır. En değerli metadır, metaların kraliçesidir. Erkeğin sürekli tecavüz aracı olarak iktidarını gerçekleştiren fabrikası görünümündedir. Güzellik, ses (süs) nesnesi olarak, erkek egemen toplumun manevi olarak da sürdürücüsüdür. Kadın tüm bu yönleriyle erkek toplumun içindeki konumuna azami olarak ulus-devlet yapısı içinde kavuşur. İlahe olarak ulus-devlet toplumundaki imge kadın (ortak kadın kimliği, tasavvuru), görünüşte bir tapını malzemesidir. Fakat ‘ilahe’ sıfatı burada en aşağılaştırılmış, genelevlik anlamındadır. İlahe olarak kadın, en hakarete uğramış ve alçaltılmış kadındır. Ulus-devlet toplumundaki cinsiyetçilik bir yandan erkeği azami iktidarlaştırırken, (Her egemen erkek cinsel ilişkiyi, örtük olarak “Fahişenin işini bitirdim”, “becerdim” anlamında beynine işler), kadın şahsında toplumu en dipteki sömürge haline dönüştürür. Bu anlamda kadın ulus-devlette en geliştirilmiş, tarihsel-toplumun sömürge ulusu konumundadır!
Ulus-devlet, modernite öncesi gelenek olarak dini de milliyetçi ideolojiyle iç içe kullanmaktan geri durmaz. Bunun nedeni dinin toplumlarda halen güçlü olan etkileridir. Özellikle İslam bu konuda halen çok canlıdır. Fakat modernitedeki kullanımıyla dini gelenek artık eski din değildir. İster radikal ister ılımlı halleriyle olsun, modernite ve ulus-devletin kullanımındaki din, gerçek toplumsal işlevinden (ahlaki ve politik toplumdaki büyük rolü) koparılıp iğdiş edilmiş haliyle sunulur. Toplumdaki rolü, ulus-devletin izin verdiği ölçüdedir. Ahlaki ve politik toplumdaki olumlu işlevini sürdürmesinin önüne sert engeller konulur. Laiklik bu konuda başta gelen engel konumundadır. Dolayısıyla ikisi arasında zaman zaman mücadelelerin patlak vermesine şaşmamak gerekir. Ulus-devletin dinden (eski gelenek olarak) tamamen vazgeçmemesi, dinin toplum üstündeki büyük ağırlığının yanı sıra, kullanılmaya ve milliyetçileştirilmeye çok elverişli yapısından ötürüdür de. Bazen dinin kendisi milliyetçilik rolünü oynar.
Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik ve bilimcilik. Bu dört ideoloji de tehlikelidir. Bu dört ideolojide iktidar hırsı var, dördü de iktidarı amaçlamaktadır. İktidarı ele geçirince her şeye sahip olacağını düşünürler. Bu dördünü de tehlikeli görüyorum, bunlardan uzak dursunlar. Milliyetçilik adına halklar birbirini boğazlıyor. Menfaatleri uğruna halkları çatıştırıyorlar. Din adına mezhep çatışmaları yaşanıyor. Cinsiyetçilik adına kadın zorla bağımlı hale getiriliyor. Kadına zorla sahip olmakla iktidar olunmaya çalışılıyor. Kadın iktidarın nesnesi haline getiriliyor. Cinsiyetçilik ideolojisi ile kadın tamamen tahakküm altına alınıyor. Sonuncusu olan bilimcilik de çok tehlikelidir. Bilim adına hareket ettiklerini söyleyenlerin yarattıkları tehlikeler ve sonuçlar ortadadır. Bu gidişle dünyanın yok olması için büyük sınıf savaşlarına gerek kalmayacak. Dünyada bilim adına yapılan tahribatlarla dünyanın daha ne kadar yaşayacağı da artık belli değil. On yıl sonra ne tür devasa sorunlarla karşılaşacağımızı bilim adamları bile bilmiyor.
Cinsiyetçilik temelinde değil, özgürlük temelinde yapacakları çok şey var. Cinsiyetçilik, iktidarcılıktır. Cins temelli her şey iktidardır. Cins kavramının olduğu her yerde iktidar vardır. Cinslerin biyolojik olduğunu söylüyorlar, hayır. Cinsiyet, öğretilen bir şeydir. Ben bunu savunmalarımda genişçe açıkladım. Kapital finans tek tipleştirerek her şeyi denetim altına almak istiyor. Ulusu da, kadını da, erkeği de! Senin geçmişini, kültürünü, inançlarını ve farklılığını reddediyor. Yerine kendi belirlediğini koymaya kararlı bir dayatmada bulunuyor. Peki, buna karşı nasıl durulacak? Bizim demokratik gelişmemize tahammül edeceksin, biz de devlete tahammül edeceğiz. Uzlaşı temelinde ikisi bir arada var olacak. Ulus-devlet anlayışıyla yok ederim, ezerim, bitiririm mantığıyla hiçbir yere varılamaz.
Kadınlar için Özgür Kadın Demokratik Siyaset Akademisi’ni kursunlar demiştim. Bu akademi üzerinden kadın bilincini geliştirerek onlarca kadını eğitmeliler. Toplumda hiçbir sorun çözülmemişken kadın sorunu, eğitim sorunu, işsizlik sorununu çözmek dururken, gidip evlilikten bahsediyorlar. Oysa evlilikle kadınlar bu sorunların bin katı fazlasını yaşıyor. Namus adına öldürülüyor, dövülüyor, sövülüyor. Yine de bir kadın çıkıp “biz bu sorunları tartışalım, çözelim” demiyor. Bu, yurtseverliğin bir gereğidir. Ben çözüm için Kadın Akademisi demiştim. Ama nerde? Akademiyle ilgili hiçbir şey yapılmamış, umursanmamış. Yapılan çalışmalar çok yetersiz. Kadınların kendi kurumlarını oluşturmaları gerekiyor. Kadınlar bu konularda kıyameti koparmalıdırlar. Akademi kurulursa kadın sorunu daha da gündemleşir. Kadınların onlarca, binlerce sorunu var. Bunu ancak akademiyle çözebilirler. Bir kahvehaneyi, bir binayı, bir alanı alıp orada günlerce tartışabilmeli ve çözüm üretebilmeliler. Buralarda işte namus cinayetleri var, dövülüyoruz, sövülüyoruz, buna çözüm geliştirmeliyiz, demelidirler.
Finans Kapitale karşı Anti-tekel bir anlayışla örgütlenilebilir. Kadınlar da bu örgütlenme içerisinde yer alabilir, almalıdır. Kadın özgürlüğü çok önemli, kadın özgürleşmeden toplum özgürleşemez. Özgürlük temelinde çalışmalarına devam etsinler. Legal Kürt mücadelesinin geldiği noktada tıkanma falan yaşanmıyor. Sorun bunların kişilikleridir. Kişilik yok. Kişilik olsun bir kişi bile yeter, bana bir kişi bile yeter. Kişilik olduktan sonra üç beş kişi bile bu işi iyi yürütür, iyi bir yere getirir. Sorun kişilik ve özgürlük sorunudur, özgürlüğe yoğunlaşamama sorunudur. Bu kadınlar için de böyledir.
Önder Apo
Önderliğin Kadına İlişkin Perspektifleri