• KURDÎ
No Result
View All Result
Pajk - Kürdistan Kadın Özgürlük Partisi
  • Anasayfa
  • Önder APO
    • Önderlik Perspektifleri
  • ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
  • AÇIKLAMALAR
  • DEĞERLENDİRME
  • GERİLLA
    • Gerilla Anıları
    • Gerillanın Kaleminden
    • Amargi
    • zeynep kinaci
  • Araştırma-İnceleme
  • Galeri
    • Resim Galerisi
    • Video
  • Anasayfa
  • Önder APO
    • Önderlik Perspektifleri
  • ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
  • AÇIKLAMALAR
  • DEĞERLENDİRME
  • GERİLLA
    • Gerilla Anıları
    • Gerillanın Kaleminden
    • Amargi
    • zeynep kinaci
  • Araştırma-İnceleme
  • Galeri
    • Resim Galerisi
    • Video
No Result
View All Result
Pajk - Kürdistan Kadın Özgürlük Partisi
No Result
View All Result

TUFANDAN SIYRILANLAR

17 June 2025
in Gerilla Anıları
A A
TUFANDAN SIYRILANLAR
Share on FacebookShare on Twitter

Hıne köyünde cereyan eden bir olayı teftiş için gelen Türk subayı, Medine’nin yerde yatan cansız bedenine bir bakmış ve bir kez daha bakamamıştı. Yaşam deneyimi ve kırk beşe varan ömür ağacı boyunca subay ilk kez öylesi ne şaşkınca çevresindeki insanlara bakarak demişti ki: “Tanrım! Bu ne güzellik. Bu güzelliğe kim kıyabilir?” Türk subayı Medine’nin güzelliğiyle büyülendi. Medine’nin güzelliğiyle büyülenen Türk subayı ömrünce o güzelliğe kıyan ellerle, gözlerle bir daha karşılaşamadı. Subay, Medine’nin güzelliğinin büyüsüyle olayın cereyan ettiği Hıne köyünden ayrılalı, olaya dair sorduğu bir tek soruyu geride bırakalı yıllar oluyordu. Medine’nin güzelliği yıllarca her dilde, her ağızda söylene dururken; her dilde, her ağızda bir farklı güzelleşti. Yıllar vardı ki güzel Medine, Hıne köylülerinin hatıralarında öylece yatıp duruyordu. Köylüler her anlatışta derin bir ah çeker, gözleri bir uzak ummanın derinliğine dalardı. Medine’nin güzelliğini en çok anlatanlar, anılarını soldurmamaya çalışan yaşlılardı. Anlatacaklarım: “Dünya güzeli Medine’den ibaret olan ve ondan öteki gerçeğin görmezden gelindiği bir yaşam hikayesidir. Çünkü ondan öteki gerçek; iksirlenmiş tarihin bağrında doğurduğu lanetli gerçekliktir. Dünya güzeli Medine’ye, dünya çirkini Salih kıymıştı. Salih, yıllar önce amcasının kızı Medine’ye aşık olmuştu. Fakat dünya güzeli Medine, Salih’e aşık değildi. Aşkına karşılık bulamayan Salih bir gün amcasının kızının yolunu keserek, erkeksi gücünü kullanıp Medine’yi zorla kaçırarak Cudi dağına götürmüştü. Gençlerin bu haline üzülen iki aile aralarında anlaşarak onları Cudi’den alarak Hıne köyüne indirmişlerdi. Hıne köyü belki de bütün tarihi boyunca bir daha hiçbir zaman tanık olamayacağı bir düğüne tanık oldu; Salih ile Medine dillere destan bir düğünle evlendiler. Salih ile Medine’nin düğünlerinin görkemi uzun sürmedi. Cudi’de yaşam, Salih ile Medine’nin düğünlerinin görkemliliğine inat bir görkemsizliği, düğünden sonraki zaman dilimlerinde giderek daha da derinden solar hale geldi. Her geçen gün daha da görkemsizleşen bu zaman dilimi içerisinde Salih, dünya güzeli Medine’yi bütün erkeklerden kıskanmış ve kıskançlığı öylesine büyümüştü ki Hıne köylüleri bir sabah uyandıklarında Medine’nin kaldığı evin eşiğinde, Medine’nin cansız bedeniyle ansızın karşılaşmışlardı. Yaşanan dehşetin karşısında afallayan köylüler, yaşanan olayı, kapının eşiğinde cansız yatan Medine’nin bedenini köydeki uğursuzluğun varlığına yormuşlardı. Kadınlara mahsus olduğu söylenilen kıskançlık Salih’in bedeninde ansızın patlak vermiş, dünya çirkini Salih dünya güzeli Medine’nin canına kıymıştı. Dünya çirkini Salih Medine’yi öldürdükten sonra dağların dağı Cudi’ye kaçarak; Medine’yi kaçırıp götürdüğü o eşsiz Cudi’ye sığınmıştı. Salih, Medine’yi öldürmeseydi kendisi intihar edecekti. Onun dünyasında kadınla ilişkinin başka bir kapısı yoktu. Ya öldürür ya da intihar ederdi. Salih intihar edemeyecek kadar bencil, intihar edecek kadar cesur değildi, korkaktı. Kadını, dünya güzeli Medine ona aitti; istediği zaman varlığına son verebilirdi. Medine’nin öldürmesi kendisinin intiharıydı. İntihar ederek dağlara vurmuştu; o, dağlara vuran bir gezgin, bir ermiş değildi elbet. Bir garip tecellidir ki, dünya çirkini Salih’in bir de dünya güzeli sesi vardı. Sesinin ulaştığı her yerde, müziğin ruhların, aktarım aracı olduğu zamanlarda yöresindeki insanlar arasında dengbej olarak tanınıyordu. Sesi duyulmaya başlandığı andan itibaren dünyadaki tüm çirkinlikler yeryüzünden siliniyor, insanlar huzurla doluyorlardı.

O şafak henüz Medine’nin cesedi yerdeyken, Cudi’nin zirvelerinde Salih’in Medine için yaktığı ağıtlar inleyip duruyordu. Salih, kendi elleriyle öldürdüğü aşkı uğruna aklını yitirerek dağlara vurmuştu. Hıne köyünün kadınlarının yaktığı ağıtlar eşliğinde Medine’nin cesedi kaldırılmış, toprak dünya güzelinin cesedini büyük bir tevazu ile karşılamıştı. Ceset toprağa verildikten sonra iki ailenin büyükleri Hıne’nin sınırlarını aşarak bir araya gelmişler ve Salih hakkında bir karara varmışlardı: “Salih, bir daha Hıne köyünün topraklarına ayak basmayacak!” Verilen karar Salih’i kendisinden mi almıştı, yoksa Salih, bilinen, ama bir o kadar da bilinmeyen mekandan farklı bir mekana mı atılmıştı? Dünya çirkini Salih, dünya güzeli Medine’yi erkeksi kıskançlığından, o iç kemirici dürtüden dolayı öldürdüğü için toplumunca lanetlenmişti. Bir zaman, Salih’in Cudi’den yaktığı ağıtlar duyulmaz oldu. O günlerden sonra Salih’in sesini ne duyan ne de Salih’i bir daha o diyarlarda gören olmadı. Salih sırra kadem basmıştı. Fakat Salih’in ağıtları Cudi’nin taşına toprağına basan her insanın kulağında fısıltıyla yayılıyordu…” Cudi’den esen rüzgar Salih ve Medine’nin trajik aşk öyküsünü bir tokat gibi Perişan’ın yüzüne çarpmıştı. Okkalı bir tokat yüzüne çarpsaydı belki de bu denli acıtmayacak, acısı yüzyılların derinliklerine, kadın ile erkeğin baş kahraman olduğu kutsal kitapların ötesindeki derinliklere inmeyecekti. Birkaç yıl önce vefat eden ninesinin trajik aşk öyküsünü anlatırken ki yüz ifadesini, hissettiği acıyı gözlerinin önündeki perdeden silip atamıyordu. Yüzüne bir tokat gibi çarpan, karasevdanın da kutsal kitapların da karşılayamadığı Kürdistan’i dünyaydı. Yanık bir melodi, Perişan’ı alıp ne kadar yürünse de ulaşılmaz olana götürmüştü. İnsanların en çirkininin yalnız yüreği, yaktığı türkülerin en yanığını, her türküsünü, dünya güzeli Medine’yi yaşatmak uğruna çığırıyorduysa da her türküde Medine yeniden yeniden öldürülüyordu. Cudi yüce bir dağdı, haine de çıyana da dost olana da olmayana da bağrını açıyordu. Oysa ki, Nuh’un Gemisi, o devranı tufanda Doğave’nın en kutsal ve kirlenmeyen canlılarını, lanetliler dünyasından kurtarmıştı. Perişan’ın bildiği bir tek şey vardı; yaşam Cudi’de öldürülmüştü. Cudi’nin zirvesindeki safine mucizesinden zaman aşımından geriye kalan sadece yaşamın öldürülüşünün yarattığı acılarla yoğrulmuş ağıtların yankılanışıydı. Tıpkı Salih ve Medine gibi her anlam artık sadece ağıtlara dönüşüyordu. Zaman aşımına uğramış ve toplumunca unutulmanın eşiğine ulaştırılmış sırrı, bir hayal gibi gerçek ve düş arasındaki o çizgide hatırlıyor, lakin unutamıyordu. Yine pencerenin yanındaki sekide oturmuş, kimselere hissettirmek istemez cesine Cudi’yi izliyordu. Bilir miydi ki, Cudi’de koca bir dünya gizliydi, Kürdistan’i dünyanın esrarı her yere pusu atmıştı. Gerçek; kutsallıkla lanetlilik arasında uzun süre sallandıktan sonra lanetlilik batağına vararak; lanetliliğe taht kurmuş ve lanetlilik ağır basar olmuştu. İçinde yaşadığı mekandan uzaklaşmanın beklentisi, o gelip geçmeyen “geçici olma” ruh hali, Cudi’yi seyre daldıkça katmerleşiyordu. Bu hissediş, bu duyuş, “Perişan köyünden kopup gideceksin” faslında inliyordu. Yaz sıcağı her yeri kasıp kavuruyor, tenini sıcak basıyordu. “Ne diye ilk kez kendimi bu sıcak iklime bıraktım, neden yaylalara gitmedim ki” diye hayıflandı. Belirsizliklerini yürüyecek yola dönüştürmeyince bunalıyor ne serinleyeceği bir ağaç gölgesi ne de sığınacak bir insan siması bulamıyordu. İlkbaharla birlikte karlar erir erimez, köylerinin çoğunluğu hayvanlarını alıp yollara düşmüşken tanıdık bütün simalar yok mu olmuştu? Pencereyi hafifçe araladı. Gökyüzü masmaviydi. Sıcaktan yeryüzü buharlaşıyor; tanıdık bütün simalar sıcağın ağırlığıyla birer birer eriyor, küçücük göletlere dönüşerek kurumuş toprakların çatlaklarında yitip gidiyordu. Uzaklara bakıp daldığında karıncalanmış televizyon misali sisli bir atmosfer baktığı her yeri kaplıyordu. Her yer görünmez oldu. Perişan, perişan haliyle kalktı, küçücük odada saniyelere varan bir dolaşma faslından sonra tekrar kalktığı yere, divanın yanındaki sekiye oturdu. Dışarıda hiçbir değişiklik yoktu. Hiçbir hareket, hiçbir ses yüreğine tünemiş geçicilik hissini kaldıramıyordu. Bu his Perişan’ı korkutuyordu. Hınıs köyüne ilişkin anlatılanlar mı, yoksa farklı şeyler mi onu yaşadığı bu korku girdabına çekmişti. Kendisi de bilmiyordu ama debelendiği girdabın içerisinde, Medine ile Salih’in trajik aşk öyküsü ve köyü Hıne’nin hikayeleri, kendisine hep korkutucu gelen o hikayeler, birer birer gelip elleriyle boğazına sarılıyorlardı. İşte, yine o korku girdabında masallardan sıyrılıp gelerek boğazını sıkan Hıne adlı kadındı. Masallar; “Hıne’nin etrafı vahşi bir ormanla çevriliymiş. Ormanın içinde saldırgan ve yabani hayvanlar sayısızmış. Çok eski zamanlarda buralarda Ermeniler yaşarmış. Köye hakim olan da Hıne adında yiğit bir Ermeni kadınmış…” diyerek uzayıp giden masallar ne zaman ellerini boğazından çekeceklerdi? Kum saatinde birkaç kum tanesi kalmış ihtiyar insanlardan dinleyerek ürperdiği masal devirlerinin eski çocukluk korkularından sıyrılmaya çabalıyordu. Korkuları masallardan fırlamış, büyümüş yaşamın merkezine taht kurmuştu. Korkuyordu, kutsal kitaplardan korktuğundan daha fazla korkuyordu. Silopi’den gelen yola baktı. Kimseler görünmüyordu. Yolu kuşatan bağ ve bahçelerdeki yapraklar dahi kıpırdamıyordu. Hareketsizlik zamanı kapsamış; cansızlık anıtları dikilmişti. Seksen dokuz yılının baharını yaşamadığını düşünüyor, ovanın sıcak havası, dokunamadığı, karmakarışık yumağa dönüşmüş düşünceleri Perişan’ı bunaltıyordu. Hava değişimi Perişan’ı etkiliyor, yaşadığı duygular, “sen buralar da geçicisin hissi” kendisini duygular girdabına dönüştürerek boğuyordu. Duyguları benliğinde ağır basınca nefessiz kalırcasına evlerinin Cudi’ye bakan odalarının yeşil penceresine koşup oturuyor ve Cudi’yi seyre dalıyordu. Yaylaların, Cudi dağının serinliği, içine çektiği bir damla nefes alışverişiymişçesine yüzüne çarpıyor, bir kabusa dönmüş, yaşamında bir nebze de olsa soluklandırıyordu. İçindeki, “Perişan buralarda geçicisin, zaten gideceksin” diyordu. Perişan, Cudi’ye baktı. Cudi’yle aralarındaki mesafe iki saatti. Efsanelerin ulaşılmaz dağı, ıraklarda olan Cudi, o eşsiz güzelliğiyle karşısındaydı. Bir insan Cudi’ye sevdalanabilir mi, hatta insanlardan daha da fazla Cudi sevilebilir mi? Cudi göçer olan çocukluğunun büyülü oyuncağıydı ve bu yaz nedenine kendisi de tam anlam vermemiş ve inanmamışken, ilk defa Cudi’den uzaktı. Uzakları seyre dalmışken amcasının kızı Dilber kıvrılarak gelen yolda ilk başta yavaş adımlarla, sonrasındaysa çok acil bir işe yetişmesi gerekiyormuşçasına hızla seğirtti. Perişan, onun o saatte tarlada olması gerektiğini biliyordu; Dilber’in geçişine anlam veremeden uzun süre ardından baktı. Dilber ardından bakımsız ve tozlu bir yol, bir de o saatte neden o yolda olduğuna dair bir soru bırakarak gözden yitti. Silopi ovasında kaldığı bu yaz her gün yaptığı işi o günde tekrarladı. Sabah erkenden kalkmış, o küçücük dünyada yapılması gereken ne varsa yapmış, kaldıkları odayı; dünyanın bütün kirlerini süpürürcesine süpürmüştü. Daha önceki günlerde temizlik yaparken söylediği türküleri de bugün söylememişti. Süpürme işini kan ter içinde kalarak tamamlarken bir meydan muhaberesinden çıkmış gibiydi. Evi süpürme faslının aksine büyük bir ağırlıkla, bir ayinin gerekliklerini yerine getirir gibi bulaşıkları yıkamış, öğle vakti gelip çatmıştı. Oysa ki bir ayin kimilerinde bir coşkunun kaynağıydı, fakat Perişan’da bulaşıkları yıkama ayini ağır bir zamanın huzursuzluğuydu. Kardeşi Ekrem şafakla birlikte yatağından fırlar, köylerinin dışındaki ormanda odun toplar ve topladığı odunları Silopi’ye satmaya götürürdü. O ise öğle vakti kapısını çaldığında, kardeşi Ekrem için yemek hazırlardı; işte o andı. Birgün öncesinden komşularının gönderdiği etten, Doğave ve (orijinal dilinin dışında farklı dillerden isimleri bilinmemektedir) yemeğini yapacaktı. Doğave, sulu köftenin ayranlısıydı. Kıymayı, hafif ıslatılmış ince bulguru ve bolca baharatı birbirine katarak yoğurdu. Yoğurduğu karışım bir kıvama geldikten sonra karışımdan bilye büyüklüğünde ve bilyeye benzer şekiller yapmaya başladı. Hafiften fokurdayan suya yaptığı topaçları attı. Güneş dik gönderdiği ışıklarla ovayı fazla ısıyla ısıtmış açmayı başaran çiçekler de dayanamayarak solmuşlardı. İkindi vaktiydi. Doğave, son aşamasına geldiğinde hafif sulandırılmış yoğurdu ekledi ve beş dakika sonra yemeğini indirdi. Yemeği yaparken zorlansa da Ekrem’in hazırlıklarını tamamlamış onu bekliyordu. Gökyüzünün maviliği o gün sanki canlılığını yitirmiş Perişan’dan daha yalnız ve kederliydi. Hıne bir sahranın sessizliğini, kimsesizliğini yaşıyordu. Çerçeveleri yeşile boyanmış iki kanatlı pencerenin açılırken çıkardığı gıcırtılı ses Hıne’nin bütün sessizliğine rağmen Perişan’ın kulaklarını tırmalayıp geçmişti. Hıne’nin çöl sessizliğini bozan tek ses pencerenin gıcırdayışıydı. O ses gökyüzünün solgun maviliğini de deldi. Yaz, koca Hıne Köyü’nü sarıp sarmalamış, Hıne’nin kalbi yazı atıyordu. Perişan’ın pencerenin kenarında nefesi kesilircesine soluklanışı ilk değildi. Sanki insanların elleri hep birden boğazını sıkıyor, boyun damarları adeta yerinden fırlarmışçasına kızararak şişiyor, nefessiz kalan Perişan kan ter içerisin de, Cudi’ye bakan yeşil boyalı pencerelerinin önüne koşuyordu. Dakikalarca soluklanıyor, bir ömürlük yaşam nefesini üflüyordu. Yine bir kısırdöngünün döngüsünde pencerenin önündeydi. Tozların yapıştığı kirli pencere, o kısırdöngü nün içerisinde bir bilinmez karanlıkta bazen Perişan’a görünüyor bazen ise kayboluyordu. Olduğu yerde duraksadı, pencerelerinin ötesindeki dünyada bir farklılık mı arıyordu yoksa bir farklılık mı var oluyordu? Emin olmak istercesine baktı, dış dünya henüz hiçbir renk alamamış, koca bir boşluktu. Perişan henüz o boşluğu fark etmemişti. Sadece iç dünyasında, Meydane Casuse’nin yayla çocuğu, belki de öteki çocuklardan biraz daha farklı büyüyordu. ‘Ekrem neden gelmedi’ diye mırıldandı. Silopi’den köye inen caddeden yana doğru baktı, kimsecikler görünmüyordu. Huzursuz olmuştu. Pencerenin önünden ayrıldı. Birkaç dakika kardeşi Ekrem için hazırladığı yemeğe baktı, biraz oyalandı. Zaman; ağır bir küp halini almış, kaldırılamaz duruma gelmiş, uzun bir yolculukmuş gibi bitmiyordu. Yemek soğumak üzereydi, iyice sıkılmıştı. Pencerenin yanına vardığında, Silopi yolundan köye doğru inenleri gördü. İçindekilere anlam vermeden, bir anda ok gibi dışarı fırlayarak gelenleri karşıladı. Amcasının çocuklarına, köylülere teker teker sordu; “Ekrem nerede, gelmedi mi?” Herkes ağız birliği etmişçesine “görmedik” diyordu. Silopi yolundan en son gelen amcasının oğluydu. Perişan yaklaşarak sordu; “Ekrem nerede?” Amcasının oğlu tedirgin ve üzgün görünüyor, yüzüne bakmıyordu. Perişan bir an duraksadı. Amcasının oğluna daha fazla yaklaşarak tekrar sordu: “Ekrem nerede?” Soruyu cevaplaması gereken sessiz ve suskundu. Perişan yeterince gerilmişti, kızgınlıkla burnundan solar gibi ona baktı. Ekrem’i bir kez daha soracaktı ki, karşısında renkten renge giren gerilmiş yüzünü iyice gererek, “Ekrem’i Apocular götürdü” dedi. Konuşurken çatal çatal olan sesi boğazından düğüm düğüm çıkıyordu. Aldığı cevap karabasan misali birkaç dakika Perişan’ı esir aldı. Belli belirsiz bir korku dünyası üstüne çullanarak her şeyi kararttı. Karanlığın içerisin de o koca boşluktaydı. Bedeni hareket etmiyordu. O tek cümle tüm hücrelerine prangalar vurmuş, hücreleri canlılık belirtilerini yitirmişti. İlk başta bedeninin dili çözüldü; attığı çığlıkla birlikte yere yığıldı. Canlılığını yitirmiş, bir ölü gibi yerde yatıyordu. Yarı baygındı. Uyandığında “Ekrem’i Apocular götürdü” cümlesi çevresinde oluşan çemberde dönüyor, simsiyah bir kara deliğin içerisinde karanlığa yıldızlar gibi serpilen beyaz noktacıklar o tek cümleyle dönerken gözlerini açamıyordu. Bundan sonra kendilerine has küçücük dünyalarında kardeşi Ekrem olmayacaktı. Annesine ve babasına ne diyecek, nasıl cevap verecekti. Ekrem’in Meydane Casuse yaylalarında değil de köyde olmasının tek nedeni kendisinin yaylalara gitmeme istemiydi. Kardeşini böylesine kaybedişi, kaybedişinin nedeni onu ürkütüyordu. Ekrem bir çocuk olup yolunu kaybetseydi camiye koşar, camiden anons ettirir ve onu arardı. Ya da beklenmedik Doğave bir afetin belki de açıklamasını yapabilirdi fakat şimdi ne yapacaktı. Düşündükçe benliğini yitirecekti… Perişan’ın çığlığını duyan ve yere yığılışını gören köylüler etrafına toplandılar. Perişan’ı amcasının oğlu zorla yerden sürükleyerek kaldırdı. “Kardeşim nerdeyse ben de oraya gideceğim” diye avazı çıktığı kadar bağırıyor, saçını başını yoluyordu. Dağlar ve vadiler atılan çığlıklarla yankılanıyordu. Sesi yaşananlara ortak olup tanıklık etmek istercesine, tıpkı Perişan’ı bırakıp giden kimi komşu ve akrabaları gibi uzaklaşıyor; dağlara çarparak yankılanıp cevap veriyordu, “Kardeşim neredeyse ben de oraya gideceğim!” Perişan etrafında toplanan insanlarla bir kavgaya tutuşmuştu. O Cudi’ye gitmek istiyordu. İnsanlar ise onu evine götürmek için iki kolundan tutmuş sürüklüyorlardı. “Kardeşimi görmeden, onun yanına gitmeden hiçbir yere gitmem” diyordu da başka bir şey demiyordu. İnsan yığını Perişan’ın iki kolundan tuttu. Perişan ağlıyor, haykırıyor, kendini yerden yere vuruyorduysa da değişen bir şeyler olmuyordu. Yığın hareketlenmişti. Hareketleri bazen yavaşlıyor, bazen hızlanıyordu. Naçar, Cudi’ye değil, eve gidiyordu. Ekrem, gözlerinin önünde, karanlığın içerisinde bir geminin ufukta yitirilişi gibi yitiyordu. Karanlık yorgan ağır hareketlerle güneşin gönderdiği ışıkları zayıflatarak, kızıla boyanmış gökyüzünü yumuşak hareketlerle örtüyordu. Huzursuz evde kendisi de huzursuzca dolaşıyor, yollara bakıyordu. Güneşin ışıkları giderek zayıfladığında ve karanlık örtü sere serpe yeryüzüne uzandığında, Perişan arkasına dönüp baktı. Karanlığın bir girdap gibi aydınlığı merkezine çektiği anda karanlık girdabın koynunda bir siluet sıyrılmıştı. Karanlık siluet Ekrem’i çağrıştırıyordu. Hayal görmüyordu. Attığı çığlıkla beraber koşup kardeşi Ekrem’e sarıldı. Yanında kalıp onu avutmaya çalışan herkes şaşkınlık içindeydi. Ekrem’in gelişi mucizeydi. Mucize aydınlığın karanlığa yenildiği Hogır devranında gerçekleşmişti. Apocuların yöreye ilk gelişi komutan Agit’le olmuş, halk Agit zamanında en fazla Apocular’dan etkilenmişti. Sonraları Hogır ile tanışan ve Hogır’a ısınmayan halk Apocular’ı tanımazlığın sınırına varmıştı. Halkın sevgilisi, bir tek komutan Agit’ti. Hogır, ger-ginlik demekti, gerginlik her yana savruluyordu. PKKlilerin Hogır adlı komutanları çoluk çocuk, yaşlı, genç demeden insanları toplayıp dağlara götürüyordu. Hogır yaylarını, köylerini insansız kılıyor. Sonra da ben ‘alan açtım diyerek övünüyordu. Hogır yöre insanının korkulu rüyası olduğundan, Ekrem’i yeniden gördüğüne inanamıyordu. Kucaklaşmalar bittikten ve ilk şok atlatıldıktan sonra Ekrem olanları anlatıyordu: “Odun topluyordum, birden iki-üç silahlı insanla karşılaştım. Silahlı olanlar, onları gördüğümü anlayınca yanıma geldiler. Adımı, orada ne aradığımı sordular. Odun topladığımı söyledim fakat beni yanlarına alarak kayalıklı bir yere götürdüler. İki-üç saat tuttular. Korkuyordum, ne yapacaklarını bilmiyordum.” Konuşurken derin derin soluk alıyor; Apocular’la karşılaştığı anı bütün canlılığıyla yaşıyordu. “Fakat o silahlı adamlar yani Apocular sürekli olarak bana; ‘korkma seni bırakacağız’ diyorlardı. Nerde görülmüştür Apocular’ın insanları sağ alıp tekrardan sağ bıraktıkları, beni öldüreceklerinden korktum. Akşama doğru ‘seni güvenliğimiz için iki üç saat tutmak zorundaydık’ dedikten sonra, benimle tokalaşarak, ‘gidebilirsin’ dediler. Ben de geldim” dedi. Dinleyenler yaşananlara, anlatılanlara inanmıyorlardı, tam o sırada Ekrem’i birkaç silahlı insanın götürdüğünü görüp akrabalarına haber veren amcasının küçük oğlu da gelmiş ağlayarak Ekrem’e sarılıyordu. Çocuk, Ekrem’den de daha fazla ürkmüştü. Ekrem amcasının oğlunun elinden tutarak eve doğru yürümeye başladı. Kalabalık dağıldı. Büyük bir korkuyu atlatmış yürekler, hala bir tavşanın yüreğiymişçesine titriyordu. Evdeydiler; Perişan yaptığı yemeği ısıttı. Doğave ateşten indirdiği andaki lezzetini yitirse ve geç de olsa akşam yemeklerini yiyeceklerdi. O gün yaşananları ne Ekrem, ne Perişan, ne de Hıne köyünün yaz sıcağından bunalmış köylüleri unutmayacaklardı. Olayı izleyen sonraki günlerde Perişan akrabalarının tüm ısrarlarını ve ‘yanımızda kalın, gençsiniz, Apocular sizi götürebilir, farklı olaylar olabilir’ adı altında gelen bütün tekliflerini kabul etmedi. Zaten Ekrem’in serbest bırakılması, Apocular’a karşı var olan korkuyu bir nebze de olsa kırmış, hatta Apocular’a dönük herkeste gizliden gizliye bir ilgi de gelişmeye başlamıştı. 1987’den beri Apoculuğu duyan yöre halkı gibi Perişan da duymaya başlamış, aradan üç yıla yakın bir zaman da geçmişti. Ekrem, iki-üç yıldır isimlerini duyduğu gecelerin sıcak insanlarıyla, Apocular’la ilk kez o sıcak yaz gününde tanışmıştı.

Anlatan Medya Xinese

Bir Garip Dünya Cudi’ye Dönüş Kitabından Alıntı Yapılmıştır

ShareTweetPin
  • Anasayfa
  • Önder APO
  • ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
  • AÇIKLAMALAR
  • DEĞERLENDİRME
  • GERİLLA
  • Araştırma-İnceleme
  • Galeri

©2020 PAJK Hemû mafên wê parastîne - Ji aliyê Pajk

No Result
View All Result
  • Anasayfa
  • Önder APO
    • Önderlik Perspektifleri
  • ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
  • AÇIKLAMALAR
  • DEĞERLENDİRME
  • GERİLLA
    • Gerilla Anıları
    • Gerillanın Kaleminden
    • Amargi
    • zeynep kinaci
  • Araştırma
  • Galeri
    • Video
  • Kurdi

©2020 PAJK Hemû mafên wê parastîne - Ji aliyê Pajk