Uzak yollara bakıyor sanki beklediği var. Gözleri acıyla, hasretle ama inadına kırpışıyor. Yok, sanki ufka dalıyor diyorum içimden. O şimdi burada değil. Anılarına takılmış, başka bir zamana taşımış kendisini. Hiç uzaklaşmak istemediği bir gitme arzusu düşleri. Yüzündeki derin çizgiler, hayatın tecrübesi bunun mümkün olamayacağının bilgisini taşıyor. Acı ve bekleyiş… Umut, umut… yaşıyor kendi gerçeğini.
Güneş yanığı yüzü kederle gölgelense de yıkılmamış bir şeyler var bakışlarında. Tomurcuğa duran filizler gibi, telaşla koşan çocuklar ya da sabahın ilk ışıklarını beklerken cıvıldayan küçük kuşlar gibi. Ellerimi uzatıyorum, belli belirsiz bir şeyler mırıldanıyor yaşlı adam, daha fazla sokuluyorum ona. Beni çeken bir sırrı var, onda beni bekleyen bir gerçek, belki de gerçekten daha fazla olan bir şeyler var.
Temmuz’un sıcağında bir meşe ağacının altında oturuyoruz şimdi, ona yetişmek için ardından koşarken dağılmış saçlarımı topluyorum örüklerle. Ellerim ellerine uzanıyor, başım omzuna. Sanki annemin göğsüne, sanki babamın kollarına dayıyorum başımı… Anlayamadığım bir güvenle doluyor içim ve dalıyorum başka zamanlara. Uyuyor muyum, uyanık mıyım, bilmiyorum. Sıcak bir rüzgâr esiyor. Çok uzaklardan gelen bir sesle, “yıllar önceydi” diye anlatmaya başlıyor. “Bir yemin vardı kan üzerine, kardeşlik üzerine.” Yıllar önce, yok öyle çok uzun bir zaman önce değil, dün gibi yakın bir süre. Yıllar önce. Daha çağ yıkılmamıştı o zamanlar. İnsanlar birbirlerinin uğruna can verecek kadar yürekliydiler. Dünyayı bir ütopya sarmıştı ki anlatılmaz. Düş çocukları doğmuştu. Sanki beklenen meshiler her ülkede yeniden dirilmekteydi.
Benim ülkemde de yeniden diriliş başlayacaktı. Tarih hükmünü vermişti. Yaşanacaktı. 6 kişi güneşin doğduğu yer diye bilinen bir mekânda, bir su kenarında yemin içmişlerdi. Oyun arkadaşlığı gibi, kimse yalnız bırakmayacak, terk etmeyecek, kaçmayacaktı. Kan yemini. Doğrucu olacaklar, gerçeği arayacaklar ve hak ettikleri gibi yaşayacaklardı. Kader denilen kara yazıya karşı çıkacaklar yani insanlığın başını yiyen çok başlı canavara yenilmeyeceklerdi. Yemin etmişlerdi; doğanlara topraklara geri dönecekler, unutulmuş kavimlerinin ismini taşıyacak, çocuklarına kendi isimlerini verecek ve özgür doğacak, yaşayacaklardı. Kimse gibi olmadan, kendilerine ait olarak ve yok olmadan. O zamanlar kimseleri yoktu. Bir elin sayısını geçmeyen bu topluluk bin bir maskeli tanrılara karşı özgürlüğün, onurun savaşımını yürüteceklerdi.
Kulaktan kulağa aktarılan sır; bir ülkenin, güneşin çocuklarının tutsak edilmiş olduğunu fısıldıyordu. Nefesler tutulup kelimeler söyleniyordu. Alçak sesle dile gelen bu kelimeler beyin ve yürek fırtınasını başlatıyordu. Herkesin bildiği bir gerçek cesaretle, inatla dile geliyor ve bin yıllardır süre gelen lanet çözülüyordu.Kürdistan diriliyordu. Ülkem can buluyordu. Topraklarım şenleniyordu. Nasıl ki her şey kendi karşıtını besliyorsa, yılan fareyi, fare yılanı ihanet kahramanlıkları zorluyordu. Nasıl ki yeni, var olanı yadsıyarak doğuyorsa, yitirilme, yok oluş yeniden doğuşu gerekli kılıyordu. Kaçış geri dönüşü, nefret sevgiyi, kötülük iyiyi, çirkinlik güzelliği çağırıyordu. Başka türlü var oluş mümkün müydü?”Şaşkın gözlerle yaşlı adamın alnının kırışıklıları arasından süzülerek akan terleri seyrettim bir süre. İhtiyar adam karşımda bir bilge olmuştu. Söylediklerini anlamam çok zordu ve ben kendimi zorladıkça içimde gizli bir heyecan, dolu dizgin tüm bedenimde geziniyordu. Gözlerime baktı bir an.. yalnızca biran.. ela gözleri tutuşmuş yanıyordu. Annem geldi aklıma, annemin gözleri de elaydı. Bana annem gibi bakmıştı. Ben daha konuşmadan beni anlayan, gözlerimden ruhumu okuyan ve asla yanılmayan…
Sorduğu sorunun cevabını yine kendisi verdi: “mümkün olur mu hiç” dedi üzerine basa basa. Ve anlatmaya devam etti. Bazen öfkeli, bazen hazin bazen de umut, sevgi dolu bir sesle. “İşte” dedi; “karanlık aydınlığı buz tutmuş yürekler sıcağı arıyordu. Yurtlarından, topraklarından uzakta sözleşen bu bir avuç insan arkalarında bırakarak verili yaşamı ülkelerine döndüler.” “Çöl gördün mü sen, çöl” diye aniden sordu. Yine cevap vermemi beklemeden devam etti ihtiyar. “Döndüklerinde topraklarına, insanlarına işte bir çöl buldular. Görünürde tek bir kaynak yoktu içmeye, insanlar yaşama ayakta gezen ölü gözlerle bakıyorlar, sanki acıya katlanmak için yaşıyorlardı.
Onlar yemin etmişlerdi… Ülkelerine, bu çorak topraklara, bu çölleşmiş yüreklere kaynak olacaklardı. Yaşam gelecekti. Bu sahipsiz ülkeye dağıldılar, her biri ülkenin bir ucuna kutsal bir mesaj taşıyan havariler gibi ayrıldılar.
Beyin ve yüreklerde başlayan fırtına artık unutulmuş, unutturulmuş Kürdistan’ı kasıp kavuruyordu. Bitti, öldü, üzerini betonladık denilen bir zamanda betonları parçalayan bir dal yeşeriyordu. Ayaktaki ölüler sanki geçen bin yıllardır bir işaret beklemişler ve o an şimdi gelmişti, tarihin kritik bir aşamasında görülmeyen, inkar edilen ve daima ihanete uğramış insanlara kendi öz evlatları sahip çıkma cesaretine ulaşmıştı. Bu bir ret, intikam ve cevap olarak Kürdistan halkının öz savaşımının başlangıcıydı. Hummalı bir çalışma… Kapı kapı dolaşılıyor, inkâr edilip horlanan insanlar ciddiyete kavuşuyor ve tek bir insan bile hafife alınmadan bir şeyler yapabileceğine dair umut aşılanıyordu.
Umut!… Her şeyden değerlidir, onunla kaybettiklerini geri kazanma cesaretin oluşur. Tüm karamsarlığa ve ölüm felsefesinin karşısına yaşam umudu dikiliyordu. Kürdistan, özgür yaşam, öncelikle insanların, kadının, erkeğin, çocuğun ruhunda, yüreğinde kazanılıyordu. Artık her insan bir mevzi, bir silah, bir kaynak olacaktı.
Ama tarihe hükmettiklerini düşünenler ve bu toprakların şenlenmesinden korkanlarda vardı. Tanrılar her zaman korkmuştur uyanan insandan, ki onlar hep kendi seslerini duymak, kendilerine görmek isterler. Buna karşı gelenlere zulüm ederler. Buna karşı gelenleri işkenceler bekler. Kara zindanlar…
O zamanlar halkların çocukları isyanlardaydı. Ve zalimi, yalancıyı, hükmedenleri bir korkudur sarmıştı. Verdikleri hükme karşı çıkanlar vardı. Buna ‘dur’ diyeceklerdi. Aynı masallarda, efsanelerde olduğu gibi… kötülerle iyiler karşı karşıya geleceklerdi. Bin bir emekle ekilen umut kırılmak istenecek, Kürdistan’ın özgür yaşam çıkışı yeniden kuru topraklara, mezara çevrilmek istenecekti. Kürdistan’ın Kalbi Amed’de. Amed’i bir kara delik yapmaya çalışacaklardı” dedi ve sustu. Sanki saatlerce sustu.Konuşmasını istiyordum yine. O konuşunca, sesi yüreğimden geliyordu, bu hoşuma gidiyordu. Aradığım efsane canlanıyor, yaşamımın yol haritasına ulaşıyordum sanki. Hiç adını koyamadığım, tarif edemediğim tutkuydu bu.
Elimde olmadan “kara delik” diye tekrarlamıştım. Yüzüme baktı ve konuşmasına devam etti. “Kara delik” dedi; “şu gördüğün gökyüzünün ötesinde var olan, her şeyi içine çeken ve yutan boşluklardır. İşte Amed’de, Kürdistan’ın kalbinde böyle bir yer yapılmak isteniyordu. Bir halkın isyan bayrağının yükselişine tanık olmuş surların arkasında, taş duvarlar arasında umudun, uyanışın yok edildiği bir yer yapılmak istenmişti. Zindan, kara zindan.
Halkına, onuruna ve özgürlüğe sözleşmiş çocuklar bu zindan ardına alındı. Zordu. Onlar hala birer fidan, akmaya çalışan pınarlardı. İhanet, acı, işkence günler ve gecelerce dayatıldı. Üzerinde yaşadığımız coğrafyayı baskı ve amansız bir şiddet yağmalamaktaydı. Korku… Karanlık yüzü, acımasız bakışları ve ürpertici soluğu ile sokak aralarında geziniyor, kapıları çalıyor, kadını erkekten, anayı çocuğundan, umudu insandan uzaklaştırıyordu. Korkunun olduğu yerde özgürlük olmaz, özgürlüğün olmadığı yerde ise sevgi, huzur ve mutluluk yoktur. Korku yaşamın kendisi, baskı ve şiddet tek otorite yöntemi… Diyarbakır’da çocuklar! Taş duvarlar ardında, korkuya mahkum edilmek isteniyorlar. Sonra ihanet ve inkara…boyun eğmeye, vazgeçişe… Onur ayaklar altına alınıyor, insan gururu hiçe sayılıyordu. Mazlum, “sesimiz dünyaya duyurulmalıdır” diyerek ilk kibrit çöpünü tutuşturmuştu, sonra bedenini. Bu onurlu insan çığlığıydı. Ardından Ferhatgil, bedenlerini tutuşturmuş ihanete ve inkara karşı durmuş, Mazlumun arkadaşı olduklarını ispatlamışlardı.
Yemin bozulmamıştı…
14 Temmuz sabahı. Mahkemede savunma yapıyor 4 insan. Kendi savunmalarını değil, halklarını öz savunmasını yapıyorlar. Karar; özgür yaşam için ölümüne direnmek. ‘İnsan onurunu çiğnetmeyeceğiz’ diyorlar. Direniş çizgisi doğuyor Kürdistan’da. Zulüm ve inkara, baskıya ve ölüme, ihanete ve teslimiyete karşı Amed’de, yok oluşun merkezi yapılmak istenen yerde direnişin kalesi oluşuyor.
‘Başardık’ diyorlar, ‘başardık. 6 kişiyle başardık.’ Mazlum’a, Ferhatlara, Başkan APO’ya cevap olabilecek olmanın eşsiz coşkusunu, oyun kazanan çocukların sevinciyle kutluyorlar. ‘Başardık, 6 kişiyle başardık.’
Kararı M. Hayri Durmuş açıklıyor. Gözleri Amed gibi tutuşmuş, Kemal Pir tereddütsüz katılıyor karara, ardından Akif Yılmaz ve Ali Çiçek. Sonrasında her gün bayram havası. İnsan onuruna ve Kürdistan halkının özgür yaşam umuduna sahip çıkmış olmanın, verilen sözlere göre olmanın rahatlığı ve mutluluğu…Sonrasında her gün il il Kürdistan ve Anadolu’yu dolaşırlar birlikte. Bedenleri hücrede olsa da ruhları yani düşünce ve duyguları özgürdür. Tüm kaygılarından, korkularından, çıkarlarından arınmış insan özgürlüğü ile analara ağlamayın dediler şefkatle, eşkıyalara hükümran olamayacaklarını hırsla ve tüm dünyaya öyle kolay lokma olmadıklarını.
14 Temmuz ölüm orucunda bedenlerini eritirken onlar yok olmadıklarının bilincindeydiler. Tarihi eylemler ve kahramanlıklar kendiliğinden oluşmazlar. Tarihin gerekli anını yakalamak kadar, cesaret, fedailik ve kararlılık gibi vasıfları gerekli kılar. Soylu yaşamlar irade ve emekle yaratılır. Başarı çizgisini görmeden ve yüksek bir inanç taşımadan böylesi eylem gerçekleşemez. Onlar arkalarında bıraktıkları mirasın bir an için bile yerde kalmayacaklarına duydukları inanç ve her ne koşulda olursa olsun Başkan APO’nun çabalarına duydukları güvenle zaferi görmüşlerdi. Bu nedenle mücadele için bu kadar yüksek bir bedel öderken bile, ‘mezarlarına borçlu yazılmasını’ istediler. Böylesi bir eylemle yaşamın yolunu açtıklarının bilinciyle ‘uğruna ölecek kadar yaşamı çok sevdiler’. Bu APOCU felsefe, çizgi ve yaşam anlayışıydı.
Yeminlerini bozmadılar. Bu kutsal kan yeminiydi. Sonrasında bu yemine binlerce genç katıldı. Kadını erkeği bu yemine ortak oldular ve dağlara çıktılar. Onların en büyük düşü direnen, savaşan ve kazanan Kürdistan’ı yaratmaktı. Buna bugün her zamankinden daha yakınız belki. Şimdi şu temmuz sıcağında otururken ufukta onları ve zafer gülümsemelerini görüyor gözlerim. Yaşlılıktan mı bilmiyorum” dedi.
Ve elini başımın üzerine koydu. Biliyorum anlatacak daha çok şeyi vardı. Ama dolmuştu. Dokunsam belki ağlayacaktı. Ellerinden tuttum ayağa kalktık, yürüdük. İçimde yaşam tutkusunun çoğaldığını hissettim. Aradığım anlamlı yaşam için bir yol gösterilmişti ve ben sevginin nasıl kazanacağını öğrenmiştim. Mücadele etmeden yaşam onurlu değildi, tarihi olmadan insan bir hiç.
‘14 Temmuz Şehitleri ölümsüzdür’ diye haykırmak istedim. İhtiyar bunu anladı. Ve “14 Temmuz şehitleri için” dedi, “yüreğindeki ateşi hiç söndürme”.
Deniz Kara