Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
En genel anlamda toplumun kendi kendini organize etmesi ya da kendi kendini yönetmesi sanatı olarak tanımlanabilir. Siyasetin temel bağlamı toplumsal varlıktır. Siyaset, ne tek tek bireylerin kendi keyfi istem ve iradeleri doğrultusunda toplumu yönlendirmek ve başkalarını idare etmek amacıyla geliştirdikleri mücadele ve işbirliği arayışının, ne de devlet denen kurumlaşmanın bir ürünüdür. Siyaset toplumsal varlık olmanın kaçınılmaz özelliklerinden biridir.
İnsan toplumu çok sesli, çoklu düşünen bir beyin gücü, hayalleri ve istemleri çok çeşitli olan bir varlıktır. Ama öte yandan hayatın tüm alanlarında müşterek ihtiyaçları bulunan, bu müşterek ihtiyaçlarının teminini ancak ortak işbirliği, mücadele ve dayanışma temelinde sağlayabilen ve daha da önemlisi, ortak sosyal dokunun kopmaz bağları ve akıl gücü ile ancak insan olduğunun ayırt ediciliğini ve gücünü kanıtlayabilen bir varlıktır da. İnsanın gücü, tek başına onun düşünen ve akıl sahibi bir varlık olmasında değil, bu özelliğini ortaklaştıran ve örgütlü kılan siyasi aklında aranmalıdır. Siyaset, insani boyutta bitebilen bu çoklu beyin gücünü, hayal ve istemlerini müşterek olan amaçlar temelinde ortaklaştırma, ortak söz, karar ve eylem birliğine dönüştürme ihtiyacının bir ürünüdür.
Bu yüzden denilebilir ki, sosyal varlık olmanın gereği, aynı zamanda siyasal varlık olmanın da bir gereğidir. Şu da görülmelidir ki, toplumsal varlık olmanın gerekliliklerine dayandırmak siyasetin tek meşru kaynağı olsa bile, ancak toplumsal tarih boyunca gelişen “siyaset” ya da siyasal yapılar, “toplumsal gereklilik odaklıdır” denilemez. İnsani gerçeklikte yaşanan sapmanın belki de baş sorumlusu, bu toplum odaklı olmayan siyaset gerçeğidir. En temelde siyasetin, toplumun kendini özgür iradesi ile yürütmesi ve organize etmesinin toplumsal bir faaliyeti olmaktan çıkarılıp, azınlık bir kesimin son tahlilde bir tür toplumu ele geçirme faaliyeti ve mekanizması olan iktidar perspektifine odaklandırılması, toplumsal bünyede ortaya çıkan can alıcı sorunların da en gerçek nedenidir. Bu açıdan siyaseti tanımlamaya çalışırken, ilk elden yapılması gereken şey, siyaseti toplum ve toplum odaklı olmayan temel ayrım çizgilerine yerleştirmektir. Siyaseti bu temel ayrım çizgilerine yerleştirebilmemizin temel ölçütü, en nihayetinde toplumsal varlığı nasıl tanımladığımıza da bağlıdır. Önder APO toplumu; “ahlaki-politik bir varlık” olarak tanımlamaktadır. Öyleyse, temel bir ayrım çizgimiz olarak toplumsal amaçlar yerine iktidar odaklı gelişen siyaseti “ahlaksız” olarak tanımlamamız yerindedir. Gerçekten de toplumunda “ahlaksız siyaset” gelişmeksizin hiçbir uygulama yalanı “meşru” kılamazdı. Toplumu, “iktidarın sürüsü” ve “yığını” gören bir siyaset bağlamı da gelişemezdi. Toplumda farklı çıkar guruplarının türemesi ve çıkar ağlarının örülmesi, kuşkusuz yalanın ve dolayısıyla “ahlaksız siyasetin” hem nedeni, hem de sonucudur.
Tarihte toplum olmanın politik ve ahlaki gereğinden kopmayı ve sapmayı ifade eden devletli uygarlığın ortaya çıkışı ve gelişimi, toplumda gelişen iktidar odaklı ahlaksız siyasetin belirleyeni olduğu gibi, aslında uygarlık tarihinin toplum bağlamı karşısındaki gerçek tanımı da, toplumun bin bir şekilde siyasetsizleştirilmesidir de. Bu uygulamanın dolaysız bir sonucudur ki, günümüzde siyasetin toplum nazarındaki anlamı; ya kasvetli, gizli-kapaklı yürütülen ve bu yüzden anlaşılmaz ve her aklın ermez olduğu “profesyonel” bir iş, ya da her tür cambazlığın oynandığı, komplo ve hilebazlıkların düzenlendiği, oyun ve yalanın üretildiği bir saha olarak yer edinmiştir. Örneğin günümüz dünyasında yapılan bir dizi kamuoyu araştırmasında toplumda en güvenilmez ve itibar edilmez kişilerin siyasetçiler olduğunun işaret edilmesi; siyaseti ahlaksızlaştırmanın, toplum dışı çıkar ilişkisine indirgemenin ve ayağa düşürmenin düzeyini göstermektedir. Gerçekten de bugünkü insan açısından hem siyaset ve hem de siyaset yapan kişi ilkesizlik, tutarsızlık ve sahtekârlık ile özdeşleşmiş durumdadır. Toplumda siyasetin bu tarz algılanışının ve siyasetçiye biçilen bu imajın nedenleri önemle incelenmeye ve üzerinde düşünülmeye değerdir. Çünkü toplumsal amaçlardan kopup ahlaksızlaşması nedeniyledir ki siyaset, iktidarın alıklaşmış toplumunu yaratmak için her tür yalanın uzmanı niteliğini kazanmış ve bu yüzden de toplumu içten içe çürüten ve yıkıma uğratan tehlikeli bir araca dönüşmüştür. Oysa siyaset, toplumun bir tür kendini örgütleme ve yürütme iradesi, sorunlarını aşma gücü, ortak aklı, kıvrak zekâsı, sanatı, ahlaki sorumluluğu ve bu anlama gelen her ne hikmeti ve kudreti var ise hepsinin toplamı anlamına gelmektedir. Eğer toplum politik-ahlaki bir duruş ise, bir topluma yapılabilecek en büyük kötülük onu siyasetsizleştirmek, dolayısıyla ahlaksızlaştırmaktır. Toplumun yıkıma uğratıldığı yer de tam burasıdır. Bu yüzden günümüz dünyasında topluma karşı politik-ahlaki sorumluluk taşıyan her bireyin belki de yapması gereken en ivedi işlerin başında gelen, iktidarcı-devletçi odakların siyasete kaybettirdiği gerçek anlamını ve itibarını yeniden kazandırmak olacaktır.
Siyaset Arapça bir kelime olup, “seyislik” (at terbiyecisi) anlamındadır. Politikayla eş anlamlıdır. Politika ise Yunan kökenlidir. Daha çok kent (polis) yaşamı ve kent çokluğunun yönetimi ile ilişkilendirilmiştir. Burada dikkat çekici olan, Ortadoğu kökenli siyaset deyiminin seyislikten gelmiş olmasıdır. At terbiyeciliği ile toplumun yönetilmesi ilişkilendirilmiştir. Ortadoğu kültürünün insanları sürüye, onları yöneten kralları da çobana benzetme anlayışı etkili ve güçlüdür. Aslında bu anlayış ve kültürel yaklaşım sadece Ortadoğu kültürel yapısını değil, hiyerarşik devletçi zihniyeti en iyi tanımlayan değerlendirmedir.
Tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir bölgenin halkı olarak siyaseti böyle algılaması bir yere kadar anlaşılır bir durumdur. Ancak halkın ne kadar siyasete yabancı olduğunu ya da yabancılaştırıldığını göstermesi bakımından da önemli bir göstergedir. Siyaset, halkın gözünde bir sır ve ulaşılmaz bir güçtür. Ya tanrı buyruğu, ya da kendilerinin erişemeyeceği bir kudret olarak algılanmıştır. Toplum ancak kendisine yol gösteren ve dürtükleyen biri olursa yürüme gücünü gösterebilir. Birey eli tutulmadan yürüyecek durumda olmayan çocuk gibidir. Tanrı-kral ve şeflerin bu kadar kutsanmasının nedeni budur. İster ilah olsun ister askeri şef, önemli olan iyi ya da kötü bir otoritenin buyruğu altına sorgulamadan girmek ve boyun eğmektir. Doğru söz söylemek önemli değildir. Önemli olan bu sözün iktidar erkiyle donanmış biri tarafından söylenmiş olmasıdır. Bu durumda en yalancı söylem bile bir kanun gibi kabul edilir. Dolayısıyla siyaset kaynağını halktan değil, halkın dışındaki buyruktan alır. Halka düşen ise bu buyruğa sorun çıkarmadan itaat etmek ve izlemektir.
Oysa siyaset toplumsal bir kavramdır. Toplum sorunlarına çözüm arayan yönetim olgusuna dayandığına göre, insanlık tarihi kadar da eskidir. Günümüzde siyaset denilince devlet, devletin yönetim biçimleri, parlamento ve hükümetlerin uygulama tarzları akla gelmektedir. Siyaseti sadece devletle tanımlamak, devletin dar sınırları içinde ele almak, çok yetersiz ve yanlış bir yaklaşımdır. Aristo bile siyaseti insanla tanımlar: “İnsan politik bir hayvandır” der. Bununla kastetmek istediği; siyasetin, düşünerek hareket eden insanın kendine özgü bir ilişki ve yaşam tarzını ifade ettiği, kendisini toplumsal olarak örgütleyip yöneterek diğer varlıklardan farkını ortaya koyduğudur.
Devlet var olmadan önce de toplum ve sorunları var olmuştur. İhtiyaçtan doğan gönüllü, doğal ve saygınlığa dayanan yönetim ilişkileri de var olmuştur. Bu günümüz siyaset yönetiminden çok farklıdır. Devletin insanlık tarihinde yer alması görece kısa bir dönemi kapsar. İnsanın bir tür olarak gelişmesi ve toplumsallaşması çok uzun bir tarihi geçmişe dayanmaktadır. Sümer uygarlığından bugüne kadar gelişen devletçi uygarlık tarihi beş-altı bin yılı geçmemektedir. Sümer öncesi dönemde de insanlığın çok uzun bir tarihsel dönem boyunca güvenlik ve toplumsal yaşam sorunlarıyla uğraştığı bilinmektedir. Bu sorunların üstesinden gelmek için uğraş ve mücadele verilmiştir. Can güvenliği, barınma, üretim ve kültürel ihtiyaçlar değişmeden günümüze kadar gelen temel ve insanın her zaman çözmeye çalıştığı sorunları olmuştur. Bu ihtiyaç ve sorunların olduğu her yerde siyaset de vardır.
Bu yüzden siyaseti sadece kent toplumuna, kent toplumunda gelişen sınıfsal bölünmeye ve bu bölünmenin bir yönetim aygıtı olan devlete bağlamamak gerekiyor. Siyaseti sadece kent, sınıf ve devlet olgusu ile tanımlayacak olursak, bu olgular var olmadan önceki topluma ne ad vereceğiz? Kaldı ki siyaseti olmayan toplum yoktur. Söz konusu nitelikleri hiç barındırmayan bir “toplum” tasarlansa bile, tasarlanan bu şeye ne toplum denilebilir ve ne de böyle bir toplum şekli mümkündür.
Kent toplumuna geçiş, sınıf ve devletin ortaya çıkması ile birlikte toplumu yönetme ve idare etme işleri de, toplumun aleyhine dönüşmüştür. Önder APO’nun deyimi ile “bir karşı- devrim” yaşanmıştır. Siyasetin başlangıç noktasını ya da miladını kentleşmiş uygarlık ile başlatırsak, bu siyasal ve siyasal olmayan şeklinde tarihi ve toplumu bölümlememiz gerekir ki, bu da toplumun politik-ahlaki yapısına terstir. Hatta bu, siyaseti sınıf ve devlet olgusuna indirgemiş olur ki, son tahlilde bu, sınıfsız ve devletsiz bir siyasal toplum tanımlanmasının mümkün olamayacağı anlamına da gelir. Oysaki arkeolojik ve antropolojik araştırmaların sınıf ve devlet öncesi toplumlara ait bulgu ve kanıtları, bunun geçersiz bir varsayım olduğunu göstermektedir. Tam aksine tanrı kral devletinden, parlamenter siyasal sistemin geliştiği devlet şekli dönemine kadar, bu arada gelip geçen tüm siyasal yönetim ve rejimlerin tarihsel siyasal hükmü, siyasetin toplumsal bir faaliyet olmadığı, sadece toplumun elit ve azınlık bir kesiminin işi olduğunu göstermeye ve kanıtlamaya çalışmak olmuştur. İktidarcı-devletçi egemenlerin bu hükmü altında toplum mütemadiyen depolitizasyona uğratılmıştır. Parlamenter sistemin bir övünç kaynağı olan genel oy ve seçim uygulaması da, toplumun depolitizasyona uğratılmasında “asma yaprağı” işlevi görmekten öte hiçbir rolü yoktur.
Kapitalist modernitenin topluma dayattığı politikasızlık-siyasetsizliktir. Politikadan yalıtılmış olan toplum ise; Önder APO’nun deyimiyle “kadavra haline gelmiş toplum” demektir. Bunu ortadan kaldırabilecek en temel yaklaşım, ahlaki ve politik topluma ulaşabilmektir veya özünde var olan ancak hiyerarşik, sınıfsal, devletçi yapı tarafından zayıflatılan toplumun ahlaki ve politik yapısına işlerlik kazandırmak, etkili hale getirmektir. Önder APO’nun Özgürlük Sosyolojisi adlı eserinde ahlaki-politik topluma ilişkin yaptığı kapsamlı değerlendirme ve çözümlemelerden aşağıya alacağımız kısa pasajlar siyasetin-politikanın toplum yaşamındaki yerinin ne olduğunu da en açık biçimiyle göstermektedir.
“Aslında bu durum bir gerçeği ifade eder. Ulus-devleti tanımlarken, toplumun gözeneklerine kadar dayatılmış savaş hali olarak belirlemiştik. Bunalım dönemlerinde, krizlerde bu gerçek kanıtlanır. En büyük kriz potansiyelini resmi hukuk toplumları taşır. Neden de ahlaki ilkeden yoksunluğudur. Eğer çevre felaket boyutlarında kriz yaşıyorsa, bunun nedeni ahlaki boyutun yoksunluğuna karşı, çevre hukukunun da henüz geliştirilmemiş olmasıdır. Kaldı ki, çevre hukukla da korunacak bir konu değildir, çünkü sonsuzdur. Hukuki etkinlik ise son derece sınırlayıcıdır. Dolayısıyla ekolojik sorunun temelinde ahlaki toplum ilkesinden düşüş yatar. Ahlaki toplum ilkesine hak ettiği yeri veremeyen bir toplumun ne iç bünyesinde, ne çevresinde sürdürülebilirliği kalmıştır. Güncel gerçeklik bunu çok iyi açıklıyor.
– Aynı hususlar politik toplum ilkesi için de geçerlidir. Politika yerine ulus-devletin devasa bürokratik iradesi konulduğunda, toplumların demokratik işlerliği kalmaz. En ince gözeneklerine kadar topluma sızmış ulus-devlet idareciliği bu durumuyla toplumun felçli halini ifade eder. Tüm gerçekleşmelerini, ortak işlerini bürokrasiye terk etmiş bir toplum, gerçekten hem zihin hem irade olarak ağır bir felçlilik hali geçirir. Bunu fark eden Avrupa’nın tüm gücüyle demokratik politik ilkeye sarılışı sebepsiz değildir. Az çok gelişmesini de, sınırlı da olsa, bürokrasinin yanı sıra toplumsal politikaya da saha bırakmış olmasındandır.
– Modernitenin ulus-devletine göre, politik toplum; kendi varlığına, birliğine ve bütünlüğüne karşı bir tehdittir. Halbuki toplumun varoluş hali olarak politik unsuru daraltmanın da ötesinde, fiilen kullanılamaz hale getiren ulus-devlet idareciliği, bürokratizmi sadece toplum üzerinde Demokles’in kılıcı olarak durmuyor, saat saat toplumu doğruyor. Çağımızın en temel politik felsefe sorunu bu olduğu gibi, faşizm olarak da pratikte yaşamın önündeki en büyük engeldir.
– Politik ilkesi olmayan, işletilmeyen veya ortadan kaldırılan bir toplum bir kadavradır; en iyi hali ise sömürge toplumu olarak ifade edilebilir. Bu nedenle demokratik toplumun politik ilkeye kazandırdığı işlerlik hayati öneme sahiptir. Sistem olarak üstünlüğünün en temel kanıtıdır.
– Politik toplumu sınıfsal toplumlarla karşılaştırdığımızda en doğru tanımlama, kendisinin sınıflaştırmaya karşı sürekli direnmesidir. Kendini en az sınıfsallaştıran toplum en iyi toplumdur. Politik mücadelenin başarısı kendini sınıflaştırmaya uğratmayarak belirlenebilir. Başarılı bir politik mücadele ancak kendi toplumunu sınıflaştırmayarak, dolayısıyla kendini iktidar ve devlet aygıtlarının tek taraflı zoru altına sokmayarak kanıtlanabilir. Gırtlağına kadar iktidar ve devlet zorunun yaşandığı toplumlarda başarılı bir politik mücadeleden bahsetmek ciddi bir yanılgıdır. Kendini iktidar ve devlet zorunun (İç veya dış, milli veya gayri milli olması bu anlamda pek önemli değildir) altına ya hiç sokmamış veya sert mücadeleyle belirlenen bir uzlaşma sonucu karşılıklı rızaya dayanan bir iktidar ve devlet tanınması politik toplum için idealdir.”