Eski uygarlık sisteminin derinleşen ve süreklileşen bunalımıyla yeni uygarlıksal çıkışın belirginleşmediği bu geçiş aşamasına Demokratik Uygarlık Çağı demek uygun düşmektedir. 20. yüzyılın sonunda bir uzlaşma rejimi olarak demokratik yönetimlerin hakim duruma geçmesi keyfi bir tercih olmayıp, yaşanılan koşulların bir sonucudur. Bu duruma gelinmesinde kapitalizmin faşizm seçeneğiyle, reel sosyalizmin totalitarizminin iflas etmesinin belirleyici payı vardır.
Kapitalizmin faşizm tercihi sadece Hitlerci biçimiyle değerlendirilemez. Bu, kapitalizmin toptan gericileşmesinin kanlı rejim gerçeğinin, sermaye olarak da finans sermayesinin egemen hale gelmesinin doğurduğu bir süreçtir. Sadece kapitalizmin merkezlerinde değil, çevre ilişkilerinde ve kenar ülkelerinde de yaygınlaşmaya çalıştığı bilinmektedir. Faşizmin tarihin tanıdığı en sert rejim olması; çöküş koşullarının verdiği ürküntü, milliyetçiliğin dinsel taassubu bile geride bırakan şoven karakteri ve sosyalizmin bir sistem olma ihtimalinin güç kazanmasından ileri gelmektedir. Başarısızlığının temelinde ise, genelde insanlığın kazandığı özgürlük düzeyiyle bilimsel-teknik devrimlerin başarıları yatmaktadır. Bu durum kapitalizmi yeni seçeneğe zorlamıştır. Faşizmin topyekün zaferi mümkün olmadığına ve çöküş de kabul edilemeyeceğine göre, uzun süreli bir uzlaşma sistemi kaçınılmaz olmaktadır. Bu uzlaşma rejimine demokrasi denilirken, fazla yabancısı değildir. Özellikle teknik devrimin büyük başarıları, demokrasinin sadece dayanmakla kalmayıp gelişmeyi en çok sağlayan rejim olduğunu kanıtlaması, kapitalizmin artan güvenine yol açmaktadır. Demokrasi, baştaki sınırlı uygulamalarına karşılık, 20. yüzyılın sonlarında evrensel bir sisteme gidişin en uygun yaşam ve yönetim biçimi olarak kabul görmekte ve giderek yaygınlaşmaktadır.
Reel sosyalizmin totaliter yönelmesi, sosyalizmin daha da ilerletmesi gereken özgürlük ilkesiyle çelişmektedir. Bireyin toplum adına eritilmesi eşitlik amacına bağlansa da, burjuva liberalizmi kadar yaratıcı kılamayacağı ortaya çıktığında başarısızlığı kaçınılmazdır. Kölelikte en mükemmel eşitlik vardır. Kölelikte olmayan şey özgürlüktür. O dönemden beri insanlığın en önemli tüm eylemleri biraz daha özgürlük için olmuştur. Reel sosyalizm, bir tür zamana uydurulmuş Sümer rahip rejimidir. İlk kolektif köleliği Sümer rahipleri gerçekleştirmiştir. Bu bir tür devlet köleciliği olmakta ve reel sosyalizmin devletçiliğine çok benzemektedir. İster sağ ister sol adına gerçekleştirilsin, devlet temelinde kurulan sistemlerin belki eşitliğe hizmeti olabilir, ama bu mutlaka birey özgürlüğünün feda edilmesiyle mümkündür. Devletin kendisi, sınıflı toplum koşullarında özgürlüğün inkârıdır. Daha da yoğun ve çok genişlemiş bir uygulama olarak, reel sosyalist devletçilik birey özgürlüğünü kapitalizmin çok gerisine düşürmüştür.
Özgürleştirmeyen rejimlerin özgürleştiren rejimler karşısında başarılı olmasının zor dışında başka bir yolu olamaz. Sovyet sistemi esas olarak bu noktada kaybetmiştir. Tabii bu gerçekliğin arkasında ideolojik kimliğin yanlışlıkları yatmaktadır. Birey kimliğini kapitalizm kadar özgürleştiren bir felsefi yaklaşımı gerçekleştirmeden ve bunu gerçekçi bir eşitlik anlayışıyla bütünleştirmeden, yeni bir uygarlıktan bahsetmek ağır bir yanılgıdır. Kaba materyalist bir felsefeyi de yaşam kılavuzu olarak aldıktan sonra, kendini yeni bir kölelik düzeniyle karşı karşıya bulmak kaçınılmazdır. İnsan yaşamı gibi son derece karmaşık bir olguyu birkaç kaba materyalist klişeye indirgemek, güdülerine mahkûm insanı yaratmanın kapısını ardına kadar açmış olacaktır. Sovyet deneyimi biraz da bu gerçekliğin kanıtıdır. 20. yüzyılın şahlanan her türden milliyetçiliği ise, çağdaş kabilecilikten başka bir içeriğe sahip değildir. Nicel ve nitel olarak büyümüş kabilecilik olarak, milliyetçiliğin yeni bir uygarlığa katkı sağlaması beklenemez. Çağdaş demokrasiyi çözümlerken, bu temel gerçeklerle ilişkili olarak bakmak gerekir. Nükleer dehşet dengesinde en totaliter devletçilikle bütün insanlar asker ya da işçi olurlar. Sınıflı toplumun katlanılabilir tüm ölçülerini aşan bu gelişmeler, tıkanmış devrim ve karşı-devrim yapılanmaları olup, normal rejim işlevini göremezler. Ne herhangi bir devrim ne de karşı-devrim böylesi yapılanmalarla uzun süre ayakta kalabilir. Kalamayacağı da çok sayıda örnekle güçlü bir biçimde kanıtlanmıştır.
Demokrasiye ilişkin birçok tanımlama yapılabilir. Sınıf karakteri, uzlaşmacılığı, barışçılığı üzerinde uzun boylu durabilir. Teorik ve pratik gelişmesi derinliğine açımlanabilir. Kendi başına bir uygarlık sistemi olmadığı da belirtilebilir. Fakat ilk defa tüm halklar, kültürler, ideolojik, ekonomik ve politik tercihler adına en kapsamlı bir arada barış içinde gelişme ve yarışma olanağının çok yetersiz de olsa gerçekleştiğini söylemek mümkündür. 20. yüzyılın sonunda zaferi kesinleşen demokrasinin dar sınıf karakterini aştığını belirlemek büyük önem taşır. Bu döneme kadar uygulanan tüm demokrasiler dar bir sınıf damgasını taşırlar. Demokrasinin biçimde de olsa tüm resmi yurttaşları kapsamına almadığı, dar bir zengin yurttaş topluluğunun yönetim biçimi olmaktan öteye gidemediği söylenebilir. Bir nevi ilk Athena demokrasisi gibi sınıf gerçeklikleri esastır. Fakat 20. yüzyıl sonunda kesinleşen demokratik sistem bu darlıkları ileri düzeyde aşmış bulunuyor. Sadece sınıf kapsamını genişletmekle kalmıyor; en geniş düşünce, inanç, kültürel yaşam, ekonomik farklılıklar, siyasal partileşmeler gibi temel alanlarda özgür ifade ve örgütlenmeye olanak tanıyor. Bütün karşıtlar zora başvurmaksızın kendilerini değiştirme ve geliştirme şansına az veya çok sahipler. Burada sınıfsal ve ulusal, düşünsel ve inançsal, ekonomik ve kültürel, sosyal ve siyasal alanlarda karşıt mücadele ve dayanışma bitmiyor. İlişki ve çelişkiler dondurulmuyor. Sadece barışçıl biçimlerde ve geçerli yasalara bağlı olarak yürütülme dönemi doğuyor.
Önder Apo
Demokrasiye ilişkin Önder Apo’nun değerlendirmeleri