Ahlâk, üzerinde çok konuşulmasına rağmen, çözümlenmesi yapılamayan toplumsal kurumların başında gelmektedir. Etik adı altında tüm teorikleştirme çabalarına rağmen, pratikte sağlanan gelişmeler oldukça umut kırıcıdır. Toplumsal varoluşun gittikçe ahlâktan yoksun kaldığı bilimce gözlenen ortak bir tespittir. Ama bunun nedenleri ve sonuçları yeterince açıklanmamıştır. Gittikçe gözden düşürülen bir kurum ve konum niteliğine büründürülmüştür. Fakat konu ve kurum olarak ahlâk, sanılanın da ötesinde çok önemlidir. Gerek tarih boyunca yaşanan krizler, gerek günümüz küresel krizi büyük oranda ahlâkilikten yoksunluğun sonucudur. Tarihte toplumsal vicdan, Sodom (İlkçağda Lut Gölü yakınlarındaki bir şehir) ve Pompei kentlerinin yanardağdan püsküren lavlar altında kalmasını ahlâki düşkünlükle izah ederken bir hakikatten haber vermek ister gibidir! Ahlâki düşkünlük toplumları çökertir. Tanrıların laneti denilen şey, özünde toplumsal vicdanın (ahlâkın) ahlâksızlığı cezalandırma eyleminin gökselliğe yansıtılma biçimidir. Tanrı kavramını toplumun en yüce ve kutsal kimliği olarak yorumlarsak, lanetleme de toplumun tipik kendine has cezalandırma eylemi oluyor.
Ahlâkı kavramsal olarak tanımlamak basittir. Toplumsal törelere, alışkanlık ve kurallara göre yaşamayı bilmek ahlâkı tanımlayabilir. Fakat bu açıklama oldukça biçimsel kalmaktadır. Etik adı altında antikçağ ve yeniçağ filozoflarının (Eflatun, Aristo, Kant başta olmak üzere) giriştikleri çözümlemeler daha çok devlet teorisine girişten öte bir katkı sunmamıştır. Daha doğrusu, bireyi toplum üyeliğinden kopartıp devlet üyeliğine geçirmenin ön hazırlıkları gibidir. Sanki ahlâkın görevi, bireyi devleti için en yararlı hale getirmekmiş gibi bir yaklaşım sundukları açıktır. Kısacası ahlâki yorumları uygarlık yanlısıdır.
Ahlâk kendisi olarak kaldıkça uygarlık güçlerine teslim olmamıştır. Dayatılan uygarlık dini ve hukukuna karşı Demos’un ahlâki ısrarı hiçbir zaman eksik olmamıştır. Günümüzde ahlâk konusundaki temel sorun ve görevler nasıl konumlandırılacağına ilişkindir. Sosyal bilimin bir dalı olarak etik (ahlâk teorisi) konusunda çalışmalar yapmak şüphesiz entelektüel alana ilişkin bir görevdir. Önemli olan etiğin toplumla nasıl bütünleşeceğidir; aşındırılan ahlâki toplumun nasıl yeniden ve daha güçlü temellerde ahlâkla donanacağıdır. Ahlâkı yeniden inşa görevi sadece asrın, modernitenin değil, toplumun sürdürülüp sürdürülemeyeceği sorunudur. Küresel krizin hukukun zor gücüyle aşılamayacağı açığa çıkmış durumdadır. Dinselliğe yeniden dönüş de umutsuz bir vakıadır. Toplumsal doğanın güçlü ahlâki dokusu tekrar işlevselleştirilmedikçe, hiçbir yolla modernitenin küresel krizden çıkamayacağını iyi kavramak gerekir. Yaşanan kriz beş bin yıllık uygarlık sisteminin bütün toplum karşıtı güçlerinin ahlâki toplum aleyhine yarattıkları krizdir. Dolayısıyla çıkışı da ahlâki toplumda, ahlâkın doğrudan demokrasi özdeşliği nedeniyle politik toplumda aramak diyalektik gereğidir. İlke olarak bu tespitte birleşilmedikçe hiçbir ahlâki görev doğru olarak belirlenemez. O halde kapitalist modernitenin küresel krizine karşı demokratik modernitenin yapacağı güçlü çıkışta en büyük silahı olan yeniden inşa çalışmalarında kendisini bekleyen ahlâki görevleri ilkeler halinde belirlemeye çalışırsak şunları söyleyebiliriz:
Etik çalışmalar entelektüel alana, demokratik siyaset çalışmaları politik alana ilişkin görevler olmakla birlikte, ahlâki toplumla bütünleşmedikçe rollerini oynayamazlar. Ahlâk her iki alan görevlerinin pratikleştiği toplum gerçeğini ifade eder. Demokratik kapsamı içinde din ve ahlâk arasında özdeşlik vardır. Dolayısıyla ibadet yerleri en çok toplumsal ahlâkın işlendiği kurumlar olmak durumundadır. Başta kilise ve camiler olmak üzere, ibadethaneleri birer pratik ahlâki kurum olarak değerlendirip ahlâki toplumun inşasında kullanmak en doğrusudur. Özellikle camileri Hz. Muhammed dönemindeki yaygın ahlâki merkezler olarak icra edilen işlevlerine yeniden kavuşturmak önemlidir. Camiler sadece namaz gibi son derece basit bir ritüelin yeri değildir. Hz. Muhammed döneminde camiler esas olarak ahlâki ve politik toplumun yeniden inşa edildiği merkezlerdi. Namaz sadece bu işi onama ritüeli olarak düşünülmüştü. Sonraları ritüel esas oldu. Esas ahlâki ve politik toplum inşası ise unutuldu, unutturuldu.
Ahlâkın kurum olarak küresel temsilinde Vatikan türü Katolik ekümeniklerle İslâm ümmetini (ekümenini) temsilen eski halifelik kurumunun (bu arada Musevilik, Budizm vb. ahlâki ve dini gelenekler de dahil edilerek) ve benzerlerinin ortaklaşa bir çatı altında yeniden kurumlaşmaları, teolojiden çok etik uygulamalar üzerinde yoğunlaşmaları tüm insanlık adına ahlâki ve politik toplumun yeniden inşasında büyük rol oynayabilir. Bir nevi ulus-devletlerin BM çatısı altında bir araya gelmesi gibi, temel ahlâki öğretilerin modernite saldırılarına karşı bir araya gelerek kurumlaşmaları başarıları için şarttır. Tüm kutsallıkları ve ahlâki öğretileri yutmaya çalışan uygarlık ve modernite canavarlıklarına karşı Küresel Kutsallıklar ve Ahlâki Öğrenim Konfederasyonu bu şartın gereği olarak kurulmak durumundadır.
Sınıflı uygarlıkla birlikte insanlık gerilemiştir. Bunu aşmak için Ekolojik Devrim gerekiyor. Ekolojik Devrim, insanın doğayla çelişkisini çözmektir. Devrimsel bir olaydır. Bu, Türkiye’deki çevrecilerin yaptığı gibi çer-çöp toplamakla değil, Ekolojik Devrimle olur. Bu bir devrimsel yaklaşımla çözülür. Bunun için yeni bir ahlak, yeni bir barış kültürü gerekiyor. Ben, yeni uygarlık projemi iki temel ayak üzerine oturtuyorum. Ekolojik ve cinsiyet devrimi. Ekolojinin sonuçları ile cinsiyetin sonuçları aynıdır. Cinsiyet problemini kapsamlı ele almaya ihtiyaç var. Cinsiyet devrimini önemsiyorum. Gazetelerde okuyorum evliliklerin üçte biri mi, üçte ikisi mi diyorlar iflasa gidiyor. Böyle olur tabii, günümüz evlilikleri iki körün yüz yüze gelip, çarpışması anlamına geliyor. Günümüz evliliğinde büyük bir cehalet, büyük bir iki yüzlülük, saygısızlık, sömürü, büyük bir baskı, otorite, zulüm ve hatta katliam gizlidir
Benim farkım şu, bu ilişkilere karşı çocukluktan itibaren kuşkuyla yaklaştım, irkildim. Anamın dediği gibi oldu. Anam, “Sen bu halinle hiçbir kızla evlenemezsin” demişti. Bu benim yaşam tarzım haline geldi. Sonra bunun teorik temelini de buldum. Karılık-kocalık kültürüne hiç inanmadım. Kocalık-karılık kültürü çok tehlikelidir. Büyük aşklar böyle yutar mı? öldürür mü? Madem kutsal aile, neden dövülüyor, neden biri birini boğazlıyorlar? Aslında en kutsal şey neden böyle bir zulüm ve katliama yol açıyor. İşte gelişmeler bunu doğruluyor. Sorun ideolojik. Cinsiyet ilişkilerinin 5 bin yıllık kötü bir tarihi vardır. İşte sosyologlar var incelesinler, söylemiştim size, ilettiniz mi? Kadınlar da mektup yazıyorlar, çok derinlikli, bu sorunlardan bahsediyorlar, onlar da bu konularda yazmalılar. Cinsiyet ilişkilerinin tarihi Sümerlerden başlar, İnanna’nın Me’leri var, 104 tane işte bunun içinde her şey var. Tarım, hayvancılık, çocuk yetiştirme yani bir çok yaşam ilkesi, anaerkilliğe dayanıyor. İnanna, Enki’ye “Sen bunları benden çaldın, bütün değerlerimi aldın” diyor. Burada ikisinin çatışması önemli. Sonuçta kadın tümüyle kaybediyor. Cinsiyet olayı çekilmez hale geliyor, saygı ve sevgi öyle kolay oluşmaz, devrim gerekiyor. Bunlara kavuşmayınca yaşamın zevki ve mutluluğu olmaz. Mesele sadece fiziki değil, güzellik meselesi değil, açıklık-kapalılık meselesi değil; ikisinin birbirinden farkı yok, ikisi birbirinin tekrarıdır, ikisinde de sahtekarlık var. Cinsiyet meselesinin ideolojik, felsefi, siyasi boyutları var. Kızlarımız bütün bunları araştırsınlar. Bağlı olanların anısına saygı adına bunları bir kez daha belirtiyorum. Aslında ben bu konuda çok derinleştim. Birkaç kitap yazabilirim. Benim bazı hayallerim var ama söylemek istemiyorum yanlış anlaşılabilir. Benim kadınla buluşmam tanrısal boyuttadır. Ben buna “Tanrısal Buluşma” diyorum. Büyük hayallerim var. Ben Nazım gibi olamam. Cezaevinden yazdığı aşk şiirlerini basit ve alçaltıcı buluyorum. Ortadoğu kültüründe kutsal evlilik türevleri var. İsa ve Musa da kadını düşürüyor. Meryem de silik bir tanrıçalık var. Biz Ortadoğulular kadını Ayşe, Fatma olarak, Batı Meryem olarak görüyor. Meryem kültürü, Ayşe-Fatma kültüründen ileridir. Batı kültürünün üstünlüğü de buradadır. Ayşe’nin bir sözü var “Tanrım beni bir kadın olarak doğuracağına bir taş olarak doğursaydın” diyor bu söz önemlidir. Ne kadar bir zulüm altında ki, bunu söylüyor. Bir kadın olmanın zorluğunu o kadar fark etmiş ki, peygamber eşi olmasına rağmen söylüyor. Buna karşı Ayşe-Fatma’nın yapabileceği bir şey de yok. İşte bunun için cinsiyet devrimi zorunludur. Kızlar bunu geliştirsinler, derinleştirsinler.
Toplumsal paradoksun tümüyle aşılması imkânsız olmakla birlikte, bunu sınırlı ölçüde aşmak ve bilme düzeyine ulaşmak mümkündür. Bu durumda azami bilgilenme yaşamın kendisi hakkında olabilir. Kendini kavrayan doğa olarak yaşam ölümü anlamsız kılabilir. “Canlıların üremesi, beslenmesi ve korunması savaşımı ne zaman durabilir veya sonuçlanabilir?” diye sorduğumuzda, buna en bilgece cevabın ‘kendini kavrayan doğa’ olarak insanda yattığını söylememiz mümkündür. Buna nihai evrensellik de diyebiliriz. Ağır bir öznelliğe düştüğüm düşünülse de diyebilirim ki, görünen, bilinen ve hissedilen her şey göreceli insanla sınırlıdır. Dolayısıyla bu biçimde kendini kavrayan doğanın evrenselliği ne kadar temsil edebileceği oldukça tartışmalıdır. Fakat ‘kendini bilen doğa olarak insan’ dışında bir evrenselliğin varlığı da yine son derece tartışmalıdır. Dünya canlılarının bir özeti olarak insan aklı dışında evren ne kadar tartışmalıysa, bu insan aklının kendisinin evreni ne ölçüde temsil ettiği de o kadar tartışmalıdır derken yine bir paradoksa düştüğümüz söylenebilir. Fakat hakikatin tüm çerçevesi de bu paradoksla çevrilidir. Çıkarılması gereken temel sonuç, bilginin göreceli karakteri ve bunun toplumsal doğayla sıkı bağlantısıdır. Dolayısıyla bilim dünyasındaki kriz ancak toplumsal doğa üzerinde yoğunlaşmakla, onun birinci ve üçüncü doğayla bağlantısını doğru, ahlâki ve estetik olarak kurmakla ve o da görece aşılabilir.
Bir toplum kurumsal olarak dağıtıldıktan sonra artık onun anlamından, dar kültüründen bahsedilemez. Bu durumda kurum su dolu bir tas gibidir. Tas kırıldıktan sonra, açık ki suyun varlığından bahsedilemez. Bahsedilse bile o artık tasın sahibi için su değil, başka topraklar veya kapların sahiplerine akmış bir yaşam unsurudur. Toplumsal anlam, zihniyet ve estetik yitiminin sonuçları daha da vahimdir. Böylesi bir durumda ancak başı uçurulmuş canlı varlıklar gibi bir varlığın çırpınmasından bahsedilebilir. Zihniyet ve estetik dünyasını yitiren bir toplum çürümeye, vahşice parçalanmaya ve yenmeye terk edilmiş bir leşe benzer. Dolayısıyla bir toplumu kültürel olarak tanımlamak için onu mutlaka kurumsal ve anlamsal bütünlük içinde değerlendirmek şarttır. Bu konuda verebileceğimiz en yalın örnek, dramını yoğun yaşadığımız Kürt toplum gerçekliğidir. Hem kurumsal hem de anlamsal olarak derin bir parçalanmayı ve zihniyet yitimini yaşadığı için, Kürt toplumu ancak bir ‘kültürel soykırım altındaki toplum’ olarak tanımlanabilir.
Dil kavramı kültür kavramıyla sıkıca bağlantılı olup, dar anlamında esas olarak kültür alanının başat unsurudur. Dili dar anlamıyla kültür olarak tanımlamak da mümkündür. Dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlâk ve estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir; anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel ve ansal varoluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir. Dilin gelişkinlik düzeyi yaşamın gelişkinlik düzeyidir. Bir toplum anadilini ne kadar geliştirmişse, yaşam düzeyini o kadar geliştiriyor demektir. Yine dilini ne denli yitirmiş ve başka dillerin hegemonyası altına girmeyle karşılaşmışsa o denli sömürgeleşmiş, asimilasyona ve soykırıma uğramış demektir. Bu gerçekliği yaşayan toplumların zihniyet, ahlâk ve estetikçe anlamlı bir yaşamlarının olamayacağı, hasta bir toplum olarak silininceye dek trajik bir yaşama mahkûm kalacakları açıktır. Anlam, estetik ve ahlâk yitimini yaşayan toplumların kurumsal değerlerinin sömürgenlerin değerlerinin hammaddesi olarak işlenmesi de kaçınılmazdır. Sonuç olarak, dil örneğin Kürtlerdeki haliyle yaşandığında, bu durumdaki bir toplumun maddi olarak son derece yoksullaşacağı ve paramparça duruma düşeceği, dolayısıyla anlam, ahlâk ve estetikçe de yanlış, hain ve çirkin olarak yaşamaktan kurtulamayacağı gayet açıktır.
Uygarlık kavramı daha çok genel kültür kavramının sınıf, kent ve devlet aşamasındaki toplumunu tanımlar. Sınıflaşma, kentleşme ve devletleşme uygar toplumun temel kategorileridir. Buradaki toplum sınıflaşmış, kentleşmiş ve devletleşmiş toplumdur. Somut ve tarihsel gelişim haliyle eşitlikçi klan ve kabile toplumundaki sınıflaşma, tarım-köy toplumu üzerindeki kentleşme ve hiyerarşik toplumun bağrındaki devletleşme olguları uygarlığı karakterize eder. Uygar toplum, doğa-toplum bağlamındaki simbiyotik ilişkiye ilaveten, toplumsal doğa içinde hükümranlık ilişkisinin tek taraflı gelişip gittikçe şiddetlenen bir çelişki halini almasıyla kendini somutlaştırır. Toplumda farklı yapısallıklar, anlamlar, ahlâk ve estetik duygular geliştirir. Toplum açısından uygarlığın olumlu bir gelişme mi, yoksa olumsuz bir gelişme mi olduğu son derece tartışmalıdır. Tarihi egemen, sömürgen kesim açısından inşa edenler bakımından uygarlık büyük bir tarihsel gelişmedir, hatta tarihin kendisidir. Kendini baskı ve sömürü altında yaşayan kesimler olarak tanımlayanlar açısından ise, büyük bir felaket ve cennet ütopyasının yitimi olarak değerlendirilir. Doğrusu da budur. Bu çelişkiyi derinliğine yaşayan bir toplumda düşünce, ahlâk ve estetik duygu farklılaşmasının oluşması toplumsal doğa gereğidir. Parçalanmış, çelişkili kurumlar ve anlamlar dünyasının oluşumu uygarlık gereğidir. Savaşlar en çok bu gerçekliği ifade eder. Savaş gibi içinde fiziki yok etmelerin yoğunca yaşandığı toplumsal eylemlerin varlığı, ancak derinliğine bölünmüş bir toplumu ifade edebilir. Anlam parçalanması ise ideolojik savaşı ifade eder ki, bu da uygar toplumda yoğunca yaşanan fiziki savaş kadar etkili bir hegemonik savaştır. Uygar toplumun çelişkili tarafları kendi farklarını bir yandan ideolojik ve fiziki, kurumsal savaşlarla ortaya koyarken, diğer yandan kendilerini egemen ve süreklilik arz eden esaslı yapı ve anlamlar bütünü olarak ifade etmekten geri durmazlar. Gerçek toplumun kendilerinden oluştuğunu, toplumun kendini bu biçimde varoluşsal kıldığını iddia ederler. Kendi içinde ne kadar dönemlere ve farklı kurum ve anlamlara bürünürse bürünsün, uygarlığın temel gerçekliği böyle kalır.
Toplumun özüne yabancı yönetimler iktidarın en zorba ve sömürgen biçimini temsil ederler. Dolayısıyla bir toplum için en hayati, ahlaki, bilimsel ve estetik görev özyönetim gücüne kavuşmaktır. Bu görevi başaramayan toplumun ahlaki, bilimsel ve estetik gelişimi mümkün olmadığı gibi, siyasal ve ekonomik kurumlaşma ve gelişmesi de yok olur. Önemli olan, yönetim erkinin bir yandan kendini iktidar biçimine taşırmaktan alıkoyması, diğer yandan yönetimsizliğe karşı sonuna kadar direnmesidir. Yönetimi iktidarlaştırmamak kadar, iktidarın yönetim ayrıcalıklarını elinden almak da büyük önem taşır. İktidar ne denli anti-toplumsalsa, yönetim de o denli toplumsal erktir. Toplumsal erksiz ahlaki, estetik ve bilimsel gelişme olmaz. Böylelikle dar anlamda kültürel gelişme olmayınca, geniş anlamda ekonomik ve siyasal gelişme de olmaz. Bu durumda yaşanacak olan sömürgeleşmek, asimilasyon ve soykırım sonucu tükenmedir.
Ahlâkı politikanın tarihsel kurumsal gelenek halini almış biçimi olarak tanımlamak mümkündür. Politika daha çok günlük olarak yaratıcı, koruyucu ve besleyici rol oynarken, ahlâk geleneğin kurumsal ve kurallı gücüyle mevcut toplum için aynı hizmeti görür. Ahlâkı toplumun politik hafızası olarak değerlendirmek de mümkündür. Ahlâken aşılmış veya ahlâktan yoksun kalmış toplumlar politik hafızasını, dolayısıyla geleneksel kurum ve kural gücünü zayıflatmış ve yitirmiş demektir. Bu da bir toplum için öz savunmadan yoksun kalmak, her tür iç ve dış tahakkümcü, sömürgen ve asimilasyonist uygulamalara açık hale düşürülmektir. İktidar sistemlerinin ve devlet oluşumlarının sürekli ahlâkı aşındırmaları ve yerine topluma üstten tek taraflı hukuk iradelerini (egemenlerin ahlaki biçimini) dayatmalarının altındaki temel neden, özyönetimi ve politikayı tahrip ederek o toplumu sürekli ve yapısal olarak iktidar yönetimine ve sömürüye açık hale getirmeyi zorunlu görmeleridir. Kendi ahlâkını güçlü yaşayan bir toplum, iktidara ve sömürüye kolay boyun eğmez. Bir toplum için ahlâkın en olumsuz, geri ve ilkel hali bile iktidar ve devletlerin en ileri hukukları ve yönetimlerinden daha değerlidir. Ahlaki ve politik toplumun olduğu yerde, iktidar ve hukuk gereksiz olmaktan da öteye, tahammül edilmesi güç bir yük haline gelir. Bir toplum ne denli ahlaki ve politik kılınırsa, o denli demokratik, özgür ve eşitlikçi, dolayısıyla iktidar eliti ve sermaye tekellerinin istismarına kapalı ve direngen kılınır. Liberalizm esinli sosyal bilimlerin politikayı demagoji seviyesine indirgeyerek özellikle devletin prototipi partilerin temel demagoji malzemesi olarak tanımlamaları sadece büyük bir kötülük ve bilim adına bilime ihanet olmayıp, bilinçli biçimde kendilerine tanınan rolü oynayarak, iktidar ve sömürü tekellerine hizmet etme misyonlarından ileri gelmektedir.
Toplumsal gerçeği hep dolu yaşamak, onun tüm geçmiş birikimini içinden geçilen anın oluşum heyecanı ve geleceğin engin umutlarıyla yaşamak hakikate en yakın yaşam gerçeğidir. Bu tarz bir yaşamı gerçekleştirmeyi sosyalist teori ve pratiğin temel sorunu olarak görmek büyük değer taşır. Bu gerçekleşme toplumsal hakikatin hem ifadesi hem de doğru yaşanması olarak anlam kazanır. Sosyalizmi sadece geleceğe ilişkin bir proje veya program olarak görmek yerine, anlık özgürleştiren, eşitliği ve adaleti gözeten, estetik değeri olan ahlaki ve politik bir yaşam tarzı olarak hakikatleştirmek gerekir. Sosyalizm hakikati ifade eden bilinçli bir yaşam tarzıdır. Tarihte örnekleri bolca görülen bilgeler ve müminlerin tarzına benzer biçimde zamanın bilgesi ve mümini olarak yaşamak gerekir. Liberalizmin ahlâk düşkünlüğünü ifade eden bireycilik özgürlük olmayıp, sahte bilinçle yaşatılan en aşağılık kölelik biçimidir. Anti-liberalizm olarak sosyalizm, özgürlüğü kolektif eylemde ve ahlâkta yaşamanın ideolojisidir.
Önder Apo
“Önderliğin Savunmalarından, Görüşme Notlarından ve Çözümlemelerden Derleme Yapılmıştır”