2987… Bu öylesine bir sayı değil. Bu sayının içinde kapanmayan bir yara var. Bu, 3 Ağustos 2014’te DAİŞ’in Şengal’e saldırıp, kaçırdığı insanlardan bugüne kadar haber alınamayanların sayısı. 2987 Ezîdî 7 yıldır, yaşama düşmanlığın zamane adresi DAİŞ’lilerin elinde. Akıbetleri bilinmiyor. Yaşıyorlar mı, yaşıyorlarsa neredeler? 2987 Ezîdî 7 yıldır nasıl bir karanlığı yaşıyor, hangi hücresinde saklıyor kendine ait olanı, neleri kabul etmek zorunda kalıyor bilemiyoruz. Hala tespit edilemeyen kimbilir kaç toplu mezarda yüzlerce Ezîdî… Kaçırılan köle pazarlarında satılan binlerce Ezîdî, ev kölesi-cinsel köle olarak Şengal’den Rakka’ya kadar o erkekten bu erkeğe satılarak işkence edilen binlerce Ezîdî kadın…
Ferman olarak adlandırıyor Ezîdîler, 3 Ağustos’la başlayan bu soykırım sürecini. Daha önceki 73 fermandan biliyorlardı düşmanın vahşetini. Bir daha fermanla karşılaşacaklarını da biliyorlardı ki bilge analar eskilerin kara bir ordunun geleceğine dair kehanetini anlatmaya devam ediyordu. Ama bu ferman, diğerlerine hiç benzemiyordu. Kötülüğün kör kuyusundan çıkan cehennem zebanileri, kendi cennetlerini kanla kurmaya ant içmişlerdi. Müslüman olmayanların kanı en makbulüydü. Belki böylesi bir kötülüğü tahayyül edemedikleri için Ezîdîler, yeterince tedbir almadılar, Şengal’deki askeri güçlerin varlığına güvendiler, komşuluklarına, kimseye zararlarının olmamasına güvendiler. Müslüman komşularının, gelmezler, gelseler de koruruz sizi sözlerine öylesine inandılar ki… Yine de silah istediler askeri güçlerden ne olur ne olmaz diyerek. Vermediler. Merak etmeyin biz sizi koruruz gerek yok silahlanmanıza sözlerine öylesine inandılar ki… Sonunda cellat geliyorum diye diye geldi ve katletti, işkence yaptı, kaçırdı, köle yaptı… Kirvelerinin, komşularının evlerine sığınanların katili komşuları oldu. Sizi koruruz diyen askeri güçler bir kurşun bile sıkmadan kaçtı. Direnebildikleri kadar direndiler. Kaçabilenler kaçtı arkalarında yüreklerini bırakarak. Esir düşenler oradan oraya sürüklenip, köle pazarlarında satıldıklarında kötülüğün kör kuyusundan meleke tavusa sığındılar. Şengal’e dönebilme umuduyla yaşama tutundular. Ezidîlerin yaşadığı 74. Fermanın üzerinden 7 yıl geçti. Ferman’ın yaraları sarıldı mı, her yara kapanabilir mi?
Ezîdîlerle yapılan röportajları okuduğumuzda, anlatılanları dinlediğimizde öne çıkan bu ortak noktalar, ferman’ın sadece öncesini değil sonrasını da şekillendiren düğüm noktaları. Rakka’da DAİŞ’in elinden kurtarıldığında ilk sorusu Şengal’in nasıl olduğunu soran çocuğu herkes hayranlıkla izlemişti. Bu çocuk gibi binlerce Ezîdî çocuğu bugün Ezîdîlerin kapatıldığı kamplarda işsizliğin ve çaresizliğin pençesinde intihara sürüklenme potansiyeliyle yaşıyor. DAİŞ’in elinden kurtarılan kadınlar çocuklarına kavuşturulacakları vaadiyle Avrupa’ya yönlendiriliyor. Açlıkla terbiye edilmek istenen Ezîdîler, kendilerini savunmasız bırakıp kaçanların çıkar siyasetine alet ediliyor. Ezîdî kadınların dramı üzerinden vicdan gösterileri yapılmaya devam edilirken, STK’lar posttravma terapisi, rehabilitasyon yarışına girmişken; örgütlenen Ezîdî kadınları zincire vuruldukları Şengal sokaklarında yürüyerek kaybettiklerini anıyor, cellatlarımızı biz yargılayacağız diye haykırıyor.
Soykırım hafızasının derinliği içinde düşündüğümüzde nasıl sonuçlar çıkarabiliriz? Rêber Apo, Kürtlerin kültürel soykırım içinde olduğu tespitini yapıp, bu kültürel soykırımın boyutlarını ve derinliğini 5. Savunmasında ele alıyor. Kürtlerin maruz bırakıldığı kültürel soykırım, fiziki soykırım ile iç içe gelişen bir karaktere sahip. Ulus devletçiliğin 20.yy’da ulaştığı zirveyle ırkçılığın, milliyetçiliğin, cinsiyetçiliğin sürekli işletilerek bir soykırım rejimine dönüştüğünü sadece yazılı kaynaklarla bile kolaylıkla tespit edebiliriz. Ulus-devletçiliğin tekliğine sığmayanların nasıl yok edilebileceğinin, sindirilebileceğinin laboratuvarı oldu dünya. 1915-17 Ermeni-Süryan-Keldan, 1937-38 Dersim, 1933-1945 Yahudiler, 1986-89 Enfal, 1994 Ruanda, 1995 Bosna Hersek, 2014 Şengal… Dile getirilmesi bile çok ağır olan bu soykırım pratiklerinin her biri toplumsal hafızada derin yarıklar oluşturdu. Açılan yaralar tamir edilebilir yaralar mıdır, tazminatla onarılabilecek hasarlar mıdır? Görüyoruz ki hayır. Soykırımın etkileri zamanla, mekanla, failler ve bir fiil mağdurlarla sınırlı değildir. Mesele faillerin tek tek yargılanması meselesi de değil. Bu soykırımlara sebep olan sistemin topyekün tespit edilmesi, mahkum edilmesi ve yok edilmesi gerekiyor ki hesabı sorulabilmiş olsun. Yoksa soykırım rejimi devam ettikçe kapanmış gibi görünen her yara açılıyor her fırsatta, hesabı sorulmuş gibi görünen her mağduriyet esas mağduriyetin boyutlarını gizlemeye yarıyor. Bu yüzden oldu bir hata, affedin, tazminatınızı verelim aymazlığından; özür dileyin, yargılayın, barışalım naifliğinden çok başka araçlara ihtiyacımız var. Neredeyse her soykırıma dair sürdürülen yüzleşme, özür dileme, tazminat ve yargılama eksenli girişimlerin tıkandığı nokta toplumsal hafızada oluşan yarılmaların nasıl aşılabileceği. Rêber Apo’nun tanımladığı soykırım kıskacı, mekana ve zamana bağlı kalmadan toplumsal varlığı sürekli hedefleyen bir kıskaç. Bu kıskaçtan çıkmanın yolu toplumun kendini fiziki ve kültürel olarak savunabilmesinin duygusunu, zihniyetini ve mekanizmalarını oluşturmaktan geçiyor.
Bu perspektifle ele aldığımızda uluslararası kurumların, devletlerin Ezîdî soykırımına yaklaşımlarının mağduru mağdur olarak tanımanın ötesine geçmediğini görüyoruz. Ezîdîlerden bekledikleri de soykırım kurbanı kimliğinden çıkmamaları. Ta ki yeni bir fermanla karşılaşana kadar. Bu yüzden bugün bazı devletlerin Ezîdî halkının kendi savunma, yönetim sistemlerini oluşturmalarına, özerklik inşalarına destek vermezken, 3 Ağustos’u resmen Ezîdîlere dönük bir soykırım olarak tanımaları bir çelişki olarak görünmüyor. Binlerce DAİŞ’linin uluslararası mahkemelerde yargılanmasının yolu açılmadığı gibi, uluslararası güçlerin soykırımdaki rolü görünmez kılınmak isteniyor. Bu soykırımda rolü olan herkesin yargılanması, sistemin teşhir edilmesi soykırımla mücadelenin bir boyutu. Ancak soykırım kıskacından çıkmanın, yaralarını sarmanın esas yolu Ezîdîlerin kendilerini örgütlemelerinden, savunma sistemlerini oluşturmalarından geçiyor. Bir çözümü varsa yaraları sarmanın, bir yolu varsa hesap sormanın bu rehabilitasyon merkezlerinde, kamplarda, uluslararası mahkemelerde değil YJŞ’de, Asayiş’te, Şengal Halk Meclisinde, TAJÊ’de, Ezîdîlerin kökleriyle olan bağlarının güçlenmesinden geçiyor.
74. ferman’ı en yakıcı, en derin haliyle kadınlar yaşadı. Bu yüzden soykırımın tanınması üzerinden bir şeyler yapmaya çalışan, Ezîdîlere “yardım etmek” isteyen herkesin öncelikle Ezîdî kadınların DAİŞ’lileri ancak biz yargılarsak bir anlamı olur bizim için demelerini doğru okumaları lazım. YBŞ-YJŞ, Asayiş güçlerinin varlığını neden cansiperane savunduklarını, lağvedilmeye çalışılmalarına karşı başta kadınlar olmak üzere neden itiraz ettiklerini görmeleri lazım. Özel pasaportlar çıkararak Ezîdî kadınlarını, çocuklarını Avrupa’ya taşıyan yardımseverliğe ihtiyacı yok Ezîdî halkının. BM’de iyi niyet elçiliği ünvanlarına da, soykırım mağdurlarına imkanlar açarak günah çıkartılmasına da… Unutmak değil, hatırlamak; penaber olmak değil toprağına sarılmak; devletlerden koruma beklemek değil, soykırım tehdidine karşı askeri, siyasal, kültürel, ekonomik savunma mekanizmalarını oluşturmak soykırım kıskacından çıkmanın, son Fermanın hasarlarıyla baş etmenin en sağaltıcı yolu.
Zilan Narin