PAJK Koordinasyonu
Toplumsal mücadele süreçlerinde evrimsel akış temposunun kat kat üstünde bir hızla yaşanan çok yönlü gelişmeler, çelişkilerin yoğunlaştığı zamanlarda kalıcı sonuçlar bırakan niteliksel sıçramalar düzeyine ulaşır. Devrimlerin yaratım zamanı da diyebileceğimiz bu dönemlerde söz konusu toplumun içinde bulunduğu zamanı aşarak çağ atlama imkanı olduğu gibi çok büyük kayıp ve yok oluşla burun buruna gelme ihtimali de vardır. Bu kritik süreçler kader belirleyicidir ya yeni zamana geçiş yapılacaktır ya da o toplum yaşanan zamanın dışına düşecektir.
Bu safhaya ulaştıktan sonra ne nitelik ne de nicelik olarak eski duruma geri dönüş olmaz. Toplumun canlı bir organizma olduğu düşünüldüğünde fiziksel varlığından da önce manevi dünyası katbekat yaşanmışlıklarla bambaşka bir gerçeklik haline gelmiş olur. Pratiksel olarak yenilmek eskisi gibi olma anlamına gelmez. Toplumsal hafızaya yerleşen bu olay teslimiyeti ve kendi öz kimliğinden vazgeçerek erimeyi getireceği gibi unutamayacağı bu kötü yara, öfkeyi derinleştirebilir ve ders çıkarılması halinde başkaldırıya ve başarılı bir mücadelelere evrilebilir. Tarih fiziksel yenilgiler yaşadığı halde vazgeçmeyip yeniden direnişi yükselten ve büyük zaferler elde eden halkların efsaneleriyle doludur. Diğer taraftan toplumsal mücadelelerin bu en kızgın aşamasında kaybedişlerin bedeli ağır olduğu kadar yakalanacak başarıların da yeni süreçler başlatacak düzeyde etkili sonuçları olma gerçeği vardır. Ağzına kadar dolu olan bardağa su eklemek gibidir. En küçük damlalar bile bardağı taşırır ve durumun niteliğini değiştirir. Devrimin gerçekleşmesi anlamına gelen toplumsal sıçrama süreçlerinde toplum yek vücut olur. Düşünsel, duygusal, ruhsal bütün enerjisi bir merkeze akarak olağanüstü bir gücü açığa çıkarır.
Kürt halkının özgürlük mücadelesi tam da böyle bir yaratılış zamanının içinden geçiyor. Artık geri dönüşü olmayan aşamadadır. Otuz yıldır yürütülen devrimci halk savaşı, zihinsel, sosyal, siyasal, savunma, sanatsal anlamda halkımızı çok güçlü bir özgürlük bilinciyle donatmış ve verilebilecek tüm bedelleri göze alarak mücadeleyi zafere ulaştırma kararlılığı kazanmıştır. Halkın ve kadınların öz kimliğinden, özgür yaşam statüsünden vazgeçmemesi ve inkâr ve imha politikalarına boyun eğmemesi, özgürlük değerleri birikiminin yarattığı duruştur. Kendi öz mekanizmalarını belli bir oranda hayata geçirmiş olan halkımızın statüsüz ve savunmasız kalmayı artık sindiremeyeceği açıktır. Yaşanan topyekûn direniş durumu bilenmiş kararlılığın ifadesidir ve bu özgürlük duruşu toplumsal sıçrama yapma kapasitesindedir.
Toplumsal kaos süreçlerinde iç dinamikler kadar dış dinamikler de çok yönlü olarak etkileyicidir. Kaostan yeniden yapılanma temelinde çıkabilmek ve yeni toplumsal evreye ulaşabilmek için dünyanın ve içinde bulunulan bölgenin konjonktürel gelişmelerinin uygun olması ve koşulların iyi değerlendirilmesi gerekir. Hiçbir halkın kaderi salt kendi koşullarıyla sınırlı değildir. Özellikle Ortadoğu’da insanlık tarihinin en eski sorunlarını yaşayan en eski halklarının harmanlanmış yapısı düşünüldüğün de bu çok daha somut bir gerçekliktir. Dolayısıyla bölge de tek başına şu veya bu halkın zamanı yaşanmaz, gelişmelerden herkes etkilenir. Ortadoğu’daki her bir halkın kaderi diğer halkları da belirler. Bölgenin kalbinde yer alan ve kendisi gibi kadim olan üç halkın devlet sınırları içerisinde yaşayan Kürt halkının durumu ve konumu hiç kuskusuz en hassas meseledir. Bu nedenle Kürt halkının özgürlük mücadelesi birebir bölgeyi etkilediği gibi Kürtlerin yaşadığı alanlarda yaşanan gelişmeler de birebir halkımızı ve mücadelemizi etkiler.
Ortadoğu’daki gelişmelerin yarattığı koşullardan bağımsız stratejiler belirlenemez. Bu nedenle belirlenen politikaların süreci ne kadar karşılayabildiği hususu ayrı bir konu olmakla birlikte hareketimizin her zaman temel yaklaşımlarından biri Ortadoğu ve dünya konjonktürünü doğru okumaya çalışma ve bunun üzerinden strateji belirleme olmuştur. Örgütümüzün bölgede ve giderek dünyada hesaba katılan temel bir güç olarak ele alınmasının nedeni mücadelemizin direniş gücüne dayandığı kadar konjonktürü iyi okuyup buna uygun politikalar belirleyebilme yeteneğiyle de bağlantılıdır. Bu anlamda özgürlük mücadelemizin içinden geçtiği kritik süreci değerlendirirken bu temel yaklaşımı esas almak önemlidir.
Kürt halkının en kritik zamanı olarak ifade ettiğimiz bu süreç, Ortadoğu halklarının da kaderinin yeniden çizildiği zamanlardır. Kürt halkının içinde bulunduğu süreci, kritik olarak değerlendirmemizin temelinde; özgürlük birikimlerinin niteliksel sıçrama yapma potansiyeline ulaşmış olması ve mücadele dinamiklerimizin en yoğun düzeyini yaşıyor olmamız gerçeği ile birlikte, Ortadoğu’nun bütün taşlarının yerinden oynaması ve bütün halkların kaderinin yeniden belirlendiği bir süreçten geçiyor olmamız da vardır. Bu karşılıklı belirleme durumu halklarımızın duyarlılık ve empatilerinin yüksek olmasını sağlamaktadır. Binyıllardır birlikte yaşadığımız bölge halklarının geleceğine ilişkin duyarlılık kuşkusuz ki kadim komşularından gelecektir. Sadece kendi halkına karşı değil bölge halklarının geneline karşı bir sorumlulukla yakalaşma ve mücadeleyi bu çeperde yürütme anlayışı demokratik ve özgür toplum inancımız gereğidir.
2012 yılı Ortadoğu halklarının Birinci Dünya Savaşından sonra yaşadığı en yaygın ve yüksek dozlu şiddet ve kan yılı oldu. Yüz yıl sonra tekrar savaş koşullarına girilmesi ve hiç olmadığı kadar kan dökülmesi, ABD, İsrail, uzantıları ve bunlara karşı pay kapmak isteyen güçlerin çatışmalarına ve nihayetinde yeni çıkarlarına uygun yeni sistem arayışlarına dayanıyor. Öncelikle Arap devletlerinde yaşanan çalkantılar, Arap halklarının anti demokratik devlet diktatörlüklerine karşı meşru demokratik taleplerini içeriyor olsa da, söz konusu emperyal güçler bu durumu suiistimal etmiş ve kendi çıkarları doğrultusunda çatışmalara yön vermişlerdir. Arap baharıyla başlayan süreç mevcut durumda kesinlikle halkların kendi iç dinamiklerinin işlediği bir süreç değildir. Uygarlığın en vahşi yüzüyle karşı karşıya olan Arap halkları şiddet sarmalında mengenede ezilir gibi ezilmekte, günlük olarak katliamlar yaşamaktadır. Bu durum nereye varacak? Sorusuna kuru bir siyasal yaklaşımla ‘Şu devletin yerine şu kurulacak, şu gücün çıkarları temelinde şöyle yeni bir sistem oluşturulacak’ diyerek halkların yaşadığı kırımı dikkate almamak ne ahlaki ne de ideolojik bakış açımıza uygun düşer. Milyonlarca insanın öldürülmesinin, kadınların yaşadığı her türlü saldırıların ve acıların, çocukların parçalanan dünyalarının getirileri neler olacak? Yaşanan toplumsal travmayla yeni ve sağlıklı bir toplumsal aşamaya geçilebilecek mi? Yaşananların telafisi olmasa bile ne yapılabilir? Bu gibi sorulara uygarlığın hegamon güçlerinin cevap vermek gibi bir kaygılarının olmadığı açıktır. Bu güçlere göre yaşanan durum bir cümleyle ifade edilebilinir; Ortadoğu’nun yeniden düzenlenme süreci!.. Bölge sisteminin yeniden yapılanacağı ve bütün aktörlerin kendi çıkarları temelinde bu süreci yönlendirmeye çalıştığı doğrudur. Ancak Ortadoğu halklarının insiyatif dışında tutulmaya çalışıldığı ve öz örgütlenme, öz savunma gücünü oluşturamayan halklar için bir toplum kırım sürecinin yaşandığı gerçeği de gözler önündedir. Tarihe; Ortadoğu’nun yeni bir sürece girişi olarak geçmesinden önce, halkların katliamlardan geçtiği zaman olarak geçecektir. Bu durum Arap halklarıyla sınırlı kalmamış ve kalmayacaktır. Bölgenin birçok azınlık halkının ayaklar altında kalma tehlikesiyle birlikte Fars, Kürt ve hatta Türk halklarının da benzer süreçleri yaşama tehlikesi kapıdadır. Etnik, kültürel, dinsel farkı olmaksızın bütün halklarımız bu tehlikeyle karşıyadır. Ortadoğu halklarının kaderi ortaktır. Buna karşılık hegemon güçlerin hiç eskimeyen temel taktiği; halkların kültürel farklılıklarını birbirine karşı kullanarak çarpıştırmak, tarafları zayıf düşürüp, güçsüzlerin karşısına kurtarıcı maskesiyle çıkmak olmuştur. Bu kritik süreçte bölge halkları açsından yapılması gereken en önemli şey, oyunlara gelmemek ve gerici, statükocu diktatörlüklere karşı olduğu kadar bu vahşi uygarlık temsilcilerine karşı da güç birliği yapmaktır. En azından halklar arası çatışmasızlık pozisyonunu yaratabilmek ve korumak önemlidir.
Halkımızın Rojava Kürdistan’ında oluşturduğu öz savunma ve öz yönetim sistemi halkların kendi sorunlarını demokratik ve barışçıl tarzda çözebilmesine emsal oluşturuyor. Siyasal, öz savunma ve toplumsal yaşamın örgütlendirilmesi anlamında bölgenin (devletli-devletsiz) en örgütlü gücü olarak halkımızın ortaya koyduğu somut model tek alternatif çözüm modeli durumundadır. Bu modelin başarısı kuşkusuz bölgenin bütün halklarına katkısı olacaktır. Kendi kaderini belirleme iradesini oluşturan halkların çözüm modeli olacak ve genele mal olacaktır.
Suriye ve Rojava’daki Kürt halkının duruşu bütün taraflar açısından çok hassas bir kırılma noktasıdır. Suriye devleti, Kürtleri karşısına almayarak ayakta kalmaya çalışmakta bunun tersine AKP’ye bağlı silahlı muhalifler halkımızı savaşa çekerek hem orduyla çatıştırıp zayıflatma hem de fırsatını yakalayınca darbeleme uğraşında. Ayrıca AKP devleti Kürtlerin statü kazanmasını engellemek için alanı insansızlaştırma ve tampon bölge oluşturma hesaplarıyla kuzey Kürtlerinin statüsüzlüğünün devamını garantileme peşinde. Diğer emperyal güçler de her zaman ki gibi Kürtleri kritik konumlarından dolayı bir kullanım kartı olarak ele alma istemindedir. Şimdiye kadar Kürtlerin yaşadığı alanların savaş dışında kalabilmesi ve en güvenli yerler olması, örgütlü yapısının askeri ve siyasi saldırıları karşılayabilecek düzeyde olmasındandır. Türkiye’nin yönlendirmesiyle muhataplık dışında tutulan alan örgütü bundan sonra artık sürecin daha aktif bir üyesi olacaktır. Açıktır ki, bu kadar örgütlü olan Kürtlerin temsil edilmediği yeni bir yapılanma girişimi başarılı olamayacaktır. Türkiye’nin inkâr ve imha politikaları Rojava Kürdistan’ın da iflas etmeye mahkumdur.
Ortadoğu kazanını kaynatan güçler öncelikli olarak ABD ve İsrail’dir. Kurulmaya çalışılan sistem İsrail’in bölgede ki hegemonyasına göre planlanmıştır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından sonra ‘böl-parçala, kendine bağlı ve birbirine karşıt diktatörlüklerle yönet’ anlayışına dayanarak oluşturulan bu sistem ancak günümüze kadar ayakta kalabilmiştir. Temelindeki bağımlılık ve yıllarca ardı ardına yaşanan Arap-İsrail savaşları sistemin hızla yıpranmasının temel etkenleridir. Bu nedenle kurulması tasarlanan her yeni devletin İsrail’in bölge hegemonyasını kabul etmesi esas alınmakta ve halkların iradesini hiçe sayan bağımlı devlet anlayışına dokunmadan hatta güçlendirerek üzerine yeni sistem inşa edilmeye çalışılmaktadır. Temel ölçü bu olmasına rağmen yaşanan çatışma sürecinde resmiyette İsrail devleti hiç görünmüyor ve böylece süreçten yıpranmadan çıkması sağlanmak isteniyor. Açık ki yaşanan kaosun ilgili bütün kesimleri açısından çok yıpratıcı sonuçları var. Irak’a yapılan müdahaleyle başlayan süreç tarihin en kanlı görüntülerini neredeyse günlük olaylar haline getirirken bu konseptin sahiplerini de vurmuştur. Yaratanını yemeye başlayan bir şiddet canavarı oluşmuştur. Saddam güçlerine karşı yola çıkanlar binlerce ABD askerini öldürmüş, kendi kamuoyundaki ciddi tepkilerden ve ekonomik sorunlardan sonra ABD askerlerini çekmek zorunda kalmıştır. Tarihin bir cilvesi olarak Kaddafi’yi vahşice öldürenler aynı yöntemlerle CIA ekibini ve ABD konsolosunu da öldürmüştür. Bölge halkları Arap baharı romantizminden çıkıp gerçekleri görmeye başlamış, Mısır ve Tunus’ta eski diktatörlere karşı gelişen tepki bu savaşın yönlendiricilerine de yönelmeye başlamıştır. Bu durumlardan sonra yıpranma düzeyini asgariye çekmeye çalışan ABD artık daha temkinli davranıyor. Önce bölgenin mevcut çelişkilerini çatıştırıyor, paravan çeteleri silahlandırıyor, belli bir aşamaya geldikten sonra da müdahale de bulunup sömürme kanallarını oluşturmayı planlıyor. Bununla birlikte kullanılan paravan güçlere de daha seçici yaklaşmaya başladı. ‘Hangi güç olursa olsun önce yıksın sonra istediğimiz gibi kurarız’ planlarının boşa düştüğü Irak ve Libya örneklerinde somut olarak görüldü.