İnsan toplumundaki zekâ düzeyi ve esnekliği toplumsal inşanın gerçek temelini teşkil etmektedir. Özgürlüğü bu anlamda toplumsal inşa gücü olarak da tanımlamak yerindedir. İlk insan topluluklarından itibaren buna ahlaki tutum denildiğini biliyoruz. Toplumsal ahlâk ancak özgürlükle mümkündür. Daha doğrusu, özgürlük ahlâkın kaynağıdır. Ahlâka özgürlüğün katılaşmış hali, geleneği veya kuralı da diyebiliriz. Eğer ahlaki seçim özgürlük kaynaklıysa, özgürlüğün zekâ, bilinç ve akılla bağı göz önüne getirildiğinde, ahlâka toplumun kolektif bilinci (vicdanı) demek daha anlaşılır oluyor. Teorik ahlâka etik denilmesi de ancak bu çerçevede anlam ifade edebilir. Toplumun ahlaki temelleri dışında bir etikten bahsedemeyiz. Şüphesiz ahlâkî deneyimlerden daha yetkin bir ahlâk felsefesi, yani etiği çıkarılabilir, ama yapay etik olamaz. E. Kant’ın bu konuda da çok çaba harcadığı bilinmektedir. Kant’ın pratik akla etik demesi anlaşılırdır. Ahlâkı aynı zamanda bir özgürlük seçimi, imkânı olarak yorumlaması günümüz için de geçerliliğini koruyan bir görüştür.
Ahlâktaki ‘iyi’-‘kötü’ ayrımı uygar toplumdaki temel sosyal bölünmeyle bağlantılıdır. Bir yönüyle çıkar grupları arasındaki mesafeyi açıklar. Genelde ise ‘iyi ve kötü toplum’ ayrımını ifade eder. Özü toplumculuktur. Topluma bağlılık iyi ahlâkı, toplumdan uzaklık ve onun değerleriyle çelişme ise kötülüğü ifade eder. Toplumsal kuruluş başlangıçtan itibaren ahlaki karakterlidir. Yani toplumu düzenleyen kurallara kutsallık atfedilir ve gönüllü temelde bağlanılır. Toplumun ‘ilk anayasası’ ahlâk kurallarıdır. Toplumun özünde ahlâk vardır. Ahlaki temelini yitiren toplum dağılmaktan kurtulamaz. Toplumsal kurallar ise özünde toplumun kimliğine, tanrısal varlığına ve diline bağlı olmayı, sanki tek bir canmışçasına diğer üyelerine bağlılığı ve gerektiğinde onlar için ölümü göze almayı öngörür. Toplumun dışına atılmak zaten ölümle eştir.
Ahlâk; iyiliğine, güzelliğine ve doğruluğuna inanılan, en derin gönül ve vicdan bağıyla takip edilen, yasalara zorunlu olmayan ama en güçlü yasadan daha güçlü ve gereklerine göre yaşanılan toplumsal davranışı ifade eder. Gerici ve tutucu ahlâk kadar, ilerletici ve özgürleştirici ahlâk da vardır. Bu ayrımı gözeten bir programlaştırma, eğitici ve dönüştürücü bir rol oynayabilir. Buna toplumun manevi kurumlaşması demek de mümkündür. Bunalımın çözdüğü ahlâk, ancak yeni ahlaki tutum sayesinde yenilenerek, bunalımın aşılmasında ve yeni toplumun gerçek koruyucu değerlerine ulaşmasında kalıcı rol oynar. Ahlâk aslında bütün gerekleri oluşturulmuş toplumsal sistemler için bir nevi kişiliğin iyi ve doğru karakter özellikleriyle, güzel bir elbise gibi içinin iyiliğini güzellikle tamamlayan sanatın rolünü oynamasında bir köprü konumundadır.
Ahlâka başvurulmadan ne toplumsallaşabilir ne de yönetilebilir. Yöntemde ahlâk toplum için vazgeçilmez bir oluşum ve yönetim gerçeği, algısıdır. Ahlâkın pozitif ve negatif içeriğini tartışmaksızın, bu yönlü bir gelişme toplumsal algılamanın vazgeçilmezi sayılmak durumundadır. Şüphesiz ahlâk metafizik bir algıdır, ama bu husus onun varlığını geçersiz ve önemsiz kılmaz. Dinsel ahlâkın mitolojik dönemdeki ilkel ahlâka göre bir üstünlüğünden bahsetmek abartı sayılmaz. Ahlâksız bir insan toplumu belki de yenilecek ot bırakmadıkları için nesli tükenen dinozorlar gibi insanın kendi türünün ya da yaşam çevresinin sonunu getirmesi demektir. İkisi de aynı kapıya çıkıp, sonuçta insanın sürdürülemez bir tür durumuna düşmesi anlamına gelir. Nitekim ahlâkın büyük yıkılışı nedeniyledir ki, günümüzde çevre sorunları insanlığı felaketin eşiğine kadar getirmiştir.
Üç büyük dindeki peygamberlik geleneği de iyi stabilize edilmiş dogmatik yöntemin kurucu gücüdür. Her üç dinin ağır basan yanı metafizik ahlâkın kurucusu olmalarıdır. Buda, Zerdüşt, Konfüçyüs ve Sokrates’te ahlâk zirveye erişir. Özellikle Zerdüştlükte iyilik-kötülük ikilemi temel felsefe olarak aydınlık-karanlık ikilemiyle eş tutulmuştur. İnsanlık tarihte değeri yüksek olan bu bilgelerin şahsında büyük bir ahlaki merhale kat etmiştir.
Toplum ancak özgür bir yargılama olarak ahlâkla düzenlenebilir. Sovyet Rusya’sının, Firavun Mısır’ının tüm rasyonelliklerine rağmen çözülmelerini ahlâktan yoksunluklarına bağlayabiliriz. Rasyonalite tek başına toplumu sürdüremez. Belki robotlaştırabilir, gelişkin hayvanlar haline getirebilir ama insan olarak tutamaz. Ahlâkın bazı niteliklerini sayalım: Acıya dayanma gücü ve gereğini karşılayabilme, zevk, arzu ve şehvete sınır koyma, üremeyi fiziki değil toplumsal kurallara bağlama, geleneklere, dine ve yasalara uyma ve uymama tercihine ilişkin karar verme. Örneğin ahlâkın üremeye yol açan cinsel ilişkiyi kurallara bağlaması insan türünde zorunlu bir ihtiyaçtır. Nüfusu kontrol altına almadan toplumu sürdüremeyiz. Tek başına bu konu bile ahlaki metafiziğin büyük gereğini ortaya koymaktadır.
Ahlâk insanın seçim kabiliyetiyle ilgili olduğundan özgürlükle yakından bağlantılıdır. Ahlâk özgürlüğü gerektirir. Bir toplum esas olarak ahlâkı ile özgürlüğünü belli eder. Dolayısıyla özgürlüğü olmayanın ahlâkı da olmaz. Bir toplumu çökertmenin en etkili yolu ahlâkıyla bağlantısını kopartmaktır. Dinin etkisinin zayıflatılması ahlâkın zayıflaması kadar çöküntüye yol açmaz. Onun boşluğunu bir nevi din haline gelmiş çeşitli ideolojiler ve politik felsefeler, ekonomik yaşantılar doldurabilir. Ahlâkın çözülmesinden doğan boşluk ise mahkûmiyet ve özgürlük yoksunluğu ile doldurulur. Ahlâkın teorisi olarak etik veya ahlâkiyat, temel felsefi problem olarak varlığı, giderek daha yakıcı hale gelmiş ahlâkı incelemek ve yeniden esas rolüne kavuşturmakla görevlidir. İşlevi doğru ortaya konulması gereken ahlâk temel yaşam ilkesi haline gelene dek önemini yitirmeyen bir sorun olarak toplumdaki yerini koruyacaktır.
Benim çizgim çocuklukta da buydu. Özgürlüğe dayalı barıştan daha değerli bir şey olamaz. Özgürlüğü evrendeki çoğullaşma, çeşitlenme ve farklılaşma olarak tanımlamak toplumsal ahlâkı açıklamada da kolaylık sağlar. Çoğullaşma, çeşitlenme ve farklılaşma, zımnen de olsa hep bağrında taşıdığı zeki bir varlığın seçim yapma kabiliyetini düşündürür. Bitkilerin kendilerini çeşitliliğe yönelten bir zekâya sahip olduğunu bilimsel araştırmalar da doğrulamaktadır.
Toplumsal politika ne kadar özgürlük doğurucuysa, iktidar ve devlet de o kadar özgürlüğü kaybettiren alanlardır. İktidar ve devlet yapıları birçok kişi, grup ve ulusu belki daha çok zenginleştirip özgürleştirebilir. Ama Yahudi örneğinde gördük ki, bu durum ancak öteki toplumların yoksulluğu ve köleliği pahasına mümkündür. Bunun sonu da soykırımdan savaşlara kadar her tür yıkımdır. Kapitalist dünya sisteminde politika en büyük kaybını yaşamıştır. Merkezî uygarlık sisteminin zirve yaptığı kapitalist modernite aşamasında politikanın gerçek ölümünden bahsetmek mümkündür. Dolayısıyla günümüz çağında hiçbir çağla kıyaslanamayacak ölçülerde bir politik tükeniş yaşanmaktadır. Bir özgürlük alanı olan ahlâkın tükenişi nasıl günümüzün bir fenomeni ise, ondan daha fazla politika alanının tükenişi söz konusudur. Bu nedenle özgürlük istiyorsak, en başta toplumun kolektif vicdanı olan ahlâkı ve ortak aklı olarak politikayı tüm yönleriyle ve entelektüel gücümüzle yeniden ayağa kaldırıp işlevsel kılmaktan başka çaremiz yok gibidir.
Size daha önce belirttiğim doğru sevgi tarzı (buna ilkeli ve amaçlı sevgi de denilebilir) her şeye yönelik olmalı, siyasetten ayağı kopmamalı, derin ve sürekli olmalıdır. Kavgalı olduklarına bile acı vermeyen bir ilişki ahlaki olarak çok gereklidir. Acı verme konusunda herkes kendini gözden geçirmeli ve kişiliğinde tam bir devrim yapmalıdır. Her hareketin ne kadar acı ve sevgiye yol açtığını bilen bir ahlaki görüşünüz olmalıdır. Tabii her ikisi de ilişkilere adaletli, hakkını veren yaklaşımla mümkündür. Bu yönlü şansınız çok büyüktür.
Aklın gücü üzerinde şüphesiz çağlar boyu sürekli durulmuştur. Bu konuda çok yeni bir şey söylemiyorum. Aklın farklı bir özelliğine dikkat çekmenin her zamankinden önemli hale geldiğini belirtmek istiyorum. Aklın toplumla bağı açıktır. Toplum gelişmeden aklın da gelişemeyeceği sıradan her tarih gözlemcisinin fark edebileceği bir husustur. Esas kavranması gereken, toplumsal varlığın hangi koşullarda akla meşruiyet tanıdığıdır. Kapitalist modernitenin, özellikle yakın dönemin küresel finans-sermaye egemenliğinin, ‘simgesel akıl’ üzerinden korkunç kârlar sağlayarak yol açtığı çevre felaketi ve toplum yıkımının izahatı hiçbir toplumsal meşruiyet koşuluyla anlaşılamaz. Açıkçası ahlâklı, özgürlüklü ve politik toplumun hiçbir biçimi ‘simgesel aklın’ vurgununu onaylamaz. Peki, toplumsal meşruiyet barajları nasıl ve kimler, hangi zihniyetler ve araçlar tarafından yıkılıp paramparça edildi? Aklın yıkım gücü karşısında yapım, onarma ve sağlıklılaştırma rolü kimlere aittir? Bu rolü hangi zihniyet kuralları ve araçlarla gerçekleştirmekten sorumludurlar? Bu sorular hayatidir ve mutlaka cevap isterler.
Akla büyük değer biçmek asıldır. Toplumsal akıl bir gerçektir. Toplumun kendisi aklın yoğunlaştığı alandır. Umutsuz olmanın hiçbir anlamı yoktur. Tüm kutsallıklardan akan bir ses daha var ki, “Biz size aklı verdik, yeter ki şer yolunda değil, hayır yolunda kullanın. O zaman size gerekli olan her şeyi edineceksiniz!” der. Bu sesi gerçekten duymalı ve anlamalıyız. Toplumun sağduyusu da denilen vicdanın sesi, vazgeçilmez ahlaki sesi de bunu söyler. Toplumsal politika denen özgürlük sanatının duyulur kılmak ve gereğini yerine getirmek istediği ses de bunu söyler. Demokratik toplum çalışmaları bu sesin pratiğidir. Demokratik uygarlık sistemi bu sesin teorisidir.
Tekraren de olsa açıklamaya çalıştığım şey, yöntemin mutlaka toplumsal doğaya, özellikle bu doğanın temel varoluş hali olan, öyle olduğuna inandığım ve emin olduğum ahlaki ve politik topluma dayanması gerektiğidir. Ahlaki ve politik toplumla bağlantısı olmayan tüm düşünce ekolleri ile bilim, felsefe ve sanat akımlarının sakat doğduklarını ve er ya da geç sakıncalara yol açacaklarını belirtmeye çalışıyorum. Bağlı kalınması gereken tüm yöntemlerin ve bilgi, etik ve estetik ürünlerinin mutlaka ahlâki ve politik toplumu esas almalarını ilk koşul olarak belirliyorum. Bu ilk koşul dışında oluşan tüm yöntem, bilgi, etik ve estetiğin güvenilmez ve sakat olduğuna, yanlışlıklarla yüklü, çirkin ve kötülüklerle dolu olacağına dikkatleri çekmek istiyorum. Bu hususların sadece şahsi kanı ve düşüncelerim olmadığını, hakikat yolunda temel norm değerinde olduklarını ısrarla açıklıyorum.
O halde özgür politika ve ahlâk toplumunun bu temel niteliklerinden yoksun bırakılmasını sorunun başlangıcı sayabiliriz. Sorunu başlatan güç ise tekel oluyor. Tekelin kapsamını da tanımlamalıyız. İster özel ister devlet eliyle yapılsın, tarımsal, ticari ve sınaî yolla artıkdeğerler bir araya toplanmışsa tekel oluşmuş demektir. Tekel grubunun içinde şüphesiz rahip + güçlü adam + şeyh başlangıç üçlüsü olarak hiyerarşiktir. Tekelden güçleri oranında yararlanırlar. Tarih boyunca bu üçlü tekel çok çeşitli kurumlara bölünecektir. Her kurum kendi içinde bölünecek, ama öz itibariyle zincirleme etkilerini arttırarak günümüze kadar taşınacaktır.
Tekelin tarihsel akışının kümülâtif ve zincirleme karakterini hep göz önünde tutmak gerekir. Merkezî uygarlık sistemi tekelin zincirleme gelişiminin hem sonucu hem de nedenidir. Bu hususu ısrarla vurguluyorum. Modernite düşüncesi günümüzde korkunç bir zaman sıkışması dayatmakta, her şeyi sıkıştırılmış ‘şimdi’ye boğdurmaktadır. Hâlbuki ‘şimdi’ tarihtir, gelecektir. Modernite bu düşünce dayatmasıyla tarih katliamcılığını boşuna yapmıyor. Çünkü gelenekten kopmuş bir toplumu dilediği gibi yönetmesi çok kolaydır. Hiçbir tarih tekel tarihi kadar yoğun, zincirleme ve büyüyerek oluşma şansına sahip olmamıştır. Tekel kendini bu biçimde tarihleştirirken, toplumların tüm topluluklarını tarihsiz kılmaya, daha doğrusu kendi içinde eritmeye ve sömürgeleştirmeye büyük önem verir. Bunun için mitoloji, din, felsefe ve bilim yapıları oluşturur. Toplulukları ahlâken düşmüş ve politika yapamaz hale getirirken de aynı çabayı sergiler.
Toplumsal ahlâk ve politika ilk ölümcül darbeleri bu tekel sorunuyla yemiştir. Komünal toplumun yapıtaşları olan ahlâk ve politika alanları tarumar edilirken, üstte tekel mensuplarının dar topluluklarına özgü egemen bir ahlâk (gerçekte ahlâksızlık) ve politika (tanrısal devlet) egemen kılınmıştır. Toplumsal ahlâk ve politikanın daha gelişmeden dumura uğratıldığı kesindir. Bunların yerine ise tanrısal düzen olarak egemenlerin yaşam çılgınlıkları ve ilahlık ideaları geçirilmiştir. Topluma sadece bu anlatıları kutsal inanç olarak benimseme hakkı tanınmıştır.
Toplum kendini sürekli düşündürdükçe, ortak akıl veya vicdan da dediğimiz ahlâki geleneğini, yani kolektif düşüncesini oluşturur. Ahlâk bu nedenle çok önemlidir. Çünkü o toplumun en büyük hazinesi, deneyim birikimi, ayakta kalma gerekçesi, yaşamını sürdürmesi ve geliştirmesinin temel organıdır. Toplum bunu yitirirse dağılacağını yaşam deneyiminden ötürü çok iyi bilmektedir. Bu yüzden âdeta içgüdülerin keskinliğiyle ahlâkı önemsemektedir. Eski klan ve kabile toplumlarında ahlâk kurallarına uymayanların cezası ölümdü ya da toplumun dışına atılıp ölüme terk edilmekti. Halen çok saptırılmış olarak devam eden ‘namus cinayetinin kökeninde bu kurallar yatmaktadır. Ahlâk kolektif düşünce geleneğini temsil ederken, politikanın işlevi biraz daha farklıdır. Günlük kolektif işler üzerinde tartışmak ve kararlaşmak düşünce gücünü gerektirir. Güncel yaratıcı düşünceler üretmek politika için şarttır. Yine toplum kaynak olarak, düşünce birikimi olarak ahlâka dayanmadan ne politik düşüncenin üretilebileceğini, ne de politikanın kendisinin yapılabileceğini çok iyi bilmektedir. Politika günlük kolektif (toplumun ortak çıkarı) işler için vazgeçilmez bir eylem alanıdır. Farklı, hatta aykırı düşünceler olsa bile, toplumun işleri konusunda karar almak için tartışmak şarttır. Politikasız toplum ya başkalarının kurallarına sürü misali uyan ya da başı koparıldığında zıplayan tavuktan farksız duruma düşen bir toplumdur. Öz düşünce gücü bir üstyapı kurumu değildir, toplumun beynidir, organları da ahlâk ve politikadır.
Örneğin tarih boyunca çok sayıda toplumu doyuran, neolitik topluma on beş bin yıldır analık eden Mezopotamya ovalarında neden işsizlik, açlık ve yoksulluk kol geziyor? Kâr amaçlamayan bir üretim hamlesi planlansa, günümüz ölçülerinde yirmi beş milyon insanı rahatlıkla besleyebilecek ve üzerine fazla bırakacak bu ovaların ve insanlarının tek ihtiyacı sermayenin çalıştırmayan eli değil, işsizliğin, açlığın ve yoksulluğun tek nedeni olan bu elin (Özel veya devlet eliyle olması hiç fark etmez) kendi yakasını bırakmasıdır. İhtiyaç duyulan tek şey, gerçek emekçi eliyle toprağın buluşmasıdır; buna fırsat yaratacak toplumsal zihniyet devriminin gerçekleştirilmesidir; toplumsal ahlâk ve politikanın tekrar temel dokular, organlar olarak işlevine kavuşmasıdır; demokratik siyasetin bu nedenlerle dört elle ve gözle gerçek beyinlerle görevine koşmasıdır.
Önder Apo
“Önderliğin Savunmalarından, Görüşme Notlarından ve Çözümlemelerden Derleme Yapılmıştır”