Sen hiç ay bir bulutun ardında saklanırken bekledin mi onu hasretle? Ay çırılçıplak soyunduğunda kovmak istedin mi onu saklayan hayâsız bulutları? Peki ya gökyüzü berrak, yeryüzü acımtırak olduğunda hangi gerçekle saklambaç oynuyordun? Hangi acıtan hikâyenin göğüs kafesine başını gömdün. Sen de çocukken korktuğunda saklanır mıydın? Çıplak ayak ile çamurda yürümek mutlu eder miydi seni de? Ve yasak bir meyveyi dalından koparmanın, o dayanılmaz sevincini sen de yaşadın değil mi? Büyüdün diye çok kızdın kendine öyle mi? Şu dünyada insan her şeye direnebilir ama zamanın geçmesine direnemez. Çocuk kalmakta ayak diretemez. Bir de insan yaşadığını asla unutmaz. Yani hafızasını silemez. Ölen civcivlere mezar kazıp arkalarından ağlar mıydın sen de? Evet, biz çocukken ölen civcivi mezara koyup ağlardık arkasından.
Mezar bir vedaydı. Sonrası dokunulmaz bir kutsaldı. Bu bizim yarattığımız bir şey değildi, insanlık hafızasında böyle kodlanmıştı. Kindar zebanilerin çağında nasıl da özlüyor insan çocukluğunu değil mi? Gel çocukluğumuz! Gelirsen çadırını kuracak gönlümüze bütün güzellikler. Gelirsen bütün pişmanlıklar bir mezar kazacak kendine. Günlerdir azap içinde okuyoruz mezarların parçalandığını, cevabını bulamadığımız sorular sorup duruyoruz kendimize. Bir ölüden ne istenebilir ki? Bir ölünün mezar taşını balyoz ile kıracak bir el nasıl bir eldir ki? Yok, insanlığın havsalasında yok böyle bir şey. Faşizme bile “ben kötülüğün bu kadarını düşünemedim” dedirttiler.
Ölüler bile uykudan sıçradı. Aslında ölülerimize bunu yapmalarının tek sebebi var, yaşayanları bin kez öldürmek… Tekrar tekrar öldürmenin hevesi var AKP faşizminde. “Pes edin, artık pes edin” diyorlar her eylemlerinde. Biliyorlar pes edersek insanlık tamamıyla ölecek ve kana susamışlar vampirliğini özgürce yaşayacak. Bunlar kanımıza doymayan, ölülerimizin etini çiğneyen vahşilerdir. Hiçbir gerekçe bunları affetmemize yetmeyecektir.
Türk devletinin faşizmi insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bir aşamada seyretmeye devam ediyor. Biz her seferinde hayret edip insan olmaktan utanıyoruz, her seferinde büyüklerin vahşeti karşısında çocukluğumuza sığınıyoruz. Ve her seferinde anlıyoruz ki biz bu dünyanın çocuk kalmış ulusuyuz. Ve şaşırmaya devam edeceğiz. Kalbimizi avuçlarında sıkıyorlar, sanıyorlar ki biz öyle öleceğiz. Kutsallarımızı parçalıyorlar, sanıyorlar ki dağlanacak ruhumuz. Bilmiyorlar ki bizi biz yapan acılarımızın bize emanet ettiği direnişle yaşıyoruz. Ah bilseler, bizi öldüremez onların öldürmeleri. Bilseler, anlam ölmez. Öldürüldükçe çoğalan bir rayihası var bu direnmelerin. Bu coğrafyaya sinen budur.
Bilmiyorlar, onların vahşi çağında direnişçi olmaktır bizim kaderimiz. Bilmiyorlar ki onların vurması daha inatçı bir gerçek yapar bizi. Bilmiyorlar ki ölmediysek daha büyük yaşarız. Bu topraklarda direnmek kutsaldır ve kutsanan ölmez. Kemiklerimizi yeryüzüne serpseler de hayallerimize dokunamazlar ve ölen hayallerimiz değil, bedenlerimizdir. Acizler. Dokunamayınca tahayyül ettiğimiz diri fikre, avuçlarında ölü bedenimiz kalıyor. Yazık, çok yazık; bu zavallılığın bir adı bile yok. Her şey çok yalın aslında. Çünkü zulüm, çıplak ve zavallıca bu ülkede. Babek parçalandı da fikri mi öldü? Şeyh Bedrettin darağacında öldü de zikri mi yok oldu? Ve şimdi cellât soruyordu Bedrettin’e; “rengin niye sarardı” diye. Ve ölüler bir ağızdan bağırıyor; “Güneş de batarken sarıdır” diye. Mezar taşımızın zerresi bile kalmazsa yine susmayacak ruhumuz…
Bunu en çok siz biliyorsunuz. Vurun, öldüm diyen namerttir. Ölmeyecek mezarlara gömülen bedenlerin ruhu. Ve siz ölülerimizle savaşırken küçülüp yok olacaksınız.
Ruken Eylem