Dinin etkisiyle karanlığa büründürülen Orta çağ döneminden Rönesans ile çıkış insanlığa bir umut oldu. Rönesans ile birlikte felsefe yeniden canlanır. Özgürlükçü bir temel de rol oynar. Rönesans ile birlikte artık doğa canlı, renkli ve üretkendir. Bu bakış açısıyla her alandan bir çığır açıldı. Ancak kadın açısından baktığımızda biçimsel bir gelişim olduğu görülecektir. Dinde günahkâr, şeytanla özdeşleştirilen kadın bu dönemde düşünemeyen, aklı çalışmayan olarak erkek tarafından tanımlanarak felsefede ve bilimde yeri olamayacağı belirtilir. Farklı bir versiyonla kadın yine ikinci sınıf muamelesi görmektedir. Diğer yandan 17. Yy.’da iktidara hizmet eder hale gelince kapitalist modernitenin yükselişe geçmesini sağlar.
Özellikle 17. Yy.’da felsefe bilimin etkisi altına girer. Bu dönem erkek felsefeciler daha çok bilim insanı kimliğiyle anılır. Kendi dönemlerinde bilimsel anlamda gelişim sağlamış olsalar da kadına dair değerlendirmeleri ve yaklaşımları sakattır. Onların zihniyet dünyalarında ve pratiklerinde varlık olarak kadına yer yoktur. Kadın erkeğin tamamlayanı konumundadır. Yani kadın erkeğe göre tanımlanmıştır. Kendi haklarını arayan, bilinçli, bilgili ve eğitimli kadın cadı olarak suçlanarak yok edilmesi hak olarak görülmüştür. Cadı avları karanlık Orta çağ döneminden fazla olduğuna dair belge ve bilgilere ulaşılmıştır. Kadın bedeni fethedilmesi gereken ve deney sonucu ulaşılmak istenen bilimsel sonuçlar için istenildiği şekilde kullanılabilir. Bilim de felsefe de bir avuç insanın hizmetine sunulur daha fazla kar elde etmeleri amaçlanır. Bu bakış açısı hiçbir etik kural tanımaz azami kar güdüldüğü için. Canlılık, doğallık, üretkenlik, komünal değerler ortadan kaldırılması gereken esaslardır. Bu özellikler kadına ait olduğundan kadın da yok sayılmalı. Böyle bir durumun yaratılması için erkek kendine göre kadını tanımlayıp, kadını kendine göre yaratır. Tamamen kendine bağımlı ve kölelik ölçülerinde.
Kadının direngen damarlarını temsil eden ve güçlenmesini sağlayan, ataerkil sisteme karşı mücadele eden kadın filozoflar kadının kendi olma mücadelesinin de mihenk taşı olmuştur. Özcesi kendi mekân ve zamanlarında önemli başlangıçlar yapmışlardır.
Isotta Nogarola: Rönesans dönemi kadın filozofları arasında önemli bir yere sahiptir. İlk kadın hümanist olarak tanımlanmaktadır. “Adem ve Havva Üzerine Diyalog” adlı eseriyle hala günümüzde tartışılmaya devam eden cinsiyet kimliği ve kadın doğası konularını gündeme getirmişti. Var olan ataerkil zihniyete karşıt görüldüğünden Venedik’te iffetsizlik damgası vurularak dışlanmıştır.
Avilalı Teresa: Rönesans döneminin bir diğer kadın filozofu ise Avilalı Teresa’dır. Kendisi aynı zamanda Katolik bir rahibeydi. San José adında ilk manastırını kurdu. Ancak ölümüne kadar 32 tane manastır kurduğu belirtilmektedir. Katolik Kilisesi’nin en önemli ve ilk mistik teoloji doktoru olduğundan felsefe tarihinde daha çok mistik yönüyle öne çıkmaktadır.
Mary Astell: 17. ve 18. yüzyılları arasında yaşamıştır. İlk İngiliz feministtir. “Eğer bütün insanlar özgür doğmuşsa nasıl oluyor da bütün kadınlar köle olarak doğuyorlar?” sözüyle kadının varoluş gerekçesini sorgular. Özellikle kadınların da akıl sahibi olduğu, düşünebildiği ve eğitimi hak ettiklerini dile getirerek mevcut ataerkil sistemini sorgular. Ayrıca evlilik kurumunun felsefi temelini de eleştirmiştir. Dönemin de felsefe ve bilim alanında etkili olan Descartes ve Locke’un felsefesinden yararlandığı ve eleştirel yaklaştığı belirtilenebilir.
Olympe de Gouges (1748-1793) : Fransız aktivist, kadın hakları savunucusu ve filozof olarak tanımlanan Olympe de Gouges ise Aydınlanma döneminin önemli direnişçilerinden biridir. Genelde Aydınlanma dönemi denince akıllara daha çok Immanuel Kant, David Hume, John Locke gibi erkek filozoflar gelmektedir.
Olympe De Gouges, eleştirel bir bakış açısına sahip olduğundan bunu yazılarına da yansıtmıştır. Özellikle yaşadığı dönemde evlilik ve kilise üzerine eleştiriler yazılar kaleme almıştır. “Kadının ve Kadın Yurttaşın Hakları Bildirgesi” adlı eserinde de kadın-erkek eşitliğini savunmuştu. Kendi düşüncesinden asla taviz vermeyerek her türlü baskı ve şiddeti hatta idamı bile göze almıştır. Direnişçi duruşuyla düşüncelerini son nefesine kadar savunarak giyotinle idam edilmiştir.
Clara Zetkin (1857 – 1933): Alman Marksist feminist, siyaset teorisyeni ve düşünürdür. Kadın hakları savunucusu ve aktivisttir. 1910 yılında yapılan 2. Enternasyonal de karar altına alınmasını sağlayan ve 1911 yılında “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü” ilk kez düzenlenmesini ve kutlanmasını sağlar. Zetkin, kadın hareketi ve işçi hareketi örgütlenmelerinin paralel gelişmesi gerektiğini savunur. İkisini ayırmaya yönelik herhangi bir çabanın yanlış yönlendirilmiş olduğunu, çünkü birinin başarısının diğerinin başarısına ayrılmaz bir şekilde bağlı olduğunu belirtir. Buna göre, kadınların özgürleşmesi yalnızca oy hakkı, istihdam veya hatta ücret eşitliğiyle ilgili olmadığını belirtir. Tersine kadınların özgürleşmesi işçinin özgürleşmesine bağlı olduğu çünkü istihdamın kendisi bir kölelik biçimi olduğunu savunur. Zetkin’in görüşleri, kadınların ezilmesinin yapısının ekonomik, ırksal ve toplumsal sorunlardan izole bir şekilde anlaşılamayacağını savunan feministlerle bir aşamaya kadar geldi. Ve kadın devriminin öncülüğünü yapan özgür kadın hareketinin pozitif eleştirel bir bakış açısıyla dünya kadınlarıyla ortaklaştırılarak egemen erkek zihniyetine karşı güçlenerek yürüyor, kök salarak yayılıyor.
Rosa Luxemburg (1871 – 1919): Polonya doğumlu Alman Marksist politika teorisyeni, filozof ve siyasî aktivist. Filozof kimliğinin yanında devrimci kimliğiyle de tanınan Luxemburg komünist faaliyetlerindeki aktifliğinden dolayı sistem güçleri tarafından hedef seçilir. Kadın çalışmalarını Clara Zetkin’le birlikte yürütürler. Tüm tehdit ve şantajlara rağmen kendi düşünce ve fikirlerinden asla taviz vermemiştir katledilene kadar.
Siyasi ekonomi, uluslararası politika, emperyalizm, sanat ve kültür gibi etkileyici bir konu yelpazesini kapsayan yazıları olan entelektüel bir Marksist’tir. Luxemburg, kendiliğinden, tabandan gelen bir siyaset (merkezi veya parti liderliğindeki bir programdan ziyade) geliştirmeye çalıştı. Ona göre, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir devrim gerçek bir devrim olamazdı. Luxemburg’un Politik Ekonomiye Giriş (1925) adlı eserinde, ekonomik yasanın teori odaklı bir anlatımından, yaşanmış deneyimler ve somut tarihsel ve antropolojik çalışmalarla da desteklenen bir anlatıma doğru ilerleyen metodolojisinde örneklenmiştir. Luxemburg’un çalışması resmi Marksistler tarafından hemen tanınmamış olsa da sermaye, ücret, savaş, baskı ve emperyalizm analizleri artık eleştirel teoride daha geniş bir şekilde önemli bir rol oynamaktadır. Bu hem Luxemburg’un sermaye analizi hem de teori ile pratik politik çalışma arasındaki ilişkiye dair önemli anlayışı için geçerlidir.
Hannah Arendt (1906 – 1975): Ünlü filozof Martin Heidegger’in Marburg Üniversitesi’nde öğrencisi olan Hannah Arendt felsefe eğitimi almasına ve birçok kişinin kendisini filozof olarak görmesine karşın, o kendini “siyaset kuramcısı” olarak görür. Bir Yahudi olan Arendt, Nazilerden kaçarak, ABD’ye yerleşmiştir. Arendt’in çalışmaları otoriterlik, totalitarizm ve kötülük gibi konular üzerinde yoğunlaşır.
Simone de Beauvoir ( 1908-1986): 20. yüzyıl kadın filozoflar arasında önemli bir yere sahip olan Fransız filozof Simone de Beauvoir, “İkinci Cins” isimli kitabı ile modern feminizmin temellerini attı. “Kadın doğulmaz, kadın olunur” belirlemesiyle toplumsal cinsiyetçiliği sorgulamaya başlar. Burada kadına biçilen rolün ataerkil kültür tarafından belirlendiğini doğuştan olmadığının altını çizer. Bunun mücadelesini verir.
Aynı zamanda bir roman yazarı olan de Beauvoir’nın “Belirsizlik Ahlakı Üzerine” adlı kitabı, Fransız varoluşçuluğunun etkisini taşır. Simone de Beauvoir, bu kitapta Sartre’ın hiçlik ve olmak felsefesi arasındaki geniş açıya dikkat çeker. Ölümüne kadar felsefeci olarak kabul edilmez. Kadınların mücadelesi ile filozof olarak kabul edilir.
Sonuç yerine, günümüzde de hala yaşamını sürdüren birçok filozof ve bilim kadını, mücadelesini kalemiyle, düşüncesiyle, buluşuyla, duruşuyla yaşam mücadelesini sürdürmektedir. Unutmamak gerekir ki, Kapitalist modernitenin akademik zihniyeti, toplumsallığı parçalamayı esas aldığından felsefecilerin tek başına hareket etmesinin önünü açar. Bunu nasıl yapıyor? Liberal ideolojiyle oluşturduğu sisteminde insanları kendi çeperlerinde hak arayışında bulunmalarının kapısını aralar. Ancak kendisine zarar geleceğini hissettiği ve gördüğü zaman bütün açtığı kapıları kapatır. Bireyleri kendine bağımlı kıldığı için insanlarda bir yere kadar mücadelesinin sürdürebiliyor. Bu açıdan sistem içinde yürütülen mücadeleleri sistemde bir dönüşüm yaratmadığı için yürütülen mücadelede zamanla sistemi besler hale gelir. Bu mevcut durumu değiştirebilecek ve hakikati açığa çıkaracak güç özgür kadın hareketidir. Kadının tarihin başlangıcından bugüne kadar gelen üretim ve yaratımlarına sahip çıkarak, kaybolanları açığa çıkararak sıçrama yapmayı kendine görev bilir. Özgür kadın hareketi sistem dışında kendi ideolojisi ve örgütlenmesiyle bilimsel felsefeyi geliştirerek kararlıca yürütmektedir. Bunun öncülüğünü yapan birçok şehit kadın yoldaş yaşamları ve düşünceleriyle filozofça bir yaşam sergilediler. Hakikati açığa çıkarma mücadelesinde büyük miraslar bıraktılar. Onların yürüdüğü yol ve bıraktıkları kazanımlar dünya genelinde dalga dalga ataerkil sisteme karşı mücadele ederek kendi sistemini oluşturmayı sürdürmektedir.
Hakikatin bilimi olan jineolojî ile bunu doruğa çıkarma amaçlı Jin Jiyan Azadi felsefesiyle yoluna devam etmektedir.
Ronahi Malatya
Son