Melek Fırat
Gezi parkı olayları AKP’ nin hegamonlaşma eğilimini sarstı. Toplumun yüzde ellisinin oyuna sahip olmanın her şey olmadığını anladı mı bilemem ama Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “bu ülkede asılanlar oldu, zehirlenen oldu” diyerek Adnan Menderes ve Turgut Özal’ın öldürülmesi olaylarını dile getirmesi, durumdan ciddi anlamda kaygılandığının işareti. Aynı zamanda tepkilerin partisinden çok bizzat kedisine yönelmiş olduğunu da fark etmiş gibi.
“Ben istersem olur” havasından çıkmayan halka ve en hassas durumlarda bile siyasetçilere karşı kabadayı tarzını esas almayı temel politika belirleyen başbakanın ciddi ciddi düşünmesi lazım. Toplumda birikmiş öfke azımsanmayacak düzeyde. Bastırmanın öfke birikimi yarattığını, çözüm değil geri adım attırmanın sindirilemeyeceğini fırsat bulunca açığa çıkacağını hiç düşünmedi Tayyip Erdoğan ve partisi. Kadınların kaç çocuk yapacağından, kürtaj hakkına kadar “ben böyle istiyorum olacak” diye yaklaştı. Bunu kadınlar sindirmedi. Toplumun her kesiminden insanlar cezaevlerine doluşturuldu, ülke muhalefetsizleştirilmeye çalışıldı, muhalefet asla sindirmedi. İnsanların yaşam tarzlarına Erdoğan kendi ideolojik bakışının sınırları koymaya çalıştı, kimse sindiremedi. Basın, tarihinin en kişiliksizlik sürecini yaşadı, tutuklandı, atıldı, korkutuldu, sürekli azarlandı ne yapacağını bilemez hale getirildi, herkes öfkelendi. Yargı, AKP ve Gülen cemaatinin oyuncağı haline geldi, insanların gözünün içine baka baka siyasallaştırıldı. Roboski’de 35 Kürt genci hava saldırısıyla katledildi, Başbakan özür dilemeyi bırakın hala “onlar teröristti dolayısıyla katledilmeleri gerekirdi” diyebilecek kadar pişkin açıklamalar yapıyor. Kürt gençleri cadde ortasında vurulup öldürülüyor, cezaevlerinde hastalıktan ölüyor, Erdoğan ve ekibi Kürtlere, Alevilere hakaret ediyor. Kürtler barışçıl adımlar atma büyüklüğünü göstermekle birlikte bunları sindirmedi dahası bu zihniyetle mücadele etme kararlılığı güçlendi. Ülke tam bir polis devleti, atmosferi gaz bombası yoğunluklu hale getirildi. Her olayda gaz bombasından insanlar öldü, yaralandı. Artık bunları kimse sindiremiyor. Üstelik tüm bunlar demokratik Türkiye demagojisinin eşliğinde yapıldı. Ülkede bir aptallaşma hissi gelişti. Daha ne olsun. Bir yerde patlayacaktı bu öfke. Gezi parkında patladı.
AKP’nin sermaye güçlerine her yeri açması, her şeyi kâra dönüştürebilmesinin örneklerinden bir olan gezi parkının ağaçlarının sökülmesi olayına BDP’li Sırrı Süreyya Önder’in ve orada bulunan halkın direnişle karşılık vermesi bir anlamda topu ateşledi. Toplumun tüm muhalif kesimlerinin katıldığı ulusal bir isyana dönüştü. Taksimi aşarak bütün İstanbul’a Ankara’ya, İzmir’de ve giderek bütün ülkeye yayıldı. Hatta ülke sınırlarının dışına da taştı. Devletçilik, milliyetçilik zihniyetinin çok şişirildiği, devlet ve iktidar güçlerine karşı halk refleksinin köreltildiği Türkiye gibi bir yerde bu kapsamda bir öfke patlamasının olması artık tahammül sınırlarının aşıldığının ifadesidir.
Birikmiş tepkiler akacak bir kanal bulunca aydınından, gazetecisine, türbanlısından, içki içenine, gencinden eli çantalı kadınlarına kadar herkes taş atmaya başladı. B u tabloyu görünce aklıma taş atan çocuklar için yapılan değerlendirmeler geldi. O çocuklar ile örgütlü Kürt halkı ve demokrat çevreler dışında herkes hep bir ağızdan taş atmanın ne kadar yanlış olduğunu ve mutlaka bu terörist eylemin durdurulmasını bağırıyordu. En çok da CHP’li çevreler yapıyordu bunu. Demek ki, taş atmak, başka bir yolu kalmayınca insanların ilk doğal refleksi oluyormuş. Taş atınca terörist olunmuyormuş. Demek artık bütün imkanları elinden alınınca, öfkeden koca koca adamlar, gayet modern aklı başında kadınlar da camları indirebiliyor, konteynirleri yakabiliyor, TOMA’ların üstüne çıkıp, öfkesini demir yığınından çıkarabiliyormuş. Polis şiddetine karşı taş atmak, en demokratik, en insani eylemdir. Yeri geldiğinde bu eyleme katılmamak insanı insanlıktan çıkarır.
Nihayet sokakların önemi Türkiye’de anlaşılmaya başlandı mı acaba? Sokağın halka ait olduğu, devletin kurum kuruluşlarının dışında olmanın özgürlüğünü ifade ettiği, devlete değil halka ait olma hissini kazandırdığı bilinci kalıcılaştı mı acaba?
Günlerdir süren direnişlerin toplumun her kesiminden insanların tepkilerini ifade ettiği gerçeği açıktır. Ancak son günlerde bu demokratik, dönüştürücü eylemlerin ulusalcı-milliyetçi kesimlerin yönlendirilmesine girmeye başladığı gerçeğine de dikkat çekmek gerekiyor. Son derece demokratik taleplerle başlayan direnişin, ulusalcı- milliyetçi, bayrak şovlu hale dönüşmesi işi özünden çıkarır. Adalet ve demokrasi taleplerinin yerine bayatlamış hegemonya eğilimlerini hortlaması anlamına gelir ki bu durum tam bir saptırmadır. Bu konuda dikkatli olmak ve bayrak, ırk kompleksini aşmış, özgürlükçü tutumda kararlı olmak gerekir. Aksi takdirde başlayan yeni sürecin gelişmesini olumsuz etkileyecek ve herkesin altında kalacağı olumsuz gelişmelere yol açacaktır.
Sürecin gelişmesi önündeki tek tehlike bu değil. AKP hükümetinin sürece yaklaşımında da mevcut durumda tehlike işaretleri var. Gerillanın geri çekilmesine karşı olumlu adımlarla karşılık vermemesi, hatta gerillanın boşluğunu fırsat bilerek, karakol, koruculuk sistemini arttırması, cezaevlerindeki binlerce esiri bırakmaması, hatta hastaların ölümüne göz yumması AKP’nin yanlış hesaplar peşinde olduğuna ve kendi gücünü abarttığına işaret ediyor. AKP, en örgütlü halk ve hareket olan hareketimize karşı küçük hesaplar içerisinde olmanın yaratacağı sonuçları iyi hesaplamıyor herhalde. Bu konuda yaşanacak sabır patlamasının bedelleri çok daha ağır olur. Bir uyarı da bu konuda yapalım.
Özgür yaşam kararlılığı güçlenmiş bir halkın ve kadınların direniş dalgalarına hiçbir güç karşı duramaz bilinmelidir.