Mezopotamya Orjinli Umudun Yazgısı

0Shares

Alnından boşalan terler ve yanı başında ‘ıkın-ıkın, başarabilirsin’ diyen İştar’ın sesiyle, bozuldu binlerce yılın suskunluğu. Zorlanıyordu Dicle. Kolay değildi ki gebelik. Ve şimdi de doğum. Boğazı yırtılırcasına çığlık atmak. Kapatılmış dudakların anahtarı olmak. “Bedel gerekiyor” dedi İştar. “Kolay değil. Bedel!”

Belli bir mesafeden bekleyen Fırat, dua ediyordu. Kime-neye hitap ettiğini bilmeden. Ama saygılıydı. Bu topraklarda ve komşu halklarda var olan tüm yaratıcılara ve elçilere seslendi. Tiamat’a, İnanna’ya, İsis’e, Zeus’a, Kibele’ye, İbrahim’e, Afrodit’e, Zerdüşt’e, İsa’ya, Mani’ye, Laksmi’ye, Semiramis’e, Allah’a, Buda’ya, Minevra’ya, Muhammed’e… Dicle kadar cesur değil miydi yoksa? Kocaman çığlıklarına rağmen nasıl da pes etmiyordu. Nasılda ısrarcıydı. Bu doğumu tek başaracaktı. Her kese, her şeye karşı. Öyle demişti Fırat’a. Zalim Dehak’a karşı, bir umut doğurmalıydı. Anadolu’nun bereket Tanrıçası Kibele gibi savaşın biteceği zaman doğurmayı reddediyordu. Çünkü Mezopotamya’nın durumu farklıydı. Beklemedeydi. Birini bekliyordu. Yâda birilerini… Dehak’a karşı bir doğuş yaratılmalıydı.

Şifa veren bir doğuş. Bitkilerden yapılmış bir merhem gibi. Ama güzel kokulu. Ama sonuç alıcı. Ama… Diye devam ediyordu kelimeler, birbiri ardına. Fırat anlam veriyordu güzel sevgilisine. Yosuna çalan gözlerine hayran olduğu, geceleri teninde oluşan pırıltılı yakamozlarla süslü, uzun kahverengi saçlarının her salınışında üzerinde yükselen başaklarına vurulduğu bu harikulade kadına… ‘Dicle-me’ demek istedi. Durdu. Söyleyemezdi. Büyük bir uygarlığın annesine, yani herkesin olan bir kadına nasıl ‘-m’ ekiyle aidiyet belirtebilirdi ki. Bu haksızlık olurdu. Rüzgar kızardı, yağmur iri şimşeklerini salardı üstüne, güneş kızgın gözleriyle bakardı sonra ona. Buna cüret edemezdi. Fırat da Dicle kadar yaratıcısıydı aynı uygarlığın. Ancak Dicle’den olacak bebeğiyle ‘erkek’ oluşumu gelmişti aklına. Durdu yine. Utandı aklından geçenlerden.

Saatlerce sürmüştü çığlıklar. Güneş’in uykusu gelmişti. O da bekliyordu. Merak ediyordu ‘Güneşin Ülkesi’ni’ kurtaracak kahramanı. Yorgun düşmüştü. Gitme, uykuya dalma zamanı geldi. Ve yıldızların gökyüzünde belirmesiyle eş zamanlı, bebek ağlamasıyla kesildi kutsal annenin çığlıkları. Anne, terlerin sırılsıklam ettiği yerde, bu yapış yapışkanlıktan hiç de rahatsız olmadan, öylece sızdı.

İştar aldı bebeği ellerine. Havaya kaldırdı. İlk Ay tanrısı Sin selamladı bu doğuşu. Sayısız yıldız, ağlayan bu çıplak bebeği güldürmek için, tek tek göz kırpıp, gökyüzünde ‘kovalamaca’ oyununa benzer şekilde yer değiştirip hareket ettiler. Minik gözler bu ihtişamlı görüntü karşısında bir kenara bıraktı ağlamayı. Güzel bir tebessüm kondurdu ağzına. Ve ilginç, sadece bebeklerin anlayabileceği sesler çıktı dudaklarından.

Gözleri nasıl görüyor yeni doğan bebeğin ya da nasıl sesler çıkarabilir diye sormayın. Bu bir kurgu. Ve kurgularda her şey hayal gücünün sınırsız dünyasına emanet gider. O kurgular yönetir dünyayı. Tanrı ve tanrıça mitleriyle başlayan sınıflı toplumlarda yaşanan her türlü orantısız güç kullanımı, eşitsizlikler, eziyetler, şiddetler, elmaya uzanan eliyle lanetlenen Havva ile başlayan kadın sömürüsü, Haçlı Seferinin nedeni ‘Kutsal Kase Efsanesiyle dökülen kanlar, daha bir sürü örnekler. İşte bu mitler yönlendirir yaşamı. Önemli olan mitin lanete, ötekileştirmeye, şiddete ve kana götürmemesidir insanlığı. Bir bakıma alternatif mitler olmalıdır halkımızın kalemlerinden damıtılanlar. Bizim ki de öyle… Şimdi bıraktığımız yerden sürdürelim bahar yazgımızı…

Bu toprakların bir geleneği vardı. Doğumdan sonra bebeğe isim koyulur ve bir dua gibi, kulağına fısıldanırdı. Bu görev İştar’ındı. Bereket tanrıçasının. Çünkü Tanrıların karşısında düşürülüşünün ardından, ondan beklenmişti mücadele bayrağının dalgalandırılması. O yüzden değimliydi zaten, Dicle’nin doğumunu gerçekleştiren ebelik görevini üstlenmesi. Kan-ter için de Dicle ile birlikte derin derin nefes alıp verişinin nedeni. İsim hakkını da ona vermişlerdi Fırat ve Dicle. “Sen seç ve söyle kulağına” demişlerdi. İştar çok düşünmüştü. Ne olması gerektiğine ilişkin. Zalime karşı direnişi gerçekleştirmesi beklenen bu masum güzelliğin. Kararını ince eleyip-sık dokuyarak vermişti. Ay’a doğru yükselttiği çıplaklığı, yavaşça göğüs hizasına indirdi. Yüzüne baktı. Oldukça ciddiydi bakışları. Az sonra dilinden dökülecek kelimelerin ağırlığının farkında olarak. Küçük kulağa değdi gözleri. Minik çok minik, yumuşak çok yumuşak, harika çok harika dedi, yalnızca kendisinin işitebileceği bir ses tonu ile…

Sonra yavaşça eğildi, kulağına doğru konuşmaya başladı. Onları pür dikkat izleyen baba Fırat’ın bakışlarının çevrelediği yerde. “Ka-wa” dedi. Fırat daha bir kulak kabarttı ve içinden tekrarladı çocuğuna seçilen bu ismi “Ka-wa”. Devam etti İştar, hiç ayırmadan nefesini kulaktan: “Sana Ka-wa ismini veriyorum. ‘Onları ver’ demek. Onları. Yani çalınan ‘me’ler. Mücadele ve sonrasında gelecek Özgürlük Yasalarını. Hoş görüyü, Paylaşımı, Emeğin gücünü, Gücün ne olduğunu, Onuru, Ateşi, Direnişi, Barışı… Hepsini ver, geri ver bu kutsal coğrafyaya.”

Ve Kawa, tüm bu olanlardan habersiz, yetenekli bir demirci çırağı ve büyüdükçe de iyi bir demirci olarak geçirdi yaşamını. Evlendi. Çocukları oldu. Yaşadığı toprakların güçlü-yenilmez Dehak’ına her evden bir gencin ölümü sonucu çıkarılan beyinleri veriliyordu. Oda acımasızca yediği bu beyinlerle gücüne güç katıyordu. Sıra Demirci Kawa’nın çocuklarına gelmekte geç kalmamıştı. Ama Kawa, razı olmadı bu zulme. Halkın çocuklarının katline dur deme zamanı gelmişti. O gün bir başka doğmuştu güneş. Tıpkı Kawa’nın doğduğu gün kadar bonkörce sunmuştu ışığını yere. Tarih Mart ayının 21’ini gösteriyordu. Kawa elindeki balyozuyla Dehak’ın sarayına doğru adım atıyordu. Her adımda biraz daha yaklaşıyordu. Ve sonunda indirdi balyozu Dehak’ın boynuna. Zalimliğin son bulması adına. Ve haber vermek için halkına, çıkıp tepeden yaktı ateşini, yükseltti sarı kırmızı yeşili gökyüzüne. Belki de gökkuşağına ithafen idi bu renkler. O günden sonra Mezopotamya coğrafyasının simgesi olan o renkler. Kesk-sor ve zer.

Sonra baharın gelişi dendi bu aya. Sevginin, saygının ve özverinin gelişi. Yada ahlakın ve barışın gelişimi demeliydim? Çiçeklere MERHABA denildi. Ve yeşeren çimenlere, hem de fillere inat. Erkeğe inat kadına, görene inat görme engelliye, köpeğe inat kediye, kediye inat fareye, büyük balığa inat küçük balığa…

Her yıl kutlandı bu kutsal bayram. Esaret altındayken bile gizli gizli. Hani düşmana inat. Ta ki yeni bir Ka-wa doğana dek. Üç kibrit çöpüyle Dehak’ın tortularından türeyenlerin zindanını yakana kadar. Güneş yine bir doğumu müjdelemişti. 4 Nisan günü kendi gelmiş ve onun verdiği güçle ya da balyozla, Çağdaş Kawa Mazlum Doğan vurmuştu boynuna emperyalizmin.

Yıl 2009, Dicle ve Fırat’ın kollarındaki bereketli topraklarda istilalar, imhalar bitmedi. Özgürlük tutkunları da öyle. Ve bu yılda yeni doğmuş bir bebek ile 70 yaşındaki bir ninenin selamladığı Newroz Bayramında, Gabar’dan, Kandil’den, Şaho’dan, Zap’dan, Bagok’tan, Zagros’tan, Cudi’den, Xinere’den ve Toroslar’dan söyledi bir ses, inceden inceye. Belli ki Dicle yine hamile, belli ki Rahşan Demirel adında mavi bir kız açacak gözlerini yeni güne. Biz sese dönelim yine, bakalım ne diyor bize?

“İzmir’de Rahşan Demirel’in kendini yakması vardır; o da İzmir kalesinin burçlarında bir meşaledir. Onun direnişi, metropoldeki Kürt kitlesine “vatana dönün, yurtseverlikten vazgeçmeyin, dönüşünüz kesin olmalıdır” çağrısıdır. Onun eylemi kesinlikle bizim metropol kitlesine yaptığımız “ülkenize bağlı kalın, devrimci savaşa bağlı kalın” çağrısının yankı bulmasıdır. Bu direniş onun meşalesi oluyor. Büyük bir kahramanlık eylemidir.” (Önderlik)

“Yivlerinde yeşil güller fışkırmış,
Susmuş bütün namlular…
Susmuş dağ,
Susmuş deniz.
Dünya mışıl-mışıl,
Uykular derin,
Yılan su getirir yavru serçeye,
Kısır kadın maviş bir kız doğurmuş,
Memeleri bereketli ve serin…
Sağıyor yeşil.” (A.Arif)

Zin Evinawelat

Attachment