Mahabat GABAR
Önder APO, “yanlış tarihle doğru yaşanmaz” belirlemesinde bulunarak, tarihin toplumların yaşamı üzerindeki önemini vurguladı. Önderliğimizin bu yaklaşımını henüz üçüncü kongre sürecinde yapmış olduğu “tarih günümüzde, biz tarihin başlangıcında gizliyiz” belirlemesiyle tarih ile toplumun ne derece iç içe olduğunu vurgulayarak göstermiştir
. Bu temelde doğru ve yaşanılır bir toplum oluşturulmak isteniyorsa öncelikli olarak tarihin doğru anlaşılması ve bu temelde topluma doğru yaklaşılması gerekir. Dününden koparılmış bir toplumun bugününü doğru temellerde yaşaması ve yarınlara uzanması beklenemez. Tarih denince sadece dünün anlaşılması da yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü tarih bir bütündür. Geçmişin, şimdinin ve geleceğin bütünselliği doğrultusunda ancak bir tarih oluşumundan bahsedilebilir. Nitekim ilk oluşum anıyla beraber-muğlak bir konu olmasına rağmen- tarihin başlangıcı da gelişim sağlamıştır. Oluşum anı öncesi verilere sahip olmamıza rağmen ancak hiçbir şeyin öncesiz olamayacağı gerçekliğinden yola çıkarak ‘big bang’ denilen oluşum anıyla insanın bununla bağlantılı olarak toplumun tarih sahnesine çıktığı belirtilmek durumundadır.
Tarihsel toplumu bu çerçevede ele almak ve hâkim sistemin bugün bizlere dayatmakta olduğu belleksizleştirme çabalarını boşa çıkarmak bizden bunu istemektedir. Şuna inanmak gerekir ki; tarih sadece egemenlerin, devletlerin, kişilerin tarihi değildir. Bu olguların da bir tarihi vardır. Ancak tarihi sadece bu güçlerle tanımlamaya çalışmak bizim oluşturmaya çalıştığımız toplumun temellerini henüz en başında yanlış atmamıza neden olacaktır.
Tarih kalıplar içerisine alınabilecek bir gerçeklik değildir. Ne de kalıpları varmış gibi doğaya yaklaşım sergilenebilir. Tarih; donuk, bir seyri olmayan, hareketsiz, kendi yaşadığı dönemle sınırlı kalan, cansız hiç değildir. Toplumun akışkanlığı da buradan gelmektedir. Toplumun gelişim hızı, değişim-dönüşümü tarihin akıcılığından gelir. Tarihe bu gözle bakıldığı derece topluma da anlam verilebilir ve toplumun ulaştırılmak istenildiği düzeye ulaştırılabilir. Bundan kaynaklı tarihe bir resim gibi bakılamaz. Böyle bir bakış açısıyla ne tarih anlaşılabilir ne de toplum ve var olan sorunları açıklanıp çözümlenebilir.
Kapitalist sistem eliyle bugün her türden yöntemler kullanılarak toplumlar belleksizleştirilmeye çalışılmaktadır. Geçmişsiz bırakarak toplumun uzanmak istediği yarınlarını da kendi elinde tutmaktadır. Bundan kaynaklı her seferinde toplumların geçmişini bugünle kıyaslayarak yaşanılmaz ve geri olduğunu dillendirmektedir. İnsanın ve toplumun düşünsel gücüyle karşılaştırıldığında, bugünün insanının daha fazla gelişmiş olduğu inkâr edilemez. Ancak hiç kimse bize bugün kapitalist sistemin toplumdan istediğinin neolitik toplum yaşamından daha ileri olduğunu ispatlayamaz. Çünkü özü itibarıyla ahlaki-politik toplumu temsil ederken, kapitalist sistem kendi çıkarları temelinde toplumun her türden ahlaki ve politik değer yargılarına saldırılarda bulunarak toplumu çürütme ve kendi istekleri doğrultusunda kullanma amacındadır. İlk toplumların doğa ile olan dostane ilişkisinin aksine kapitalizm doğaya her türden saldırıyı kendisine mubah görmektedir. Neolitik toplumda toplum ve toplumsal çıkarlar esas iken, kapitalist sistemde egemenlerin ve bireyin çıkarları esastır. Yani hangi yönüyle bakarsak bakalım geri, kötü, yaşanılmaz olan ve uzak durulması gereken hiyerarşik-devletçi sistemin ta kendisidir. Ki ne kadar toplum karşıtı olumsuz kavram varsa hiyerarşik-devletçi sistemin kendi ürünüdür. Kendince geliştirdiği kavramlarla toplumu kendi tahakkümü altında tutmakta ve bu temelde yönlendirmektedir. Büyüme ve gelişme diye önümüze konulan gerçeklik de, açıkçası kendini kandırmaktan, avutmaktan, hatta dünün yanından geçmeyen bir yaşamdan başka bir şey değildir. Toplum için belirsiz, sistem için belli olan bazı amaçlar doğrultusunda yürüyüşe konulan insanlar, bu yürüyüşü kendilerine kurtuluş yolu olarak görmekteler. Bu yolu kurtuluş olarak dayatanlar bir tek kendilerini, iktidarlarını ve güç hırslarını büyütmekle meşgul olan, aslında insan ve toplumun, bununla bağlantılı olarak doğanın ve bir bütünen evrensel gelişmelerin önündeki en büyük engeldir.
Toplumla insanın, toplumla doğanın ve bir bütünen toplumla tarihin karşıtlaştırıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Kâr, sermaye, metalaştırma, mülkleştirme, hırs, bencillik vb. daha sayılacak birçok şey hiyerarşik-devletçi sistemin kavramları olup, ilk toplumlar tarafından tenezzül edilmeyen, ayıp ve kötü sayılan, toplumu bozduğuna inanılan gerçeklikler olarak bakılmaktaydı. Bundan kaynaklı komünallik ve eşitlik kendisini yoğun bir şekilde yaşatmıştır. Ancak bunun tam aksi kapitalist uygarlık çağıyla bu olgular erdemin, saygının ve prestijin kaynağı haline gelmiştir. Bu şekilde karşıtlaştırılan, parçalanan gerçekler yığınıyla sistemin kendisini büyütme gerçekliği çıkıyor karşımıza. Önemli olan, bu geliştirilen karşıtlaştırmaların, parçalamaların temeline inebilmektir. Bu da ancak tarihin toplum ve doğa ile olan ilişkisini, ne derece birbirlerini etkileyip geliştirdiklerini bir analize tabi tutmak ve bir anlama kavuşturmakla açıklanabilir.
Avrupa merkezli sosyal bilim başta olmak üzere, birçok çevrenin tarihe ve topluma getirmiş olduğu parçalı ve ayrıştırıcı tanımlamaların aksine, bir bütünsellik içerisinde ele alınması gerektiğini ve ancak bu şekilde doğru bir çözüme ulaşılabileceğini görmeden geçmişte yaşanan yanlışlıklara düşmenin güçlü olasılık olduğu gün gibi ortadadır.
Avrupa merkezli sosyal bilimin olabildiğine var olan gerçekliği saptırma, örtme ve derinleştirme yaklaşımları toplumun artık kendi ayakları üzerinde duramayacak bir pozisyona gelmesini de beraberinde getirmektedir. Sistemin her yönüyle tüketime yönelten, üretimi hep ikinci ya da arka planda tutan yönlendirmeleriyle insanlık dinazorlaşıp, kendi kendini tüketir bir duruma getirilmektedir. Ki bugün genel anlamda insanlığın uğraşmakta olduğu sorunların temelinde de bu gerçeklik yatmaktadır. Böyle giderse ne doğa, ne dünya, ne evren çığ gibi büyüyen-nicel anlamda- insanları kaldıramayacaktır. İnsanların belleksizleştirilip geleceksiz bırakılması, sadece gününü gün etme yaklaşımları nedeniyle sorumsuz ve dengesiz pratikler açığa çıkarmaktadır. Nitekim bugün somut anlamda yüz yüze gelmekte olduğumuz birçok sorun bunu net olarak bizlere göstermektedir. Toplumun yaşamını alt üst eden insanın dengesiz ve hesapsız yaklaşımları nedeniyle, yaşanan doğa olaylarını Önder APO, “doğa intikamını alabilecek kadar canlı ve bilinçlidir” şeklinde ifade ediyor. Ozon tabakasında açılan yırtıktan kaynaklı her an çoğalan hastalıklar, değişen ve bozulan mevsimsel dengeler, yoğun işsizlik, artan nüfus artışı, gittikçe derinleşen kadın sorunu vb. daha sayabileceğimiz nice sorun var olan gerçekliği açık bir şekilde yüzümüze bir tokat gibi indirmektedir.
Parçalama egemen sistemin özelde de Kapitalist sistemin yoğunluklu olarak kullandığı temel yöntemdir. Bütünselliğini yitirmiş bir gerçeklik, gerçeklik olmaktan çoktan çıkmış, var olan sistemin çarklarını döndürmekten öteye gidemeyen bir gerçekliktir. Bütünsellik doğru yaşamanın öncelikli koşuludur. Hele hele özgür yaşama gibi bir arayışın içerisindeyse kişi, bir bütün olarak yaşama bakması zorunluluk arz etmektedir. Önder APO, “hakikat bütünsel gerçekliktir” diyor. Bu doğrultuda hakikatin yaşamsallaştırıcı gücü olan, olması gereken insanın-toplumun ele alacağı her bir şeyi bir bütünsellik içerisinde, zamanın oluşturucu ve mekânın geliştirici gücüne inanarak, ayrımlara gitmeden ele alması ve mücadelesini bu temelde vermesi, içerisine girilecek her türden mücadele ve arayışın başarıyla sonuçlanmasını kendisiyle getirecektir.
Toplumsal sorunların yanı sıra doğanın içerisinde kıvrandığı, dünyadan da öte evrensel boyutlarda seyir eden yaşamsal sorunların çözümü noktasında geliştirilen tezler, yorumlar, düşünceler gelip gelip bir duvara çarparcasına durmaktadır. Çoğu afallayıp düşerken, bazısı da yenikliğin ağırlığı altında ezilmektedir. Düşenlerin çoğu kalkma ve tekrardan yürüme cesaretini yitirirken, bazısı düştüğü yerde kala kalmaktadır. Bazıları da var ki; geri geri bir yürüyüşe geçmekte ve çarptığı duvarların yaratıcısı sistemin yönlendirmesine girmektedir.
Evreni ilgilendirir hale gelen ve her geçen gün insan toplumsallığını bir sona doğru götüren sorunlara çözüm üretme bir ütopya mı? Hemen hemen her an gelişim önünde duvarlar yükselten sistemden kurtulmak, var olan zincirleri koparmak ve olabildiğine özgürlüğe koşmak çok mu zor? Mikro kozmos olan insanın üzerine yüklenilmiş misyonun farkındalığına ulaşması ve bu temelde de ne yapmalı, nereden başlamalı ve nasıl yaşamalı sorularına doğru temelde cevaplar geliştirmesi için evrenin, dünyanın, doğanın, toplumun, insanın hızla tükenişine şahitlik etmesi mi gerekiyor? Peki, bugün yaşanan bu değil midir?
Avrupa merkezli sosyal bilimin çözüm diye önümüze serdiği, benimsememizi istediği çözümler esasında sorunların daha da derinleşmiş ve örtülmüş halinden başka bir şey değildir. Önder APO, buna ‘toplumda her an gelişen bir kanserleşme hali’ tanımlamasını getirmiştir. Çünkü bu yaklaşım hem tarihe hem de topluma olabildiğine parçalayıcı yönelmekte, geliştirilen bireycilikle de insanlığı belleksizleştirme, geçmişsiz ve geleceksiz kılma anlayışındadır. Bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı ve bütünlüklü olan hakikati ayrıştırma, parçalama ve kendine yabancılaştırma çabasını her fırsatta yaşamsal kılmaktadır. Genel anlamda hiyerarşik-devletçi zihniyetin, özelde ise Kapitalist sistemin beyin takımına oynayan bu kesimler, sorunlara getirdikleri tanımlamalarla ya da isimlendirmelerle toplumu daha beter tanımsız ve anlamsız kılmaktadırlar. Tarih diye dayatılan, egemenlerin tarihinden başka bir şey değildir. Psikolojiyle her an kendinden, gerçekliğinden, geçmişinden, toplumsallığından uzaklaştırılan bireyler oluşturulurken, biraz düzgün olan psikolojiler bile bozdurulmaktadır. Sosyoloji ise sistemin kendisini toplumların içerisinde olabildiğine yerleştirmesi amacıyla kullandığı bir araç olmaktan kurtaramamaktadır. En önemli araştırma konusu olan iktidar ve ideoloji olgularına bir tanımlama, yorum ve çözümleme getiremeyen sosyoloji, sırf bundan kaynaklı toplumda var olan diğer birçok alana-ekonomi, sosyal, siyasal vb. cevap olamamakta, aksine daha da derinleştirmektedir.
Kapitalizmin kendisine kalkan olarak kullandığı günümüz sosyal bilimi, toplumda bireyciliği olabildiğine çoğaltmakta, gösteriş toplulukları yoluyla toplumu her an kendisine hizmet eder konumda tutmaktadır. Bencilliğin geliştiği yerde, kendini beğenmişlik, süslü ve yaranmacı kişilikler açığa çıkar. Kibrin doruğa ulaştığı bu kişilikler kendisi dışında kimseyi görmezken, kendisine dayatılan gerçekliklere de tamamıyla kör olmuştur. Kör olan kişilikler ise ne toplumunu ne de tarihini anlayabilir ve bu temelde hareket edebilir. Bu temelde geliştirilebilecek en temel eleştiri belki de bireycilik başta olmak üzere, toplumsal değer yargılarından ve ahlaki-politik yaşam kurallarından uzaklaşma olabilir.
Her arayış bir amaç uğruna yola koyulur. Açığa çıkan bu tüm arayışçıların ortak buluşma noktası hakikat olmaktadır. Evren insana bir görev vermiş ve o temelde hareket etmesini beklemektedir. İlk oluşumdan günümüze kadar insanın omuzlarına yüklenen temel sorumluluk ise farkındalığına ulaşma çabasıdır. Bir nevi tek tanrılı dinlerde ‘tanrı kendi tezahürünü görmek için evreni yarattı’ söylemine paralel düzeyde, evren de kendi farkındalığına ulaşmak için insanı olabildiğine donattı. Önder APO, “Evrenin temel amacı özgürlüktür diyesim geliyor” derken, kastettiği şey tamamıyla buydu. İnsanın kendi gerçekliğinin farkına varma olayı olarak nitelenebilecek ilk eylemi toplumsallaşmadır. Toplumsallaşmanın da temel gerekçesi olan ve sonrasında daha geniş ve sistemli bir şekilde devam eden arayış ve gelişim bir amaç doğrultusundaydı. Bu amaç aynı zamanda evrenin de temel amacıydı. Yani insan evrenin dili, kendi farkına varma ve bu temelde kendini ifade etme haliydi.
Ancak hiyerarşik devletçi zihniyetin bir şekilde kendisini tarihe ve topluma dayatması nedeniyle birçok değer yargısının unutulmasını da beraberinde getirmiştir. Özne-nesne olgularının geliştiği, bu temelde canlı-cansız, yararlı-zararlı, iyi kötü, güzel-çirkin, cennet-cehennem vb. daha birçok ikilemler yoluyla toplumda var olan bilinçlenme ve hakikate ulaşma arayışı büyük bir darbeye maruz kalmıştır. Bu unutma hali toplum, doğa, dünya ve bir bütünen evrensel sorunların artışını da geliştirmiştir. Sorunlar arttıkça yaşanılır bir dünya kurma da hayal oluyordu. Hayaller arttıkça geçmiş anılır hale geldi. Geçmişin güzelliklerini yarınlara taşıyamayan insanlık ya gününü gün etmeyi seçmiş ya da temelsiz geçmiş hayalleriyle kendisini kandırmıştır. İşin tuhaf yanı ise; var olan sorunları bir çözüme ulaştırma amaç ve perspektifiyle yola koyulanlar bir şekilde egemen zihniyetin çıkarlarına alet olmaktan kendisini kurtaramamıştır. Muhakkak hiçbir şey vardan yok olmaz. Bir şekilde kendisini yaşatmaya devam eder. Bir geleneğin sürdürücüsü konumunda olan hareketler ve mücadeleler çıkar. Ancak geçmişten, yaşanılan yenilgilerden dersler çıkarılmadığından kaynaklı yine kaçınılmaz olan son; sisteme, sistemin çıkarlarına hizmet etmektir. İşte tam da bu doğrultuda, ‘Tarihte çıkan nice özgür yaşam arayışçısı mücadele, egemen sistemi, hiyerarşik-devletçi zihniyeti ret etmediğinden kaynaklı eriyip, tarihin tozlu raflarında yerlerini almışlardır’ belirlemesiyle Önder APO, özgür bir toplum, birlik içerisinde bir doğa, yaşanılır bir dünya ve sürdürülebilir bir evren seçeneğini önümüze koymuştur. Bizim yapmamız gereken bu perspektif doğrultusunda kendimizi, zihniyetimizi yeniden yapılandırmak ve bu temelde mücadeleye girişmektir.