Yazıya başlamadan önce okuduğum bir makaledeki bir hikayeden bahsetmek istiyorum. Bu hikayede ne anlatılmak istendiğine bir de siz karar verin. Bir düşünceniz oluştuktan sonra, yazının devamını okuyabilirsiniz. Hikaye şu şekilde:
Bir köyün tüm halkı körlerden oluşuyormuş. Bu köylülere yakın bir kente fil denen acayip bir hayvan getirildiğini duymuşlar. Bu hayvanın nasıl bir hayatının olduğunu anlamak için en iyi yoklayıcılarından üç tanesini bu kente yollamışlar. Bu körlerden biri filin bacaklarını, ikincisi hortumunu, üçüncüsü ise kulaklarını inceleyebilmiş. Köylerine dönmüş ve köy halkına izlemlerini aktarmaya başlamışlar. Filin hortumunu inceleyen kör, “Fil denilen yaratık eğilir, bükülür, kalın bir hortuma bağlanmış bir gövdedir” der. Kulaklarını inceleyen kör, “Fil denen yaratık iki tane etli yaprak gibi eğilir bükülür organı olan bir gövdedir” der. Bacaklarını inceleyen kör ise, “Fil denen yaratık dört tane ağaç gövdesi gibi kalın sütun üstüne yerleştirilmiş bir gövdedir” demiş.
Bu hikaye, yaşamı anlatmakta ve tanımlamaktadır. Her ne kadar anlatılan şeyler farklı olsa da, anlatılmak istenen şey aynıdır. Yaşam, farklı bir yerden bakılıp doğru tanımlanmak istemektedir. Üçünün söylediğine de doğrudur diyebiliriz fakat yaşamın bütünüdür diyemeyiz. Sadece yaşamın bir parçasıdır. Yaşam da parçaların bir bütünüdür. Siyah diye bir rengin olmadığını düşünsenize; o zaman beyazın hiç anlamı olur muydu? Belki de beyaz diye bir renk bile olmayabilirdi…
Bu nedenle yaşama tüm farklılıkların toplamıdır demek belki de doğru bir tanım olacaktır. İnsanlarda ise kendi farkına varmak, tüm bu farklılıkların kendi farkına varmasıyla oluşmuştur. Farkındalık bilinci, bilinç de ihtiyaçları doğurmuştur. En büyük ihtiyaç ise kendi varlığının anlamına ulaşmaktır. Kendi anlamına ulaşan insan toplulukları ile ise toplumsallık yaratılmıştır. Toplumdaki ilk tabu ahlak kurallarıdır. Bu ahlakın en iyi örneği ise bireyden önce toplumun gelmesidir. Bireyin varlığı toplumuyla anlama kavuşur. Toplumsallaşmış bireyde bunun bilinci oluşmuştur.
Kendini toplum için feda etmek, en esas ahlaki değeri yaratmıştır. Bu sadece insana mahsus bir gerçeklik olmayıp, aynı şekilde tüm canlılarda görülmektedir. Mesela akrep bu örneğin somut ifadesidir. Akrep sırtında doğurduğu yavrularını yaşatabilmek için kendini feda eder. Nasıl mı? Kendisini besin olarak onlara sunar. Yavrular büyüyene kadar annenin etinden beslenir ve büyüdükleri zaman gelince anne ölmüş olur. Müthiş bir fedakarlık örneğidir, değil mi? Halbuki biz akrebi kurnaz, sinsi, zehirli vb. kötü yapısallığıyla biliyorduk. Oysa akrep bu özelliklerin tersine bir karaktere sahiptir. Sadece akrep değil, doğadaki hatta evrendeki tüm canlılar bu özelliklere sahiptir. Fakat tıpkı akrepte olduğu gibi insanda da bu gerçek çarpıtılmış, kendini feda etmek ‘iradesiz, uydu kişiliği, enayilik’ gibi yakıştırmalarla anlamsızlaştırılmıştır. Aslında bunun arkasında yatan, hepimizin bildiği o müthiş bireycilik!
Bu durum, Önderliksel fikrin çıkışına kadar sürmüştür. Önderliksel fikrin çıkışıyla tersyüz edilmiş hakikatler bir kez daha kendini gün yüzüne çıkarmıştır. Önderlik hakikati, evrenden doğaya, doğadan topluma, toplumdan bireylerin gerçek anlamına kavuşmasını sağlamıştır. Önderlik bu hakikat için çağrı yapmış, ardından Zilanlar da buna cevap vermiştir. Zilan ‘Önder, yaşatılmak istenen yenilik ve gelişimi en üst düzeyde temsil eden, yani yaşamını bir halkın kaderinde bulan, o halkın acılarını, duygularını, taleplerini en derinden yaşayan ve kurtuluş için pratik görevlerini en üst düzeyde omuzlayandır’ şeklinde cevap vermiş, yaşamın sembolüne dönüşmüştür. Sembolü elinde tutan Önderlik de Zilan’a şu şekilde cevap vermiştir: ‘Zilan gayet büyük eylemliliklerin, büyük yaşamın büyük AŞK istemi oldu.’ Bu anları gören ve bunun anlamına kavuşan hakikat savaşları tıpkı kelebek etkisi gibi dalga dalga yayıldılar. Yaşamın gerçek anlamına kavuştular ve Önderlik oldular. Önderlik gerçeği ise Zilan’a kavuştu, Zilan’da yaşamın anlamına ulaştı…
Kadın
Kadın olarak yaratıldım
Yaşamı kucağımda barındıracağımı bilmeden
Yürümeye başladım
Yolda yön göstermem gerektiğini bilmeden
Konuşmaya başladım
Sözcüklerimin yaşamı yaratacağını bilmeden
Dost edinmeye başladım
Toplumsallığı yarattım
Kendimin farkına vardım
Kötülüklerden çirkinliklerden nefret ettim
Yaşamı yaşatmayı sevdim
Sonra bir erkek doğurdum
Babasını sordu bana
Babasını öğrenince annesi oldum
Tüm çocuklar benim çocuğumken
Ben sadece onun annesiydim
Herkese olan sevgimi istiyordu
Benden farklıydı
Babasına benzemeye başladı
İkisinin sevgisi sadece birbirine yetiyordu
Onlara sevgiyi öğretmeye çalıştım
Sevgi paylaşmanın adıdır diyordum
Sevgiyi çoğaltmak istiyordum
Onların gerçek niyetini bilmeden
İlk anneleri oldum
Sonra karı
Onlar gaddar
Bense duygusal…
Bir gün kanlı ellerini gördüm
Bir dostumun kanı vardı ellerinde
Onu yemeye başladılar
Bu böyle sürüp gitti…
Bana ihtiyaçları olmadığını söylüyorlardı
Beni yok sayıyorlardı
Annelikten karı, karılıktan eşi oldum
İtilip kakılmaya başladım
Duygusallığım akıl kıtlığı oldu
Doğayla dostluğum korkaklık oldu
Adaletim dedikodu oldu
Çirkinliklere tahammülsüzlüğüm kıskançlık oldu
Ben artık ben değildim!
Kendime yabancıydım
Ta güneşin doğuşunu görene dek
Umutlandım mutlu oldum
Tanrıça Uveyş’in çığlıklarını duydum
Her çığlığı isyan, öfke, başkaldırıydı
Her çığlığında unutulan benliğimi hatırladım
Ve tekrar ben ben oldum!
Şevin Semsur