Olanlar Bir Serüven Gibi-3
Kürdistan’a sevdalı Seydo arkadaş sevdasını anlamak istemeyen dünya gericiliğine bu aşkını şu sözlerle ilan etmişti. “Yârim Kürdistan’ım ben seni yar olarak ilan ettim, defterimin yaprağında. Bunun için her resmi dairenin, her insan hakları derneklerinin ve birleşmiş milletlerden hepsi beni “terörist” olarak ilan etti. Onun için beni sağ veya ölü istediler ve her şeyi bana yaptırdılar. Senin anın için Kürdistan’ım…
Evet her bir şeyi yaptırdılar. Kıskandılar, çekemediler bu yaşamın esrarengiz gizemini “tek tip, tek düşünce” diyordular. Ve onun için bu çok renkli yaşamı çekemediler. Senin insanlık davana, çalışmandaki titizliğine, görevlere yaklaşımına ve savaştaki saldırgan ruhuna tanık oldular. Kim bilir yârin diye saydığın Kürdistan gibi binlerce güzelliğin vardı. Ama biz daha tanık olamadan ayrıldın aramızdan. Hani geride bıraktıkların az değil, bize bıraktıklarınla yaşamı senin kadar moralli kılmayı ve yârini emanet ettiğin yoldaşlarına, omuzlarımıza büyük yükler bırakarak ayrıldın aramızdan.
Çoğu zaman moralli olan Canda yoldaş, düşmanın zavallığına dayanamayıp sesini daha da yükselterek gülüyordu kahkaha zamanıydı, gülüşünün zamanı. Bu gülüş kurşun gibi saplanıyordu düşmana. Ve yoldaşlar ilk defa müdahale etmediler. “Bırak yanaklarındaki son gülüş iyice şahlansın, şahlansın ki ölümün burada nasıl tutsak edildiğini dünya alem bu gülüşlerden anlasın.” Dediler ve onlarda tebessüm ile karşılık verdiler. Kobanili olan Canda yoldaş katı ölçülerle yetiştiği çevrenin etkisini almış bu nedenle içine kapanık bir kişiliği olmuştu. Ama kendi varlığını parti içinde bulunmanın sevinciyle bir o kadar da rahat ve doğal davranırdı. Bu yüzden ölçülerle şekillenen yaşamı sonuna kadar ilkeliydi. İri vücuduyla, güçlü iradesiyle tepelere vurduğunda on arkadaşı sırtlayıp rahatça tepelere çıkarabilecek kadar güçlüydü. Yine iyi gözlem gücü ile düşünceli ve olgun davranışlarıyla yaşamın öncülerindendi. Katı görünüşü onun yumuşak kalbini oldukça gizliyordu. Ama o çok hassas ve çok duygulu biriydi. Bunun için “ah yoldaşlarıma olan sevgimi nasıl dışa vuracağım” diyerek fiziki görümüne dert yanardı. Hayır yoldaş, bu tasaya gerek yok, biz biliriz. Namertliğe nasıl hançer vurduğunu biz biliriz, senin engin sevginin içinde çoğalan umutlarını biz biliriz. Evet biz Canda arkadaşın Kürdistanla nikahlı gönlünün sıcaklığından almışız özgürlük uğruna çektiğimiz sevdayı…
Evet yoldaş “gülüşüne bin kurşun sıksa da ölüm, unutma ki umuda kurşun işlemez gülüm…”
Bilemesen de bizler ki savaşın çocuklarıydık. İşte bu savaşın çocuklarında hep vardı. Zelal ve Agır’dır isimleri. Onların şimdi oynadığı oyunlar acımasızdı. Ne köşe başlarında saklambaçtı ne de elde mendil kapmacaydı… çalıştırdıkları keleşler ve attıkları mermiler, çocukken oynadıkları gibi ne kartondandı ne de misketlerindendi. Savaşın kutsal araçlarıydı. Henüz namlular ucunda çıkan kıvılcımları doyasıya izlememişlerdi bile. Ama işte tüm sadelikleriyle ve içtenlikle ön mevzide savaşmak için fırsat kolluyorlardı. Hamza yoldaş “henüz onlar için çok erken” deyip çocuklar adına düşmana öfke kusuyordular.
Agır yoldaş savaşın ateşinde yıkanmış, orada çelikleşmiş iradesiyle onları göğüslüyordu. O volkandan düşmüş bir lav parçası gibi hep sıcak ve dinamikti. Çok yeni katılmıştı ama hem savaşa hem de yaşama o kadar çabuk adapte olmuştu ki kaç yıllık eski savaşçıları andırıyordu. Her şeye sıcağı sıcağına girmesi o enerjikliği çoğu zaman yorgunları imrendirirdi. Öyle bir istekle çalışırdı ki proletaryanın gönüllü emektar coşkusunu yaşama yansıtırdı. Onun sıcak kanlılığı devrim ateşinde pişmiş yüreğinden gelirdi. Bir ateş yumağı olarak Kürdistan’ı küçük elleriyle kucaklarken hepimize direnişten bir renk cümbüşü olarak adanmışlığa çağrı oldu Agır yoldaş. Zelal arkadaş ise bir bebeğin sade, endişesiz, berrak gözlerinin simgesiydi. Zelal arkadaş kurak çöllerden serap misalinden çıkıp avuçlanan beyaz köpükleri ile yudum yudum içilen suyun adıydı. Heval Zelal özgür dağlarda fiziki zorlanma yaşıyor olsa da kendinden büyük inadı, başarı hırsı, öylesi bir direnci vardı ki bu ona çok güzel bir olgunluk ve başarı umutları kazandırırdı. Bunun karşılığında yoldaşlarından birazcık daha yardım alınca dünyalar onun olur ve bülbülleri bile mest eden yumuşak melül sesi ile türküler tutturup Cudi dağlarında gezmeye başlardı. Her geçen gün gürbüzleşiyor her geçen gün etrafa açılan gül gibi güzel kokular saçıyordu. Düşman bunun kıskançlığıyla onu doruklarından alıp koparmak istedi. Ama o dağ çiçeği köklerinin kalan yoldaşlarında olduğunu düşünemezdi ki, her gün daha da güzelleşerek büyüyen bir dağ çiçeğiydi…
Bu dağları ne de beter severim
El değmemiş vahşi bakir güzelliğini
Ana rahmidir bize dağlar
Sallanırken Türk’ün, Arap’ın, Fars’ın kılıncı
Bu sevdanın orta yerine düştük
O çocuk ellerim yok artık
Ellerim iki volkan, namlusunda silahımın.
İpek saçların ilmiği
Hain, çiyan düşman
İşte gördüğün gibi
Savaştıkça güzelleşiyor kadın
Yok, yok sen demesen de ben bilirim
Anlatmadı kavgamı sana kalem
Mahsum arkadaş ise her zaman ki gibi savaştaki soğuk kanlılığını yitirmemişti. Daha sivil elbiseler içindeyken KDP ile aynı mevzide karşılaştığında takındığı o ilk soğukkanlılığı pratik içerisinde aldığı tecrübelerle donatmış ve gözü pek güçlü bir savaşçı oluvermişti. Mahsum arkadaş savaş içerisinde yetişiyor ve onun içinde büyüyordu. O da birçok yoldaşı gibi metropollerde büyümüştü. Oraların yozlaştırıcı etkisinde kalmış, liseye geldiğinde çevresindeki kıpırdanmalar onuda ilgili kılmıştı. Kimdi kimlerdi ne için savaşıyorlardı, isimleri “terörist” değil miydi? Bunlar yoksa birer kahraman mıydı? Binlerce soru vardı beyninde. Her gün soruların cevabını öğrenme isteği daha fazla oluyor, çevresindeki haksızlıkları görünce vicdanı rahatsızlığı kat be kat artıyordu. İçerisinde bulunduğu ortam düşmanın gericiliği kandırma oyunlarını sonuna kadar batmış ve basit şeylerle ilgilenme dışında hiçbir şey yapamayan bir ortamdı. Diğer tarafta ise bir grup harıl harıl çalışıyor “haksızlıkların olduğundan, asimileden” bahsediyordu. Bunlar Mahsum arkadaşın duymadığı şeyler değildi. Biliyordu ama bu dönemde çok daha fazla ilgisini çekiyor, öğrenme hırsı daha da artıyordu. Artık o da sorularına cevap buluyordu. Ve en son verdiği kararla o da özgürlük savaşının engin deryasına kendini bırakmıştı. Her şey netti. Onun için savaş her şeydi ve savaşsız yaşamın olamayacağının bilincinde olarak yüreğini sloganlaştırarak sonsuzluğa gözlerini yummuştu…
Mücadele arkadaşları