Şehitlere Herkes Sahiplik Edemez

0Shares

Şehitlere herkes sahiplik edemez, şehitlerin gerçek sahipleri kendileridir, bizler ancak onların sağlam sözcüleri olduğumuz oranda, onların anısını yaşatma hakkına da kavuşmuş oluruz. Tarihte en çok üzerinde oynanan bir konudur. Özellikle de devrimci süreçlerde anılarını saptıranlar, onların uğruna savaştıkları amaçlara ters düşen sonuçlar çıkaranlar ve böylelikle onları kendi çıkarlarının malzemesi haline getirenler az değildir. Şehitlik kurumunun bütün insanlık tarihinde ve önemli gelişim süreçlerinde ortaya çıkan değerler olarak anılması, hikaye edilmesi, hatta sık sık yıldönümlerinde bağlılık antlarının içilmesi boşuna değildir. Bu bir kavga gerekçesidir.

Sınıf mücadelesinin ve halkların savaşımlarının her anında görüldüğü gibi, burada da yaygın bir biçimde karşıtların savaşı yaşanır. Onlara kendi gerici kişisel, ailesel, hatta dar ve bencil sınıfsal çıkarları için yaklaşanlar bulunduğu gibi, onlardan tüm insanlık için sonuçlar çıkaran, onları insanlığın, eşitliğin ve adaletin hizmetine sokanlar da vardır. Bu kurumu daha dikkatle incelediğimizde gerçekten göreceğiz ki, yaşamlarını önemli amaçlar uğruna feda edenlerin anıları, mücadelenin doruk noktasını oluşturuyor. Dolayısıyla onları gerici bir tarzda anma yerine, devrimci bir tarzda anmanın mücadelenin bir gereği olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bu hareketin ciddiyeti, amaçlarının tutarlılığından, mensuplarının gözünü kırpmadan en değerli varlıkları olan canlarını bu yüce amaçların başarısı için her zaman feda etmeye hazır olmalarından kaynaklanır. Bir örgütün ne kadar tutarlı olduğunu öğrenmek istiyorsak, o zaman bu örgütün üyelerinin ister rahat, ister zor koşullarda her türlü güçlüğü karşılamaya ve gerektiği yerde bunun için ölmeye hazır olup olmadıklarına bakmalıyız. Eğer bu gerçekten böyle anlaşılıyorsa ve uygulamalarda bu yönde ise, o zaman bu örgüt çok ciddi bir örgüttür. Eğer ikbal ve rahatlık günlerinde değerlerin üzerine hızla üşüşüp, zor günlerde veya ufak bir baskı karşısında çil yavrusu gibi dağılanlardansa, söyledikleri ne olursa olsun, bunların tehlikeli oldukları, halkların davası gibi yüce savaşımlarda, bunların eline güven duyulacak hiçbir şey verilmemesi gerektiği ve bunun gereklerini yerine getiremeyecekleri kesinlikle belirtilebilir.

Eğer bir dava uğruna ölenler varsa, o zaman yüceltilmeye layıktır. Hele bunu zorunluluk olarak değil, zorunlu bir görevin büyük gönül rahatlığıyla yerine getirilmesi ve ucunda ölüm olsa bile seve seve yürünmesi sadece o hareketin, o kişinin gerçek büyüklük ölçütüdür. Bu uluslar için de böyledir, hatta enternasyonalizm için de böyle olduğunu kanıtlayan sayısız örnekler vardır. Bir ulus saldırıya uğradığında veya çözülüşe doğru gittiğinde onun mensupları öne atılamıyor, hesap soramıyor, sadece mırıltılar halinde gözyaşlarıyla yetiniyorsa, tam da bu biçimde kölelere yarışır, sürünme türünden bir yaşamı yeterli görüyorsa, bu ulus ve mensupları lanetlenmeye hak kazanmıştır. Böyle ulusları hiç kimse ne ciddiye alır ve ne de saygı duyar. Üzerlerinde uygulanan baskının şiddeti ne olursa olsun, ne denli haksızlıkların kurbanı olurlarsa olsunlar, kendi özgürlükleri için ayağa kalkmaktan çekinenler her zaman köleler ordusu olarak anılmaya ve iğrenç bir biçimde gözlemlenmeye müstahaktır.

Dolayısıyla burada çok açık bir ayırım yapmak gerekmektedir. Ulusal kurtuluşçuluk adına bol bol laf edip de gerçekten ona verecek bir damla kanı olmayanların da lanetle anılmaları, bu nedenle insanlık arasına çıkamamaları, utançlarıyla her gün bin defa ölmeleri, bunlara yakıştırılacak en doğru sıfattır. Bu böyle olmakla birlikte, bol bol ulusal baskıdan bahsedip haksızlıkların ne denli fazla olduğunu söyleyerek gözyaşı dökmekten ve demagojik laflar üretmekten öteye gitmeyenlerin, sanki birer özgürlük savaşçılarıymış gibi halk arasına çıkmaları kadar iğrenç bir şey olamaz. Bunların demagojilerine aldanmak kadar, başka türlü tehlikeli bir yanılgı içine düşülmez.

Bu nedenle; ulusal davalar gibi önemli tarihsel davalar da demagojik olan, gerçekten ulusların kurtuluşuna sadece daha fazla kölelik getiren, daha fazla yenilgi psikolojisi yaşatan ve daha fazla çürümeye elverişli bir ortam hazırlayan bu yaklaşımların sahipleriyle, bir ulusun yaşama kudretinin, onun özgürlük savaşımına gözünü kırpmadan kendini feda etmekle orantılı olduğunu bilip (başlangıçta bir kişi, sonuçta milyonlar biçiminde olsun hiç fark etmez)  savaşa katılmaya karar verenlerin yaklaşımları ve pratikleri arasında büyük farklar vardır. Eğer sonuç alınması gereken bu davaya bir katkı sunulmak isteniyorsa, bu konuda ikircikliğe düşmemek ve karşı tarafın demagojisini yerle bir etmek kadar onurlu bir görev düşünülemez. Tarihe karşı soylu bir yaklaşım içinde bulunanların değerlendirmeleri böyle olmak zorundadır. Ve gerek bunların pratikleri ve gerekse tarihte yaşanan sayısız örnekler, bize böyle bir davranış içinde bulunmamızı istemekte ve bunu bağlı kalınması gereken ahlaki bir değer olarak sunmaktadır. Tarih, zafere ulaşan tüm halklar ve sınıfların bu temelde hareket ettiklerini, sayısız örnekle bize öğretmektedir.

İnsanlık ailesinin ilk gelişim evrelerinden günümüze kadar sürekli gelişme ve yücelme mücadelesinin temelinde yatan savaşım kurallarını böyle anlamak yerine; gerçek ile söz arasındaki kopukluğu en aşırı ölçülere vardıran, söz ile gerçekleri gizlemeyi kullanan, böylece mensup olduğu aşireti, halkı ve ulusu aldatmak isteyen, bunu o dönemin dar çıkarları, basit yaşamını kurtarmak için yapanlarla bunların karşıtları arasındaki ayırımı çok güçlü yapmak gerekir. Bunların bütün tehlikelerine dikkat çekmek, en az baskıyı uygulayan ve haksızlığı geliştiren güçler karşısında olunduğu gibi, bunlar karşısında da duyarlı olmak, değerli varlığımızı kattığımız davanın geliştirilmesi için şarttır. Bu konularda tarihi öyle uzun uzadıya incelememize gerek yoktur. Bu bir gelişme kuralıdır, hiçbir gücün çarpıtması bu tür gelişmelerin varlığını ortadan kaldıramaz.

Çeşitli dinlerden kaynaklanan pasifizm ve kurtuluşu öte dünyada aramanın, son derece sınırlı bazı güncel yaşam olanaklarını kurtarmak için her türlü işbirlikçilik ve yaltaklanmanın, karşıdevrimin mensupları tarafından bir öğreti haline getirilmesinden tutalım, bir karakter olarak karşımıza çıkarılmasına varana kadar, çeşitli biçimlerde yaşatılmaya çalışıldığı bilinmektedir. Bu eğilim en az doğru yönelim kadar, insanlığın gelişimine egemen olmak isteyen bir yaklaşımdır. Buna aldanmamak ve doğruyu bulmak, sadece kişiliğin gerçekçi dürüst ve erdem sahibi olduğunu gösterir. Sözünü ettiğimiz çevreler her zaman gerçekleri başka türlü göstermek isteyeceklerdir. Bunların çıkarı tarihsel gerçekleri bu şekilde göz ardı etmekte yatmaktadır. Bu nedenle her zaman bunları iyi tanımak ve bunlarla ayırımı çok güçlü yapmak gerekmektedir.

Bu ayırımı sürekli kılmadan çokça eleştirdiğimiz baskı ve haksızlığa karşı eşitlik için mücadeleyi fazla ilerletemeyiz. Bizde de büyük kişiliklerin ortaya çıkmasını istiyorsak, içinde bulunduğumuz gerçeklerin bunlar tarafından karartılmasına ve örtbas edilmesine karşı, muazzam bir mücadele vermek büyük bir öneme haizdir. Kendi gerçekliğimizi aydınlatmaya çalışırken, bu ana yaklaşım içinde kalmak kaydıyla daha doğruya yaklaşacak ve akışımızı daha sağlam yürütebileceğiz.

1970’lerde biz olanca gücümüzle gerçeğe yaklaşırken, bizim takındığımız tutumla, bizden daha fazla gerçekleri görme durumunda olanların gerçeğe bu sahte yaklaşımları arasında Ağrı dağı kadar bir fark vardır. Onların gerçeklere yaklaşımı, sömürgeciliğin ufak çekiç darbeleri karşısında bu güce ruhlarını teslim etmekten tutalım da, beyinlerini kanserli bir hale getirmeye varana kadar hastalıklı bir yapı arz etmekte ve kendilerini yitirme noktasına kadar varmaktadır. Biz bu örneklerden önemli sonuçlar çıkardık. Çıkardığımız en önemli sonuç ise, gerçeğin sahibinin halk olduğuydu. Bu ise halkın emeğinin değerlerine sahip çıkmayı, ulusal değerleri geliştirmeyi hedefler. Bunları böyle görmek, böyle savunmak önem taşımaktaydı. Başlangıçta ikirciksiz ve son derece kararlı bir biçimde elde bulunan bütün araçlarla bunları etrafa hakim kılmak, en az savaşın sıcak cephesindeki mücadele kadar gerekli ve anlamlı bir çıkıştır.

Savaşı başlangıçta gerçekleri yakalama düzeyinde ele almak, daha sonrasını belirlemek ve sağlıklı gelişimini sağlamak açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu, aynı zamanda daha sonraki gelişmelerin belirlenmesi açısından da önemli bir başlangıcı oluşturmaktaydı. İşte diğerleriyle aramızdaki kavganın büyük önemi burada ortaya çıkıyordu. Gerçekleri gören ve her an ona ihanet etmek durumunda olan tutumla, onu görmek kadar savunmanın da gereğini yerine getiren tutumun arasına bir fark koymak devrimde zaferi yakalamak kadar önemlidir.

Bu tanımlamaları yaptıktan sonra, bu görüşümüzün kanıtlanması olan şehitlerin rollerine bakacağız. Sözlerimiz bağlılığımızın kanıtıdır,  ki bu bir gerçekliği ifade eder;  bu sözlerin sahipleri olarak en zor anlarda ve muazzam bir güçsüzlük ortamında, adeta vahşetin kol gezdiği, insanların sadece yüreklerine dayanmaktan başka savaşım araçlarına sahip olmadıkları bir zeminde, gerçeklerin en büyük temsilcileri şehitlerdir. Bazıları bu gerçeği ne kadar eksik ve yanılgılı göstermek isterlerse istesinler, bu konuda ne kadar eksik yaklaşımların sahipleri olursa olsunlar, gerçeğin kendisi böyledir. Eğer şehitler için bir tanım yapmak istenirse onlar, böyle bir dönemde (en azından daha sonra kazanılan birçok zaferde) varlıklarında zaferin simgeleştiği olaylardır. Onları kişiler olarak da görmemek gerekir, onlar bir kurumdur. Çünkü onlar milyonların en yanılgılı bir yaşamın kurbanı oldukları bir anda ve ihanetin her biçiminin alabildiğine yaşandığı bir dönemde gerçeğin sözcüsü olmak ve tek başına gerekirse bunları haykırarak yaşamak durumunda olan şahsiyetlerdir. Böyle davranmak bir çoğunun zannettiği gibi kolay bir iş değildir. Bugün birçok kişi bunu böyle anlamakta veya böyle olduğu yanılgısına sık sık düşmektedir.

Hemen belirtelim ki, bu en zor yaşamlardan birisidir. Eğer bugün her sahada yürütülen direnişlerimize bir anlam biçmek istiyorsak, sadece dünyadaki örneklerinde olduğu gibi örneklemelere baş vurmak yetmeyecektir. Bu anlamayı kendi özgür tarihsel konumumuz içinde ele aldığımızda, günümüze doğru gerçekleşenin ne olduğunu kavramaya çalıştığımızda ve doğrulardan yana tavır aldığımızda, bütün değerlerimize bir anlam verebileceğiz ve doğru bir tanıma ulaşabileceğiz.

Bu tanımların en başında da bu mücadelenin doruk noktası olanların, adeta varlıklarını adayarak hakikat budur diye haykıranların bulunacağı ve kendilerinden daha başka göz kamaştırıcı, gelişmeleri daha çok fetheden bir değerin, bir kurumun ve savaşımın olmayacağı çok açıktır. Dolayısıyla bir davanın ilk şehitleri, o davanın tutarlılığını ve zafere gidişini kanıtlar. Yine bu davanın temel harcının konulduğunu, başlangıçtaki güç dengesizliği ve demagojik ortamın gerçekleri örtbas eden karakteri ne kadar gelişkin, güçlü olursa olsun, ters orantılı olarak bizim savaşım değerlerimizin de o kadar geliştiğini gösterir. Bütün bu yükselmenin zirvesini oluşturan şehitler, işte bu güç dengesizliğini aşmak, bu ortamı yıkmak ve gerçeğin ardıcıl zaferinin gittikçe karşı durulmaz gelişim hakkını elde etmek için en büyük olaydır. Burada ne adam vurmakla, ne çok söz söylemekle ve ne de bildiğimiz çeşitli etkinlik sağlama yöntemleriyle sonuç almak mümkün değildir.

Burada halklar için çok belirgin olan bir şey yapılmak durumundadır. O da şudur; koşullar ne kadar aleyhte olursa olsun, halkın temel haklarını kazanmak için bazı insanlar kaçınılmaz olarak hayatlarını feda edeceklerdir. Böylesi bir adım her türlü etkinlik araçlarının sağlayabileceğinden bin kat daha fazla halkları uyandırmaya ve ayağa kaldırmaya kadar götürür. Bunlar şehitlerin gerçekleştirdiği büyük bir hamle gücüdür. Bugün tarihsel davalar incelendiğinde, bu davaların ilk çıkışlarında kendilerini adayanların sürekli anıldıkları ve bu davaların daha sonraki gelişmeyi koşullandırdığı görülecektir. Partimizin bu ilk şehitleri, hiçbir araçla halkı bilinçlendirmeye ve uyandırmaya gücümüzün yetmeyeceği kadar büyük bir gücü elimizde yoğunlaştıran, bizde yürüme takatini yaratan, gerçeklerimizi daha sıkı savunmaya götüren ve mücadeleye devam komutunu veren hakiki savaş değerlerimizdir. Eğer bunların izleyicileri ve sözcüleri, bu büyük olay karşısında yılgınlığa düşmemişler ve bunlara sıkı bağlılıklarını sağlamışlarsa, bu böyledir. Eğer onların yol arkadaşları, daha dökülen ilk kanı gördüklerinde, bu kanın kendisinde düşmanın gücünü abarttıklarında ve neden düşmana karşı durulamayacağının demagojisini yaptıklarında, hele birde bunu kendi nefislerine yedirdiklerinde ihanet başlamış demektir. Dolayısıyla burada yenilgi de başlamıştır. Demek ki, şehitlik olayına doğru yaklaşım, nasıl zaferin temel bir ölçütü ise, ona yanılgılı, eksik ve yılgın bir biçimde yaklaşım göstermek de ihanetin ve yenilginin başlangıcıdır.

Önder APO

Attachment