Zilar Stêrk
PKK’nin arkasında bıraktığı otuz beş yıllık mücadele tarihinden önce, Kürdistan’da kadın deyince akla geri kalmış, geleneksel ev kadınlığı ölçülerinde, toplumsal cinsiyetçi rol kalıplarına göre yaşayan, yaşadığı devlet ve erkek zulmü karşısında içten içe büyük isyanlar koparan ama dışarıya da kaderine razı olmuş bir pozisyonla yansıyan bir gerçek gelirdi.
Daha küçücük bir çocukken öğretilirdi ona nasıl yaşayacağı. Tek yaşam alanının ev ve aile ortamı olduğu, diğer ortamların kadına göre olmadığı kavratılırdı daha büyüyüp diğer ortamların arayışına girmeden. Alfabe gibi öğretilirdi doğuşundan itibaren nasıl konuşacağı, nasıl güleceği, nasıl oturup kalkacağı, nasıl davranacağı. Neyi giyip neyi giymeyeceği, neyi içip neyi içmeyeceği, neye gülüp neye ağlayacağı, nereye girip nereye giremeyeceği, kiminle konuşup kiminle konuşamayacağı, kime görünüp kime görünemeyeceği vs.
Daha beşikteyken onun adına hayatını belirleyen kararlar alınırdı çoğu zaman. Daha kelime dağarcığı gelişmeden ve akıl çağına erişmeden, ister köyde olsun ister kentte, pek değişmezdi belirlenmiş toplumsal cinsiyetçi roller. Kadın olarak aklı kısa, düşünemeyen, yönetemeyen yönetilen, yönlendiremeyen yönlendirilen, belirleyemeyen ama hep belirlenen, erkek karşısında ikinci cins konumu reva görülen bir rol verilirdi. Evinin doğurgan ana0sı, mutfağının hamarat “kevanî”si, kocasının itaatkâr “külfet” i, ailesinin “namus” lu onur abidesi.
Kürdistan’da kadın denince, evet yaşamı çağrıştırırdı toplumsal belleğin arkaik dönemlerinde. Ama PKK’nin tarihsel çıkışına kadarki dönemlerde pek de bir şey kalmamıştı bu toplumsal bellekten geriye. Eskinin yaşamla “jîyan” la eş anlamlı “Jın” ı otuz beş yıl öncesinin Kürdistan’ında kaybolmuştu adeta. Ataerkil toplumsal cinsiyetçi örtü onu öyle bir örtmüştü ki, kaybolup gitmişti yaşamın belirlenmiş akışı içerisinde. Sesi soluğu kesilmişti yaşam sahnesinde. Herkes belirliyordu onu, onun dışında. Herkesindi, sadece kendi olmak dışında.
İstese de istemese de kabullenmek zorunda bırakılıyordu, kendisine önceden belirlenmiş bu kaderi. Tıpkı Türkiye’de, Suriye’de, Irak’ta, İran’da ve Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde yaşayan kadınlar gibi. Oldukça birbirine benziyordu bu kadınların kaderleri ve öyküleri.
Sadece Ortadoğu’da değil, batı dünyasında da kadının ikinci cins konumu farklı versiyonlar halinde yaşanıyordu. Yaşam akışları aynı fabrikanın ürün kalıplarına dökülmüşçesine benzeşiyordu. En ilerici kadın yaklaşımı bile modernizmin ataerkil uygarlık aklıyla, erkek aklıyla beslenmekten kurtulamıyordu bir türlü.
Hatta batıdaki kadın bazen Ortadoğu kadınından daha vahim kaderlere de katlanmak zorunda kalıyordu. Ortaçağın soğuk karanlıkları içerisinde “cadı avı” denilerek canlı canlı yakılan binlerce kadının kaderi ne kadar da benzemektedir. Kadını Rönesans ve aydınlanma edebiyatının baş konusu yapan modern dünya bile kadına ihtiyacı olan hak ve özgürlükleri tanımada oldukça cimri davranmış, oldukça aldatmıştır. Yaşamı kadının ve erkeğin birbirinden ayrı alanları olarak tanımlayan cinsiyetçi akla meşruiyet kazandırmak için işi alabildiğine teorize ederek, dünyaya hakim olan erkek tekelini daha da meşrulaştırmış ve güçlendirmiştir. Bilim ve felsefe dünyası, cinsiyetçilik fırçasının ağır darbeleri altında gelişmiştir. Her türlü çelişki etrafında toplumun kendi içinde ayrışan düşünsel ve pratik mücadele alanları, cins çelişkisi söz konusu olduğunda büyük bir uzlaşma yaşayabilmiştir. Büyük Fransa devrim hareketinden tutalım da 20.yy boydan boya kaplayan ulusal kurtuluş hareketlerine, sosyalist ve anarşist hareketlere kadar beş bin yıllık erkek tekelini parçalayıp kadın özgürlüğünü sağlamaya öncelikli bir sorun olarak bakma yaklaşımı gelişmemiştir. Evet, bir sorun olarak gündemlerine almışlardır ancak olmazsa olmaz kabilinden çok stratejik bakmamışlardır. Toplumsal mücadeleler tarihinde bu hareketlerin temel ortak bir eksikliği olarak hep yerinde kalmıştır.
Kürt Kadınlarının PKK’ye Koşuşu
Kürt kadınlarının bir ideolojik, askeri, siyasal harekete gelişi, büyük bir cesaret, tarihte örneği oldukça az. Geri dönüşü imkansız. Geri dönüşü boğulmak. İleriye adım atmak ise özgürlükle tanışmak. Özgürlüğe yol almak. Özgürlüğü tatmak. Ucunda ölüm olasılığı yüksek olsa da artık gam yenmez. Bir kez tadına vardın mı özgürlüğün, artık ölümüne bırakamazsın bir daha asla. Erkeğin devleti, ailesi, evi, barkı, okulu, işi, kurumu, bürokrasisi; onlar da kimdi ki, onlar da neydi ki özgürlüğün doyumsuz tadı karşısında?
Kürdistan’da kadın ilk defa erkeğin egemenliğini açıktan reddediyordu. Erkeğin iktidarını üzerinde yükselttiği bütün kurumlarını terk ediyordu. Başkaldırıyordu, ölümüne başkaldırıyordu. Silah kaldırıyordu. Savaşın içine içine yürüme cesaretini gösteriyordu. Korkularının üstüne üstüne gidiyordu. “Kadın işi değil”, “kadına yakışmaz”, “kadın yapamaz, edemez” denen bütün işleri yapmaya kalkışıyordu. Ölümün buz kestiği silahı ilk sıktığında, yüreğinde büyüttüğü sıcacık ütopyalarına sarılıyordu. Sıktığı her mermiyi önce korkularına sıkıyordu. Savaşmayı öğreniyordu. Ensesinde her an ölümle yaşamayı öğreniyordu. Aslında kendi gücüyle yaşamayı öğreniyordu. Ayakta kalmayı, yürek bilemeyi, göğüs germeyi öğreniyordu.
Ona öğretilen tüm olmaz-ların koca yalanlardan ibaret olduğunu görüyordu. Kendini tüm zorluklar karşısında ayakta tutmaya, güçlü durmaya alışıyordu. Sıcacık yüreğindeki kocaman ‘acabalara’ kendi cevaplarını arayarak, yaşayarak buluyordu. Kendi olmayı öğreniyordu. Falankesin olmaktan, birilerinin olmaktan, ‘erkeklerin’ olmaktan çıkıp ‘kendisinin’ olmaya başlıyordu. Müthiş bir ‘kendileşme’ yaşıyordu. Dünya bunun ne kadar farkındaydı bilinmez ama kendi içinde büyük ve derin bir ruhsal, duygusal, düşünsel devrim yaşıyordu.
İlk defa ‘kendileşmek’ oldukça zordu. Kendi olmanın zorluğu oldukça ilginçti. Doğa ve evrenin içinde onun dışında her varlık ‘kendisi’ oluyordu. Tüm varlıklar öz benliği, öz gücü, öz iradesi ile yaşıyordu. Canlı mı, cansız mı olduğu hala tartışmada olan atom bile dışsal müdahaleyle parçalanmaya kalkışıldığında, kentleri yok edecek denli güçlü bir direniş ve karşı koyuş, karşı irade ortaya çıkarabiliyordu. Ancak kadın bir varlık olarak kendine, benliğine, zekasına, aklına, yeteneğine, gücüne iradesine oldukça yabancılaşmıştı. Toplumu doğuran, besleyen, büyüten, var eden gerçeğine oldukça yabancılaştırılmıştı. Öz güvenini yitirmiş, iradeleşemiyordu. Derinleşerek çözüm geliştirmeye çok ciddi kafa yormak gerekiyordu. Piskanaliz ve klinik terapilerin çözemeyeceği kadar derin bir durum söz konusuydu.
Kadının, Kürdistan özgürlük mücadelesi saflarında karşılaştığı her ‘ilk’ büyük bir iradeleşme ve güven etkisi yaratıyordu. Büyük bir cesaretle bazen dizleri titreyerek, bazen terler atarak, bazen yüreği heyecandan duracak gibi olarak, yaşadığı tüm ‘ilklerden’ derya gibi tecrübe ve birikimler oluşturuyordu. Kazandığı tecrübe ve birikim onda güçlü bir özgüven ve irade ortaya çıkarıyordu. Giderek beş bin yıl öncesinde bu topraklarda yaşamış Neolitik Toplum Anasının ruhu, soyut bir söylem olmaktan çıkıyor ve yeniden canlanmaya başlıyordu. Toprağa gömülü olan Kadın Modernitesi Kürt Kadını şahsında yavaş yavaş yeniden hayatı solumaya başlıyordu.
Kendini Anladıkça Kadının Evrensel Kördüğümünü de Çözmeye Başladı
Kürt kadını kendini tanıdıkça, kendini anladıkça kadınlığın evrensel bir olgu olduğunun farkına vardı. Kadınlığın evrenselliği kadar kadın sorununun da evrenselliğinin bilincine vardı. Bunları yaşaya yaşaya öğrendi. Aslında yaşadığı kadar öğreniyordu. Öğrendikleri oldukça bilimseldi. Yaşamın ve mücadelenin gerçeğinden süzülen bir bilinç kendisinde gelişiyordu. Yanındaki yoldaşlarını kolektif ortamlarda dinledikçe, yaşadığı öykünün yalnız kendi öyküsü olmadığının bilinci derinleşiyordu. Dünyanın her yanında kadın kadındı. Kürt de olsa Türk de olsa, Laz, Çerkez de olsa, Arap, Fars da olsa, Alman, Fransız, İngiliz de olsa, Rus, Amerika, Hintli de olsa kadın kadındı. Cins olarak kendisi için belirlenmiş kader hep aynıydı. Her yerde ‘kendisinin olmak’ dışında herkesindi. Onun için belirlenmiş en güzel yaşam ortamları, Fransız Romantizmindeki balo salonlarıydı. Erkeğin gözünü ve gönlünü hoş etme amacıyla dekore edilmiş ihtişamlı salonların vazgeçilmez güzeliydi. Romantiklerin romanlarındaki koca ‘aşk’ yalanlarının uğruna dizildiği baş döndürücü kraliçesiydi. Erkeğin fabrikalarındaki ucuz iş gücü, evdeki bakıcı annesi, sokaktaki ‘güzel’ objesiydi. Kral ve padişah saraylarının zevk-i sefa fasıllarıydı. Her yerde hayat onsuz olmazdı ama ‘ben varım’ diyeniyle de olmazdı. Hem yaşam doğurucusu ve vazgeçilmezi hem de varlıktan sayılmayan! Bu büyük bir çelişkiydi. Bu çelişki dünyanın her yerinde çok güçlü yaşanıyordu; hem günümüz dünyasının her yerinde hem de tarihin ataerkil çağlarında çok koyu bir biçimde yaşanıyordu. O zaman ne yapmalıydı?
Kürt kadını evini, ailesini, devletin toplumunu terk edip PKK’nin mücadele saflarına akın akın geliyordu. Tanımladığı katılım gerekçesi Kürt sorunuydu. Ulusal sorunlardı. Halkın yaşadığı sorunlardı. Ama çoğu zaman katılımına vesile olan ise kadın olmaktan kaynaklı yaşadığı sorunlar olmaktaydı. Ancak işin bu kısmı fazla görünüp ilgilenilmiyordu. Yürüyen bir savaş vardı. Halkın yaşadığı yığınla sorun vardı. İmha ve inkar konsepti almış başını gidiyordu. Bunlar varken kadının katılımına gerekçe olmuş olan asıl sorunlar gündemin önüne geçmiyordu. Önemli olan kadının fiziki olarak kendisini devletli toplumun günlük boğucu basıncından kurtarıp mücadele saflarına atması ve rahat bir nefes almaya başlamasıydı. Sorunları arkasında bırakmaktaydı.
Kadın mücadele saflarına gelirken yaşadığı günlük ağır sorunları evet arkasında bırakıp geliyordu. Arkasında bıraktıklarından kurtulmak onun için özgür bir nefesti. Ancak bu özgür nefesi solumaya başladıktan sonra arkasında bıraktığı sorunlu dünyanın yükünü de sırtlaması gerektiğinin bilincini edinmesi fazla sürmedi. Mücadelenin ‘kadın sorunu’ kısmını ilerleyen yıllarda Önder Apo gündemleştirdi. İşin bu kısmıyla bizzat kendisi ilgilendi.
Önder Apo kadının yaşadığı ağır sorunları ilk fark eden ve çözümünü arayarak gündemine alan irade oldu. Kadın kendini ve yaşadıklarını fazla teorize edemiyordu, tanımlayamıyordu. Çünkü kadın, ömrü boyunca hiç kendisi için düşünmemişti. Kendisi için düşündüğü ve irade gösterdiği an, mücadeleye katılmaya karar verip saflara geldiği an olmaktaydı. Ancak sadece gelmekle sorunlar çözülmüyordu. Sorunlar aslında yerinde duruyordu. Hareketin içine de taşınmaktaydı. O zaman kadın kendi savaşını da vermeliydi.
Kürdistan’da kadına mücadele alanı açan Önder Apo oldu. Soruna sorunun sahiplerinden daha duyarlı yaklaşıyordu. Bu yan Önder Apo’da bir Önderlik özelliğidir. Diğer sorunlara yaklaşımında da öyledir. Örneğin Türkiye Demokratik Devrimi için de böyledir. Türkiyeli devrimcilerden daha fazla Türkiye Demokratik Devrimine sahip çıkmaktadır, geliştirmektedir. Kadın için de böyle oldu. Kadınların sorunlarına kadınlardan daha fazla eğildi. Kadını kadından daha fazla sahiplendi ve ilgilendi. Çünkü kadının getirildiği durumu, içinde olduğu verili gerçeği iyi görmüş ve bu gerçeği ile yüzleşmekte zorluk yaşayacağını da anlamıştı. Kadının karşısına büyük bir ayna koyarak kendi gerçeği ile yüzleşmesini sağladı. Kendi savaşını vermesinin kaçınılmazlığına ikna etmek için çok çabaladı. Bu çabalar, Önder Apo’nun ciltler dolusu kadın ve toplum çözümlemelerinde önemli sosyolojik birikimler olarak var.
Önder Apo, sorunun adını “kadın sorunu” olarak koyduktan sonra çözümünün geliştirilmesi için kadın militanlarla beraber müthiş kafa yoruyordu. Kadının kendi savaşını vermesi oldukça sorunluydu. Cins savaşı verilmeliydi. Cins savaşını vermek için savaşın neye ve kime karşı verileceğinin iyi tanımlanması gerekirdi. Strateji ve taktiklerinin de geliştirilmesi gerekiyordu. Bu bir program ve örgüt oluşturmak demekti. YJWK, Avrupa’da büyük kadın ozanı Gurbet Aydın (Ozan Mizgin) öncülüğünde kuruldu. Ancak kadın dağlarda özgürlük savaşını kıran kırana veriyordu. İnsanlaşma tarihinin başında olduğu gibi Zagros Toros dağ sisteminin kucağında, yeniden var olma, yeniden kendisi olma savaşını veriyordu. Adeta insanlık tarihinin başlangıcındaki Analar Topluluğunu, Kadınlar Topluluğunu ya da Kadın Klanlarını hatırlatan, çağrıştıran kadın ordusu oluşturuldu. Bin bir zahmetle ve büyük bir cins savaşının içinden demokratik toplumu müjdeleyen YAJK, 8 Mart 1995’te kuruldu. Kadın Özgürlük Ordusu YAJK bilinen anlamlarda sadece öldüren bir ordu değildi. Tersine yaşatan, yaşamı yeniden yeşerten, iradeleştiren bir kadın özgürlük ordusu olarak gelişti. Sadece bir savaş ordusu değil bir harekete dönüştü. Bir kadın partisine, oradan da bir kadın toplumsal sistemine dönüşmeye başladı. İdeolojik, siyasal, toplumsal, sosyal, kültürel alanlarda her gün kendini yapılandırarak, her saat kendini oluşturarak, günümüze derin anlamlarla yüklü, yüceleştiren bir kadın sistemi olarak gelişti. Partisiyle (PAJK), ordusuyla (YJA-Star), bütün toplumsallığıyla (YJA) yeni bir kadın çağının, yeni bir kadın modernitesinin gelişimini imkan dahiline koydu. Koma Jİnên Bilind (KJB) çatısı altındaki kadınların öncülüğünde, aynı zamanda bir kadın çağı da olan demokratik çağ, gün be gün her bakımdan gelişmeye ve örülmeye başladı…