Liberalizm, Latince kökenli bir kelime olup özgürlükçülük anlamına gelmektedir. Özgürlük anlamına gelen “Liber” kökünden türetilmiştir. Bu kelime Fransızca “Liberte” olarak kullanılır. Liberalizm kavramı kapitalist modernitenin merkezi ideolojisini ifade etmek adına 16. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Fransız devriminin “Liberte, Egalite, Fraternite” yani “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganının kavramlarından bir tanesidir.
Liberalizm, her koşula kendisini uyarlayabilmiş esnek bir ideolojidir. Temel felsefesinde bireycilik esastır. Birey istenildiği gibi değil istediği gibi yaşama hakkına sahiptir. Birey kendi alanında olduğu sürece istediği tavrı geliştirebilir, dilediği gibi yaşayabilir. Birey özgürlüğü her şeyin üstündedir. Liberalizmi savunanlar amaçlarının, üç temel iktidar alanı olan siyaset, ekonomi ve kültür iktidarından bireyi kurtarmak olduğunu söylerler. Liberalizm 19. yüzyılın başlarında, kapitalizmin resmi ideolojisi olarak şekillenmiştir. Bu ideolojisini toplumun her alanında yaygınlaştırıp bir sistem haline getirmiştir. Liberalizm tarihini Klasik Liberalizm ve Neo-liberalizm aşaması olarak ele alabiliriz. Liberalizmin doğuşunda rol oynayan kişiler arasında John Locke, David Hume, Jeremy Bentham, Adam Smith, James Mill ve oğlu John Stuart Mill sayılabilir. Bu kişilerin liberal teorilerinde ciddi bir fark yoktur. Sadece biçimsel ve pratik bazı farklılıklar görülmektedir. Hepsi ortak amaç olarak birey özgürlüğünü, devleti oluşturan yasama, yürütme ve yargı organlarının bağımsızlığını ve bunlarla bağlantılı olarak ekonomik özgürlüğü savunmaktadırlar.
Önderlik savunmalarında liberalizmi “Liberalizmi ideolojik olarak tanımak büyük önem taşır. Sadece bireycilik, özgürlükçülük demek tanım için yetersizdir. Kavram olarak Fransız devriminde eşitlik ve kardeşlik kavramlarıyla birlikte öne çıktı. Meşhur Liberte, Egalite, Fraternite merkezi bir kavram olarak sağında muhafazakârlığı solunda ise önce demokratları sonra sosyalistleri buldu. Sistemi (kapitalist tekelciliği) devrimlere gereksinim duymadan, evrimle geliştirmek gibi mutedil bir görünüm takıldı” şeklinde tanımlamaktadır.
Liberalizmi tanımak için onun tarihini incelemek önem taşırken, liberalizmin çıkışına neden olan koşulları da bilmek gerekir. İşte o zaman liberalizmin kimler için ne ifade ettiğini daha iyi anlayabiliriz. Önderlik son savunmalarında liberalizm olgusunu tarihsel ve toplumsal olarak ele alıp liberalizmi kapitalizmin merkezi ideolojisi olarak tanımlamaktadır. Liberalizm kapitalist modernite için yaşamsal değerde olup sistemin bugüne kadar kendisini sürdürmesinde temel ideoloji rolündedir. Liberalizmi yeni paradigmamıza göre değerlendirirsek onun tarihsel ve toplumsal yönlerini ele almak gerekir. Eski paradigmamızda Marksizm’in bakış açısı etkili olduğu için pozitivizm ve determinizm hakimdi. Bu paradigmaya göre; tarihsel ve toplumsal olayları değerlendirdiğimizde yaşanan sistemleri bir zorunluluk olarak ele almaktaydık. Sosyalizme ulaşmak için ise kapitalizmi yaşanması gereken bir aşama olarak görüyorduk. Yaşanan gelişmeleri maddi koşullarla izah ediyorduk. Yeni paradigmaya göre, Önderlik yaşanan gelişmeleri maddi ve zihinsel ortama göre değerlendirmektedir. Önderlik tarihsel süreç içerisinde toplumun; doğal toplum, uygarlık toplumu ve demokratik toplum biçiminde yaşandığını söylemektedir. Bu da tarihe ve topluma yeni bir sosyolojik yaklaşımdır. Bu bakış açısıyla tarihte yaşanan her sistemin, her olay ve olgunun gerçekliğini daha iyi anlayabiliriz. Kapitalist modernite uygarlık sisteminin son aşaması olarak yaşanmaktadır. Sistemler genelde oluşum, olgunlaşma ve çöküş süreçlerini yaşarlar. Dağılma süreçlerine kaos süreçleri de denir. Bu kaos süreçlerinden çıkacak sonuçlar net olmamakla birlikte özgürlük açısından en uygun zamanlardır. Hangi güç daha örgütlü olursa o güç belirleyici olacaktır. Şimdi bu tarih anlayışıyla liberalizmin çıkışını yorumlayalım.
Ortaçağ Avrupa’sında hâkim olan egemen sistem feodaliteydi. Bu sistemi kilise ve imparatorluklar temsil ediyordu. Kriz yaşayan bu sistem haçlı seferleriyle ömrünü uzatmak istediyse de başarılı olamadı. Bu krizler sistemin içindeki çelişkilerin artmasına neden olmuştur. Sistemin toplum üzerinde artırmış olduğu baskılar, halk arasında yoksulluğun, hastalıkların ve huzursuzluğun gelişmesine sebep olmuştur. 13. yüzyıldan sonra bu durum giderek ağırlaşmıştır. Bu dönemler feodal sistemin çöküşünün başladığı süreçlerdir ve üç iktidar tekelinin birleşiminden oluşmaktadır. Bunlar papa, imparatorluk ve yerel iktidarlardı. Hiyerarşik bir bağla birbirlerine bağlıydılar. Papa, bunların tamamına hâkimdi. Kilise, sistemin ideolojik ve manevi gücü olarak meşruiyetini sağlıyordu. Dolayısıyla kilise, yaşamın her alanında örgütlülüğünü sağlamıştı. Kilise büyük bir üretim kabiliyetine ve zenginliğe sahipti. Gerçekleşen Rönesans ile birlikte Papa’nın mutlakıyeti dağılarak, yeni düşüncelerin oluşumuna zemin sunuyordu. Sonraları kiliselerde reformlar gelişti. Rönesans ve reform hareketlerinden sonra yeni düşünceler gelişme zemini buldu. Coğrafik keşif hareketleri de bu süreçte gerçekleşmişti. Oluşan yeni krallıklar, sömürgeleştirme hareketlerini başlatmışlardı. Keşifler ve sömürgeler için krallıklar, maddi desteğe ihtiyaç duyuyorlardı. Bu durum, tüccarlar şahsında orta sınıfın daha da gelişmesini sağlıyordu. Önderlik bu kesimin oluşturmuş olduğu orta sınıfın uygarlığın oluşumundan beri var olduğunu belirtmektedir. Toplum karşıtlığı ve fırsatçı özelliklerinden dolayı toplum ve egemen güçler tarafından bu sınıfa olumlu bir gözle bakılmıyordu. Tüccar kesimin orta sınıf üzerinden geliştirdiği durum özelikle fiyatlarla oynayıp pazarı denetimde tutarak kar sağlamasıydı. Diğer egemen güçler ise orta sınıfı kendi denetimlerinde tutamadıkları için çelişki ve çatışma yaşamakta ve çelişkileri yoğunlaştırmaktaydılar. Kendisini tarih boyunca toplumsal yarıklarda gizlemeyi hep başarmış olan bu kesim, oluşan bu krizden faydalanarak tarih sahnesine çıkışını gerçekleştiriyordu. Orta sınıf daha önceleri varlığını iktidara dayandırırken açığa çıkan bu krizden fayda sağlamak için iktidara yönelmiştir. Orta sınıf başlarda krallıklarla yaptığı ittifaklar doğrultusunda iktidardan pay almak istemenin yanı sıra kendi önünde engel teşkil eden yerel iktidardaki aristokratları da devre dışı bırakıyordu. Bu ittifak sonucunda feodaliteyi oluşturan imparator, Papa ve yerel aristokrasi yenilgiye uğratılmıştır. Papanın yenilgisiyle merkezi kilisenin hakimiyeti zayıflıyor ve merkezi kilise yerine birçok kilise ve mezhep kuruluyordu. Katolik, Protestan, Anglikan mezhepleri her ne kadar toplumun iktidara tepkilerinin sonucu olarak kurulsalar da orta sınıfın bunları kendi çıkarları için kullanmasından kaynaklı liberalist düşüncenin çıkışına zemin oluşturmuşlardır. Çünkü merkezi mutlakıyetçi kilise sisteminin yaratmış olduğu dogmalar daha gevşek örgütlülük zeminleri arayan liberalizmin gelişmesine izin vermezdi.
Özellikle Protestan mezhebi bireyi her şeyin önünde gören anlayışından kaynaklı liberalizme zemin sunmuştur. Bu mezhep 16. yüzyılda Martin Luther önderliğinde başlatılan hareket sonucu oluşmuştur. Protestanlık, Papa’nın katı dogma düşüncesine karşı çıkıp Hıristiyanlık dininde reformlara yol açmıştır. Kilisenin temel felsefesi olan skolastik düşünceye son vermiştir. Ortaçağın, toplumsal yapısını değiştirmiştir. Oluşan bu durum da aydınlanma çağının önünü açmıştır. Artık düşünceleri kiliseye dayandırma yerine akla dayandırmayı geliştirirler. Olay ve olguları Papa’nın analizi yerine bilim ve felsefeye dayandırırlar. Bu dönemde Descartes, Galileo, F. Bacon gibi düşünürler öne çıkmıştır. Bu yeni zihniyetle toplum birçok yönden gelişim göstermiştir. Felsefede, bilimde, tıpta, sanatta yeni gelişmeler sağlanıyordu. Astronomi ve coğrafik keşifler de toplumun kiliseye olan inancını zayıflatmaktaydı. Bruno, Thomas Moore gibi yüzlerce bilim insanı bu gelişmeler uğruna ağır bedeller ödemiştir. Oluşan bu bilinçlenme düzeyi, toplum içinde egemen sistemlere karşı başkaldırıyı geliştirmiş ve devrimler sürecine hız kazandırmıştır. Başta İngiltere (1648), Hollanda (1688), Amerika ve son olarak da Fransa’da devrimler yaşanmıştır. Bu sürece ilişkin Önderliğimiz savunmalarında şu görüşe yer vermiştir: “16. yüzyıldan itibaren, giderek çoğalan bilim ve felsefe ordusunu kapitalist tekelin öncü gücü olarak değerlendirmek elbette doğru değildir. Hatta üç tarihi harekette yer alanların (Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma) büyük çoğunluğunun ve nitelikçe de ağır basanların özgür zihniyet, bilge ve ahlakiyatçıları olduğunu, kapitalizm gibi bir klikten ve yaşam tarzından nefret ettiklerini biliyoruz. Avrupa’da patlak veren zihniyet devriminin tüm dünya insanlığının bir değeri olduğundan kuşku duyulamaz. Büyük bir kısmı hümanistti. Din ve milliyetçilikten uzak duruyorlardı. Kaldı ki bilim ve felsefe çalışmasının kendisi bir devrimdi. Eğer bir sosyal kesime mal edilecekse bunların klasik uygarlık değerleriyle haşır neşir olanlardan yana değil özgürlüğe, eşitliğe, demokrasiye en çok ihtiyacı olanlardan yana olduklarından da kuşku duyulamaz. Nasıl ki devlet tekeli eliyle ekonomiye yeniden hakimiyet sağlandıysa, ideolojik tekel hareketi de benzer biçimde etkileyici oldu. İsyanlar hem siyasi hem ideolojik hem de ekonomik sahada çok kapsamlı eylemlerle bastırıldı. 18. yüzyılın sonunda sadece ekonomik tekel cephesinde (sanayide) değil siyasi (Fransız İhtilali) ve ideolojik cephede de (milliyetçilik ve ulus-devlet) kazanıldı. Kaybedenler Hıristiyan Katolizmi, eski tarz monarşi, imparatorluklar ve hümanizmdi. Ekonomi nasıl karşıtı olan tekelciler tarafından yutulduysa, demokratik hareketler ve uluslarda ulus-devlet ve milliyetçilik tarafından yutulma sürecine alındı. Aristokrasiye ve Katolik kilisesine tüm Hıristiyanlığa düşen ise eskisi kadar itibarlı olunmasa da yeni efendilerle çıkar karşılığı ittifak tazelemek mümkün olduğu kadar elverişli koşullarla uzlaşmaktı. Demek ki 19. yüzyıla kadar sadece yeni ekonomik tekellerin zaferi söz konusu değildir. İdeolojik zaferde en az onunun kadar önemliydi ve kazanılmıştı.”
19.yüzyıla giriş yaparken liberalizm gerekli argümanlarını sağlayarak kurumlaşmalarını tamamlayıp kapitalist modernitenin resmi ideolojisi haline gelmiştir. Devlet sistemi olarak ulus-devlet hâkim kılınmış, sanayi devrimiyle gelişen endüstriyi tek hedefi kazanç olan endüstriyalizme dönüştürmüştür. Dine karşıtlık adı altında ondan daha dogmatik olan laikliği geliştirerek toplumdaki ahlak olgusunu zayıflatmıştır. Devlet, toplum ve birey ilişkisini yeniden ele alarak kendi çıkarlarına göre yeni bir hukuksal düzen getirmiştir. Var olan ekonominin içini boşaltarak ekonomizm haline getirmiştir. Toplumu ayakta tutan ahlakın içini boşaltıp üç S’lerle toplumu yozlaştırmıştır. Ulus-devletin temel ideolojisi olan milliyetçiliği geliştirerek halklar arası kırımlara sebebiyet vermiştir. Batı Avrupa merkezli modernite çevreye yayıldıkça çok yönlü savaşlara yol açmıştır. 20. yüzyılın ilk yarısında gerek hegemonik güçler arasındaki savaşlar gerekse sınıf ve uluslararası savaşlar klasik liberalizmin yaşadığı krizin temel göstergeleridir.
1930’larda yaşanan ekonomik kriz sonucu sosyal liberallerden olan Keynes’in ekonomi tezi öne çıkar. Bu tezlerin özü iki nokta da çözüm bulma çabasıdır.
Birincisi; üretim araçlarının mülkiyetinin devlet denetimine bırakılmasıdır.
İkincisi; sınıfların iktisadi ve toplumsal sorun yaşadığı durumlarda devletin aracı rolünü üstlenip çözüm bulmasıdır. Uygulamalı Keynesçilik ilke olarak “sermayenin mantığı” ile “işçi sınıfının mantığını” barıştırma çabasıdır. Bu sosyal liberal anlayış çözüm olmamış ve 1960’larda darbelenerek 1980’lere gelindiğinde yerini Neo-liberalizme bırakmıştır.
2.Dünya savaşından sonra temelleri atılan Neo-liberalizm 1960’da özgürleşme teorilerine karşı güvensizlik gelişince bedavadan puan toplayarak bu tarihlerde federal Almanya’da okulunu kurmuştur. 1978’lerde Neo-liberalizm radikalleşen burjuvaların avukatlığına soyunarak bunları piyasayı olumlayan “görünmez el” olarak tanımlamıştır. Sonuçta 1978’de federal Almanya Ekonomi Bakanlığı Bilim Kurulu, Neo-liberal politikasını ortaya koymuştur. Bu dönemde İngiltere’de Margaret Thatcher ve ABD’de de Ronald Reagan Neo-liberal politikalara dayanarak iktidara gelmişlerdir. Bu politikalara göre devlet genel olarak ekonomiden elini çekecek ve özelleştirmelerle devlet baştan başa kapitalistleşmiş olacaktır. Piyasalar yeniden hükmünü icra edecek ve işleyiş mekanizmasına dokunulmayacaktır. Önderliğimizin Neo-liberalizme ilişkin bir değerlendirmesiyle bu tarih bölümünü bitirelim:
‘Tam resmî ideoloji denmezse de ona yakın bazı ideolojik eğilimler daha da belirdi. Liberalizm, burjuva bir eğilim olarak devleti fazla etkileyemedi. Sosyal demokrat denemeler de aynı akıbeti yaşadılar. Sol ideolojiler her ne kadar iktidar karşıtı olduğunu söyleseler de devletçiliği aşacak ufuktan yoksundular. Tüm bu ideolojiler iktidar ilişkilerinde nasıl bir rol oynadıklarını ortaya koymakla gerçek karakterlerini ortaya çıkarttılar. Bu gerçeklik kapitalist devletin meşruiyeti için ciddi bir tehditti. Artık kitleleri etkileyebilecek, ciddi yeteneklerden yoksun kalacaktı. Halk muhalefetleri, devlet odaklı olmayan akımlara, yöneleceklerdi. 1968 devrimciliği birçok eksiklik taşısa da bunun yolunu açmıştı. Yeni soldan tutalım feminizm, ekolojik hareketler ve yerel kültür akımlarına kadar geniş bir yelpazede devlete karşı yeni bir muhalefet tarzı gelişti. Sistemin kaosa girmesinde en temel etken buydu. Diğer yandan artan çevre sorunları tavizler politikası sonucu ücretlerin yükselişi yığınların yoksulluğundan ötürü talep yetersizliği, maliyet ve arz fazlalığına yol açıyordu. Sistemin iç çelişkileri ABD-AB-Japonya ekseninde artmıştı. 1980’ler sonrası Neo-liberalizm bu yeni kaotik bunalıma, çare olarak ön görüldü. 1990’da Sovyetlerin çözülüşü sistem için başarı değil, bunalımı arttırıcı bir etkendi. Neo liberalizmin yeni küresel hamlesi bu koşullar altında gündemleşti. Tekelleşen medyanın ağır bombardımanı altında sahte paradigmalar üretilmeye çalışıldı. Sistem için yeni hedef belirlemeye yönelik teorik inşalar hızlandırıldı. Komünizm yerine “uygarlık çatışması” revaçta olan görüştü. Özellikle İslam coğrafyada kurulu rejimlerin sistemin çıkarlarıyla bağdaşmazlığı gittikçe öne çıkıyordu.’
Sonuç olarak liberalizm; kendini orta sınıf öncülüğüyle yenilemiş, kapitalizmin ideolojisi olarak varlığını çok yönlü ifadeye kavuşturmuştur. Liberalizmin sınır tanımayan yayılmacı zihniyet ve yapılanmasına karşın toplumların demokratik karşıt örgütlenmeleri de kendi ideolojik yapılanma ve politik örgütlenmelerini geliştirmişlerdir. Derinleşen ve yayılan liberalizme karşı demokratik politik örgütlenmelerin zihniyet yayılması, örgütlenmeleri de at başı gelişmiştir.
Şehit Zilan Akademinin Kaleminden