Dilzar Dîlok
Egemen ulusların ve soykırımı bir statü olarak Kürt halkına dayatan ulus devlet zihniyetinden çıkamayanların en büyük zaafı, yaşamlarını, siyasetlerini, savaşlarını (!) ve nihayetinde gündemlerini bu kadar işgal eden halkı tanımamalarıdır. Tanımaktan kastım, kabul etme, meşru görme anlamındaki hakların tanınmasına tekabül eden hukuki anlamda bir tanıma değildir. Bilinen ilk ve en insanca anlamıyla tanımaktır sözünü ettiğim.
Bu tanımazlığın örnekleri oldukça fazladır. Bu kadar yan yana, iç içe yaşayan iki halktan birinin bunca tanımazlığı, kapı komşusunu tanımayanın ayıplandığı Ortadoğu’daki bir ülke için ayıplanacak bir durumdur. Oysa tanımak, anlamanın kapılarını aralamakta ve özgürlüğe giden yola giriş yaptırmaktadır.
Tanımak, özgürleşmenin bir evresidir. Türkiye’de önemli bir potansiyel olmasına rağmen özgürlük düzeyinin bu potansiyele denk bir boyutta gerçekleşmemesi, bu tanımazlığın yaygınlığından kaynaklanmaktadır. Tanıma eyleminde önemli adımlar atan Türkiyeli aydın, yazar ve akademisyenlerin attıkları özgürlük adımlarıyla şekillenen barış içinde, eşit ve birlikte yaşama istemleri bu anlamda önemli bir birikimi oluşturmaktadır. Buna rağmen soykırım statüsünün kırılması, bir bütün tanımayı gerektirmekte, tanımazlıkların bir zafiyet olduğunun bilince çıkarılmasını dayatmaktadır.
Örneğin uzun zamanlar boyunca kuyruklu dedikleri Kürtlerin kuyruklu olmadıklarını anlamaları faşizmin düşünsel darlığındaki kitleler için oldukça uzun sürdü. Dilimizin kart-kurt seslerinden ilham alarak oluşmadığını, hele hele kaba bir Türkçe hiç olmadığını anlamaları için gereken zaman da epey fazlaydı. Kürdistan özgürlük mücadelesinin oluşup şekillendiği kırk yıllık süre zarfında bu anlamazlıklar konusunda faşist Türkçü zihniyete hızlı adımlar attırıldı. Kendi kültürel özelliklerimiz olduğunu ve ayrı bir dilimiz olduğunu öğrendiler. Oysa bunları öğrenmek için akademisyenlere, diplomalara ya da yüksek rütbeli devlet erkânına gerek yoktu.
Yeni konuşmaya başlayan bir Kürt çocuğu, yılların öğretemediği bu gerçeği öğretmenin en yalın ve keskin örneği olabilirdi. Bununla birlikte öğrenmesi en kolay olan kuyruk meselesini öğrenmeleri de bu uzun zaman zarfına yayıldı. Tabi ki bunca soykırımı, katliamı, işkence ve baskı yöntemini uygulayanların bu bebeklerin anadillerinde söyleyecekleri bir iki söz karşısında da diyecekleri ve meşru kılacakları lafları olacaktı. Ve ne yazık ki, egemen kibri onları çocukluk bilgilerinden dahi mahrum bıraktı. Bununla birlikte derin bir cehaleti bu coğrafyanın her alanına yayarak zihinsel bir zehirlenme yaratmalarını sağladı. Her ne kadar bu konulardaki öğrenmeleri çocukluk çağlarının bilgi sınırlarında dolaşsa da, mücadelemizle ortaya çıkan önemli gelişmeler olarak görüyoruz bunları.
Bununla birlikte henüz tanımanın tam olarak gelişmediğini de söylemek durumundayız. Kaynağını egemen kibrinden ve bunun bir yansıması olarak ezilenleri yok sayan zihniyetten, yine bununla bağlantılı olarak tanımazlıktan alan bir tutumu daha vardır ki bizler sıkça bu yaklaşımlarla karşılaşmaktayız. Kürtlerin varlığına ilişkin bir herhangi bir eylemi, zihniyet parıltısını, bir devinimi, varlığı görünür kılan bir hareketi, ya da buna benzer herhangi küçük bir kıpırtıyı dahi Kürtlerin dışında aramak, bunların temel belirleyen-uygulayan-yaşayanının Kürtler değil de başka güçler, odaklar vs. olduğunu dile getirmek, egemen zihniyetin ezilenlere karşı geliştirdiği soykırım literatürünün bir yansımasından başka bir şey değildir.
Kürdistan özgürlük hareketinin çıkışından bu yana dillendirilen bu söylemlerin temel hedef kitlesi Kürt halkı olduğu kadar aynı zamanda da Türkiyeli halklardır. Bu halklarda ulusal birliğe yönelik hassasiyet yaratmakla başlayan ve faşist algıları zihinlere yerleştirmeyi amaçlayan bu söylemler, giderek söyleyenlerin de inandığı yalanlara dönüşmüş, katı inanç-düşünce biçimleri haline gelmiştir. Ermeniler, Sovyetler, Amerikalılar, İngilizler derken birçok halk, ulus ya da ülkenin PKK’nin arkasında olduğunu birçok defa vurguladılar ve bu vurgular üzerinden siyaset yaptılar. “Müslüman değiller” söylemiyle başlayan ve Ermeni halkına hakaret etmeye kadar giden bu yaklaşımların asıl amacı, halklara karşı düşmanlıklarını yeniden vurgulayarak faşist belleklerini canlı tutmanın yollarını aramaktı. Sonrasında bu söylemler evrildi ve komünizm karşıtlığına dönüştü. Bir zaman sonra, tüm saldırı, imha konseptleri ve baskılara rağmen Kürdistan özgürlük hareketinin yenilmediği görülünce, PKK’nin arkasında bu dünya hegemonlarının olduğu söylemleri dillendirilmeye başlandı. PKK’nin yenilmeyişinin, Kürt halkının dayandığı güçlü tarihsel mirastan, köklü özgürlük zihniyetinden ve özgürlük arayışçılarının hakikati aşkla aradıklarından olduğuna inanmıyor, inanmak da istemiyordu egemen zihniyet. Ve hala da bu konuda sağlıklı bir bakışın, doğru bir düşüncenin ve sağlam bir inancın geliştiği söylenemez.
Gerilla Amanoslarda eylem yaptığında, İsrail bağlantısının ilk tahminler olarak dile gelmesi, faşist bilinçaltının yansımasıydı. Türkiye’nin savaş konusundaki geçmişine bakıldığında, son gelişen eylemlere ilişkin tahminleri gerçeklikten uzak şekilde yapmak ise bir gafletin, kendi ülkesine yabancılığın ve aydın adı altında faşist hükümete hizmetkarlık etmenin göstergesidir. Eylemlerin artmasının sebeplerini sorgularken Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki tecride, halkımızın onursal hassasiyetlerinin gözetilmemesine, hükümetin faşizan uygulamalarına, siyasi ve askeri operasyonlara bakmamak, bunca gerekçeye rağmen dış gerekçeler aramak ilginç bir zekâ özürlülüktür. Bu anlamda eylemlerin arkasında Suriye’nin olduğuna dair tahminler tam bir bilinç tutulmasıdır.
Son süreçte yapılan saldırılar, imha-inkâr sisteminin giderek yükseltilmesi, yürütülen yoğun diplomasi ve her gün hakarete varan söylemler varlığını koruma ve özgürlüğünü yaratma mücadelesinin eskiye oranla kat kat fazla verilmesi için yeterlidir, hatta fazladır da. Fazlalığı, verilen mücadele bedellerinin onurlu bir barış ve çözüm sürecine evirilmesi için başta Önderliğimiz tarafından gösterilen sabrın suiistimal edildiğinin kesinleşmesidir. Yoksa zamanı çoktan gelmiştir. Varlık mücadelesi veren güçlerin, hiçbir dış odağa, onu oluşturan güçlerin dışında bir gücün tetiklemesine ya da yönlendirmesine ihtiyacı yoktur. Varlık ve onur savaşı, uğruna ölümü göze alarak özgür yaşam yaratmaya yönelecek ciddiyettedir.
Bunca yıl iç içe, yan yana yaşanmasına rağmen, üstüne üstlük bunca yıldır süren savaşa rağmen, hala bu konudaki cehalet, hegemon zihniyetin akılsızlaştırıcılığından kaynaklanmaktadır. Homojen yapılar, homojen düşünce biçimlerini öngörür, toplumlara homojen düşünmeyi dayatır ve sistemsel homojenliği zihniyette yapılandırmayı başarı sayarlar. Akılsızlaştırıcılıktan kasıt budur. Bu akılsızlıklardan kurtulmak, Kürtleri tanımakla başlar. Varlığını koruma ve özgürlüğünü yaratma kararı almış olan Kürtleri tanımak gelinen aşamada bir zorunluluktur. Bu zorunluluğa rağmen hala Kürtlerin arkasında kuyruklar ya da sonraki süreçlerin yaygın faşist deyimiyle dış mihraklar, başka odaklar, güçler vs aramak, zamanı çok fazla geriden takip etmektir. Zamana geç kalmaktır. Kaldı ki, bu yaklaşımlar hiçbir insani hassasiyetin olmadığı faşist AKP hükümetinin imha-inkâr uygulamalarını temize çıkarmaya da yetmeyecektir. En son gerçekleştirilen fakat büyük bir hüsranla sonuçlanan hava saldırıları da bunu kanıtlamaktadır. PKK eylemlerine kalleş deyip, TSK saldırılarını sabrın taşması olarak değerlendirmek, faşizmi mazur görmenin, başarısız kalmış bir orduyu onure etmenin ötesinde bir anlam yaratamayacaktır. Kaldı ki bu saldırılar da TSK’nin yıkılan “güçlü güvenilir ordu” imajını yeniden yaratmaya yetmeyecektir.
Kürt halkının, tüm gücüyle, genç, yaşlı, kadın erkek, gerilla sivil tüm bireyleriyle, varlığını koruma ve özgürlüğünü yaratma savaşı vereceğini bilmek, Kürtleri tanımanın bir adımı olacaktır. Bu anlamda, birlikte yaşamanın koşullarını anlama konusunda çaba harcamak, beynini, egemen ideolojilerin aptallaştıran kalıplarından kurtararak kendini özgürleştirmenin de bir adımı olabilir.