Nûpelda ENGİN
Şiddet nedir diye düşünüyorum. En iyisi hiç düşünmemek diyorum ardından. Zaten sinmediği yürek, girmediği mekan kalmamış. Şiddet, uygarlığın ruhunun muhtevasıdır. Kalkan bir el, vuran bir öfke, ezen bir beyin, sindiren bir dil, yok eden icatlar gibi tasavvur ediyoruz. Kan, ölüm, gözyaşı, yıkım, bitiş, siniş, eziyet olarak resmediyoruz. Şiddet su gibi sızıyor; elsiz ayaksız ama sürekli yürüyor, akıyor, ilerliyor. Girmediği koyak, uğramadığı yol bırakmıyor. Çünkü o uygarlığın ecinnisi, heyulasıdır.
Şiddeti içsel bir gerilim, toplumsal olmayan sosyo-psikolojik yönü olan saldırgan davranışlar olarak tanımlamak yetmez. Şiddet ideolojik bir erektir. İktidarcı, devletçi, egemen ideolojinin temeli bu gaye üzerinde şekillendirilerek güçlendirilmiştir. Bundan dolayı yıllarca iktidarla şiddeti ikiz kardeş olarak tanımlamışlar. Şiddet planlı, bilinçli bir şekilde yok etme, mahvetme, bastırma, boyunduruğu altına alma, mülkleştirme, malı gördüğüne her türlü tecavüzü hak görmedir. İktidarcı zihniyetin toplumun karakteristik yapılanması haline getirdiği bu zulüm başkalaşmış hallerde karşımıza çıktığında onu hiç tanımayız bile. Bu sebeptendir ki dövmek-dövülmek, sövmek-sövülmek, kırmak-kırılmak, yakmak-yakılmak, ezmek-ezilmek, dağıtmak-dağıtılmak normal gelir. Öyle ya tanrıça kadını fuhuş yapan, “fahişe” kadın olarak kanıksayalı yıllar oldu. Algılarımız kriz içinde. Nereye koştuğunu, neye koşturulduğunu seçemez hale getirilebilindi. Şimdi Amed gibi bir yerde “yasal olmayan bine yakın randevu evi bulunuyor. Bu evlerde 6 bine yakın hayat kadını çalışıyor”[i]dendiğinde, gerçekten de “neler oluyor bize?” dedim.
Aslında şiddeti en iyi kadın tanır, tanıması gerekir. Çünkü “kadın, esarete maruz kalan ilk beşeri varlıktır. Köle var olmadan önce kadın köleydi.”[ii] Peki, neden şimdi bu kadar uygulayan, sindiren hatta üreten halde kendini görmez durumda? Bir açıklaması vardır elbet!
Babası olan tanrı Enki’den dersini iyi alan Babil tanrısı Marduk annesi (ana tanrıça) Tiamat’ı alaşağı etmesi bilgeliğinden, arifliğinden, ilminden değildir. Biliniyor ki, dehşet verici bir şiddetle Tiamat’a yönelir. Bedenini parça parça eder. Her bir parçasını bir yere atar. Bu attığı her bir parçasına da dehşet verici uygulamalarda bulunur. Marduk burada bir baba ve oğul olmanın artık nasıl olması gerektiğini pratikleştirmiş olur. Baba, oğul, ana(kadın) yürüyüşünde yeni dönem böylesi bir ideolojik mantığa ulaşmıştır. Vurulmanın öyküsü artık yeni yol ve yöntemlerini sağlamlaştırmıştır. Yöntem şiddettir. Tanrıça anayı yola getirmenin, hizaya çekmenin yolu şiddettir. Bunlar için gerekli olan her türlü kurnazlık, hile, kandırma, komplo da sorumluluğu yerine getirmenin icazetidir.
Velhâsılıkelâm bu mitolojik anlatımlar despotluğu, egemenliği, diktatörlüğü tanrısal bir ifadeye kavuşturarak simgeleştirir. Artık toplum içinde kadının (bu ana da olsa), erkeğin rolleri kesinlik kazanır. Bu mitolojik anlatımlar bir ideolojik yapılanma olarak tek tanrılı dinlerde de devam etmektedir. Kimi yerlerde sadece reformdan geçmiştir. Kimi yerlerde daha inceltilerek nurani bir yüz kazanmıştır. Kimi yerlerde de üstesinden gelinip, deşifre edile bilinilmiştir.
Babil’in 6. Kralı olup Mezopotamya üzerinde hegemonyasını kurmuş olan Hammurabi’nin kendi adıyla anılan kanunlarına bir bakalım. 183. maddeye göre bir erkek karısını boşadığında… Kadın evden eli boş çıkar. 185.maddeye göre bir bakirenin ırzına geçilmesi her şeyden önce kızın babasının mülkiyet ve ekonomik haklarına bir tecavüz olarak değerlendirilir. Evli olmayan ırz düşmanının cezası, kızın babasına bir bakire için ödemesi gereken fiyatı ödemek ve kızla evlenmektir. Burada kadının ya kocaya, ya bir babaya ait olduğunu oldukça iyi özetliyor. M.Ö 1700’lerde yazılan bu kanunlar ne kadar da tanıdık bizlere. Yine 40. maddesinde peçe takma yasası ve yasağa uymayan kadınların nasıl cezalandırılacağı anlatılıyor. Giysileri üzerlerinden çıkarılıp alınarak, kırbaçlanarak, kulakları kesilerek… Bir diğer yandan da bey ve önemli kişilerin karılarının peçe takması zorunluyken fahişelere ve kölelere peçe takmak yasaktır. Yani erkeğe göre “saygın” olan ile “saygın olmayan” kadın birbirinden böylece ayrılıyor. Bugün yaşananların bundan farkı ne kadardır? Anlıyoruz ki günümüze kadar gelen gelenek ve göreneklerin içine sızan şeylere dikkatle bakmamız gerekiyor. Binlerce yıldır erkeğin malı, mülkü, tarlası, kölesi haline gelen kadın bunun dışında bir yaşamı neredeyse unutacak hale geldi. Hafızalarımız yıllardır erkek egemen ideolojiyle böyle taşlanıyor; cezalandırılıp öldürülüyor. Taşlanan bedenlere bakıp aldanmayalım. O sadece görebildiğimizdir. Ya göremediklerimiz, hiç farkında bile olmadığımız, kanıksadıklarımız! İşte günlük yaşamda bile çok alelade uygulanan şiddet bu kanıksananlardan biridir.
Gökte tanrı, yerde onun temsilcisi erkek kutsal bir niteliğe adım adım kavuşurken, sürekli hışımla inen baskı kadın üzerinde hiç eksik edilmez. Şiddeti çoğu zaman görünmez kılan inançların, dinsel anlatımların içine yedirilmiş olmasıdır. Aslında hiçbir tek tanrılı din kadın özgürlüğüne cevap olma, bütünlüklü bir çözüm üretme durumuna ulaşamamıştır. Bu gerçekleştirdikleri reformları, katkıları küçümsemeyi de getirmez. Böylesi kapsamlı bir düşüş karşısında verilen bütün çabalar elbette bir değeri ifa ediyor. Kadının ve toplumun vurulmasında şiddet oldukça yaman bir roldedir. Merhametinden sual olmaz tanrılarla vurduğu yerde gül bitiren babaları sorgulamak mümkün değildir. Bir kere düzen böyle kurulmuştur. Militarizmle her gün toplumlara ayar verilmesi de bundandır. Bugün yaşanan onca pervasızlığın, savaşlarda kadınlara tecavüzün helal kılınması altında böylesi tarihi bir birikim var. Şuur böylesi hikmetlerle işliyor. Dimağ böyle uygun görüyor. Çünkü ideoloji egemen erkek karakterlidir.
Yine şöyle bir gerilere gittiğimizde Yunan mitolojisinde Medya topraklarını Medeus’a adında yılan kadın olarak karakterize ettiklerini görüyoruz. Medya yani Medeus(Medusa) iktidar, devlet remizli monark, despot tanrılara karşı direnen son tanrıçalardan biridir. Kolay tuzağa düşmeyen, düşürülemeyen, elde edilemeyen, taviz vermeyen bir tanrıçadır. En aşılamayan özelliği teslim olmazlığı ve direngenliği olmaktadır. Uzun siyah saçları olan Medusa bakışlarıyla insanı taşa çevirdiği söylenir. Kafası kesildiğinde başından, ağzından yılanların çıktığı ifade edilir. Günümüze ulaşan kimi tanrıça heykellerinde de ellerinde ya da ayaklarının önünde yılan olduğu görülür. Yılan aslında kadın mitolojisinde koruyucudur. Hatta bilgi bahçesinin bekçisidir. Sürekli kabuğunu değiştirmesiyle yeniliği temsil eder. Şifa veren bitkileri tanımada kadının takip ettiği bir doğa arkadaşıdır. Şöyle bir baktığımızda aslında Medya toprakları kadına benzetilir. Yani elde edilmesi, fethedilmesi ve egemenlik altında tutulması gerekendir. Bu tam manasıyla yapılamayınca kötülenir. Korkunç, dehşet verici bir kadın imajıyla yapılması gerekenlerin ne olduğu hatırlatılır. Madem Medusa o kadar korkunç bir kadın, ya nedeni?
Mitolojik anlatımlardan rahatlıkla anlaşılıyor ki, Athena için Medusa’nın kafasını kopartmak istemektedirler. Athena ise Zeus’un alnından doğan kadındır. Athena’nın yetenekleri, becerileri öyle bir tarif edilir ki, yere göğe sığdırılmaz. Medusa ise korkunç bir yaratık derekesine indirilir. İlginç değil mi? Athena o kadar öneme haizdir ki, onun için direnen kadınların kafası lazımdır! Şimdi daha iyi anlıyoruz neden Medusa’nın ağzından, burnundan, kafasından yılanların çıktığını. Ve neden gözlerinin öylesine taş kesici bir şekilde baktığını. Kendini korumak için. Kafasını yani bilimini, ilmini, zekâsını, yeteneklerini vermemek için, savunabilmek için. Med diyarının kendini fethettirmemek için yaşadıklarını günümüze taşıyan acılı bir mitolojik anlatım.
Peki, ne yapmalı? Bütün kötü, çirkin şeyler karşısında bilgeler ne yöntemler, nasıl çareler ararlardı diye bildiğim, bilebildiğim şeyleri şöyle bir yokluyorum. İlginç ama Zerdüşt gözümde canlanmaya başlıyor. En iyiye, en iyi olma haline kutsallık deyişini düşünüyorum. Toprağı incitmeme, ağaca, suya, kuşa, böceğe, güneşe şükranla bakma. Şefaati, merhameti, doğruluğu, iyiliği, güzelliği bilmeyi yaşam ereği haline dönüştürebilme.
Şiddete ne kadar karşı çıkmaya çalışsak, reddetsek o kadar bir yanımız haline geliyor. Şiddet şiddetle asla çözülmüyor. Şiddetin yarattıklarını, yaptıklarını, maskelerini görüp bilincinde olarak yüzümüzü özgürlüğe dönmek gerek. Şiddeti sürekli farklı farklı maskelerle yenileyen erkek egemen, devletçi ideoloji ve varyantlarından köklü kopuşu yaşamayı özgürlük bilinci olarak seçmemiz gerek. İşe özgür iradenin temel ilke olduğu ideolojiyle başlamak gerekmektedir. Bu olursa şiddete karşı örgütlü duruş üzerine daha sağlam mücadele zeminleri oluşturabiliriz. Şiddete karşı durmak ideolojik kopuşa kafa yormayı, kendini adamayı gerektiriyor. Bu da köklü tarihsel bilinçle dumura uğramış hafızalarımızı gün yüzüne çıkartabilme göreviyle bizleri karşı karşıya bırakıyor. Şüphesiz Medusa nasıl teslim olmadıysa, bizler de teslim olmamanın binlerce yöntemini bulup, uygulayacağız. Genlerimize işlemiş olan direniş kültüründen taviz vermeyeceğiz.
Kürdistan binlerce yıldır şiddetin ruhu altında boğulmama, son nefesini vermeme kavgası veriyor. Şiddeti günlük olarak kırım sarmalı içinde kalan Kürdistan’ın her taşı, tohumu, toprağı, yaprağı, ağacı iyi tanır. Fethedilen ilk ve son sömürge kadının serüveni şimdi binlerce gerçekte varlıklı hale gelmiştir. İffetine kem bakılan, elde edilip, teslim alınması için etrafında dolanılan sadece biz kadınlar değiliz artık. Ya topraklarımız, ağaçlarımız, suyumuz, bir baştan aşağı ülkemiz; Kürdistan. Şiddetin acıtmadığı bir meyvesi, ürpertmediği bir çiçeği, kirletmediği bir su yatağı kalmadı. Fetih sadece kan, gözyaşı, katliam, açlık, yokluktur. Fetihler karşısında ise çırpınan binlerce Kürdistan, Kürdistanlıdır.
Şimdi tekrar başa döndüğümüzde şiddet içerikli birçok şeyle her an iç içe yaşıyor olmamızı neye yoracağız? Hatta kendi kendisine bile haksızlık edenleri, ezenleri, sindirenleri nereye koyacağız? Toplum içinde tepeden tırnağa şiddet kendini örgütlü kılmıştır. Koca-karı denklemiyle örgütlemesini yürütmektedir. Mardukların ve Tiamatların kavgası her gün sürmektedir. Krallar, kraldan kralcılar hiç de az değil. Örgütlü bir gerçek haline gelen her şey iyi ya da kötü olsun sürekli olarak kendini üreterek, devam ettirir. Bir gerçeklik ne kadar kendini içselleştirmişse aslında kendini o kadar yaşamı yönlendiren bir olgu haline getirmiştir. Bir insanın kendinde içselleştirdiği, davranışa, reflekse dönüştürdüğü şeylere bakarak örgütlülük düzeyini anlayabiliriz. O insanda neyin örgütlü olduğunu fark edebiliriz.
Şiddet yeni yüzlerle, imajlarla, dillerle tecrübe kazanıp, belli bir birikime ulaşmıştır. Misal beklentililik, çözümsüzlük, aşağılamalar, küçük düşürmeler, baskı altına almalar gibi birçok şey kendi içinde gerginliği, darlığı, öfkeyi artırır. Patlaması ise şiddet biçiminde kendini açığa verir. Bir de savaşın yoğun yaşandığı, çaresizliğe mahkum edilen bir halkı düşünün. Şiddetten hiçbir zaman kurtulamaz. Adeta kendine çeker. Şiddet egemenlerin bir toplumu sömürmek için kullandığı amaçlı bir yöntemken; geri çekildiklerinde hatta yenildiklerinde bile toplumun kurumları, bireyleri tarafından uygulanarak devam ettiriliyor. Toplum adeta kendi doğasında varmış gibi süreklileştiriyor. Nihayetinde şiddetin toplum içinde örgütlü hale getirilmesi uzun yıllar, acımasız kavgalar sonucu böyle sağlanmıştır.
Her türlü şiddet karşısında örgütlü durmanın temel koşulu ideolojik cevaplar üretmektir. Uygarlık ideolojisinin bütünüyle dışına çıkmaktır. Modernitenin her türlü çözümü dışında kendi çözümümüzü üretebilmektir. Yaşamımızın her anında, parçasında şiddeti temizleyebilecek araçları oluşturmak zorundayız. Bunlar için öncü kadın kişiliklere, tanrıçalığı derin soluyanlara ihtiyaç olduğunu bilmek durumundayız.
[i] ATO’nun Neler oluyor bize adlı raporunda
[ii] Auguste Bebel’in Kadın ve Sosyalizm kitabından