Raperin MUNZUR
Ekoloji bizim paradigmamızın temel kavramlarından biridir. Demokrasiye, kadın özgürlüğüne ne kadar önem veriyorsak ekolojiye de o kadar önem veriyoruz. Çünkü özgür ve yaşanılacak bir dünyanın yaratılmasında ekolojik yaklaşım ve bilinç çok özel bir yer kaplıyor. Ekoloji birçok çevrenin ele aldığı gibi salt doğa sevgisi ve bitki, hayvan ve doğa karşısında kaba bir duyarlılık değil.
Ekoloji, insan ve doğa arasında oluşan hiyerarşik ilişkinin ortadan kaldırılması demektir. İnsanlık tarihinde, egemenliğin gelişmesinde doğa üzerinde gelişen hakimiyet ve doğayı nesneleştirmenin çok önemli bir rolü var. Doğayı canlı ve cansız olarak ayrıştırma, insanın istediği gibi kullanacağı bir kar alanı olarak görme ya da doğadaki tüm canlılığı nesne olarak algılayıp insanın hizmetine sokma anlayışı egemenlikli zihniyetin sonucudur. Ve bugüne kadar gelişen bu anlayış kapitalizm ile zirveye ulaşmıştır. Buna karşı doğa isyan halindedir.
Bizim ekoloji anlayışımız, insan zihniyetinde oluşan hiyerarşiyi yıkmaya dönüktür. Özne-nesne ayrımını yıkmayı ve doğayı canlı olarak algılamayı ifade eder. İnsan doğada farklılaşarak zenginleşmiş bir canlılıktır. Tüm doğaya karşı düşünsel ve zihinsel gelişmenin sorumluluğunu yükler insana. Bu nedenle kar amaçlı olarak doğaya yaklaşıp her şeyi insan kullanımına açmak ve endüstriyalizmi geliştirmek kapitalizmin metalaştırma zihniyetidir. Biz ise doğa insan ilişkisinin eşit bir ilişki olması gerektiğine inanıyoruz. Doğadan faydalanma karşılıklı bir ilişki temelinde olmalı ve zarar verici boyutta olmamalıdır. Doğaya hiyerarşik bir yaklaşımla insanı merkeze alan bir bakışla bakmıyoruz. Böyle bakarsak istediğimiz gibi yaklaşma hakkını kendimizde görürüz. Ama canlı doğa anlayışı insanın doğaya karşı da sorumluluklarının olduğunu hatırlatır bize. Sistemin endüstriyalizm mantığıyla tüm doğayı kapitalizmin meta mantığıyla piyasaya sürmesi karşısında bizler eko-endüstriyal mantığı savunuyoruz. Bu doğaya ekolojik temelde ve kar amaçlı yaklaşmamayı getirir. İnsan ve doğa ilişkilerinde dengeyi ve karşılıklı faydayı getirir. İhtiyaç fazlası tüketimi engeller ve insanın içinde bulunduğu doğaya karşı sorumluluklarını geliştirir. Yani insan her şeyi canlı olarak algılarsa düşünce ve duygu dünyasında da büyük gelişimler olacaktır. Anlam dünyası gelişecek ve doğal yaşamın insan yaşamına ve özgürlük anlayışına da katkıları olacaktır. Doğa ve insan arasındaki bu mesafe de erkek egemenlikli anlayışla birlikte gelişmiştir. Kadın kültüründe ve insanın ilk topluluk aşamalarında canlı doğa anlayışı vardır. Kutsal olan tüm semboller ve gerçekler doğa ile ilgilidir. Totemler, manevi değerler doğadan esinlenerek oluşmuştur. İnsan kendini doğadan bir parça olarak algılar. Yani insan ile doğa arasında bir hiyerarşi yoktur. Kendini doğadaki diğer canlılardan üstün görmez. Onun bir parçası ve tamamlayanı olarak algılar. Bir söz var hatta “topraktan geldik toprağa gideceğiz” denir. Bu insanın doğanın bir parçası olduğunu vurgulamaktadır. Ama insanlık bunu zamanla unuttu. Bu harika doğanın bir parçası değil de efendisi gibi davranmaya başladı. Efendilik, egemenlik kültürü hakim olma ve sahip olma anlayışıdır. Bir şeye sahip olursan o mal ve metadır. Yani değeri bir mal karşılığı, para karşılığı ölçülür. Oysa havanın, suyun değeri hangi paralarla ölçülebilir ki? Yaşamımıza güzellik katan milyonlarca canlı, bize cömertçe her şeyi sunan bu varlık karşısında saygılı olmak gerekir mesafeli olmak değil. Zihniyette egemenlik geliştikçe elbetteki mesafe gelişir. Kapitalist sistemde bu dorukta yaşanıyor. İnsanlar doğaya ve canlı olan her şeye çok yabancı. Doğada hayatını sürdüremez düzeyde ve tekniğe muhtaç bir hale gelmiş. Bu büyük bir yabancılaşmadır aynı zamanda. İnsanın kendine yabancılaşması, yaşama ve özgürlük değerlerine yabancılaşmasına yol açan çok tehlikeli bir durumdur. Şehir yaşamında bunlar çok belirgindir. Belki Kürdistan’da bu çok üst boyutta değil. Çünkü tümden bu zihniyet hakim olmamış ve köy yaşamından tümüyle kopulmamıştır. Ama kapitalist sistem sömürge alanı olarak gördüğü ülkemizde doğayı tahrip ederek ve insanları doğal yaşamdan koparıp şehirlere yönlendirerek, kendi özünden koparmayı hedefliyor. Buna karşı doğal yaşamın ve özgürlüğün temeli olan canlı doğa anlayışının korunması lazım. Özellikle Kürdistan bu durumda hedef alınıyor. Toplumsal siyasal ve stratejik hedefleri belli temeller üzerinden gelişiyor. Kürdistan doğası çok zengin bir doğa. Burada yaşayan insanlar bu doğa içinde kendi köklerini hissederek ve yabancılaşmaya karşı duruyor. Çünkü doğayla içiçe yaşamak insana sürekli onun bir parçası olduğunu hissettirir. Ve burada oluşan, emekle gelişen yaşam sömürüye de kapalı bir yaşamdır. Kapitalist sistemin bir amacı insanları doğal yaşamdan koparıp şehirlerin o ruhsuz, betonlaşmış yapısına uydurmaktır. Emekten ve doğayla direkt ilişkiden koparıp yabancılaştırmaktır. Diğer önemli bir neden de kar elde etmek için her şeyi endüstriyalizmin hizmetine sunmaktır. Endüstri, yani sanayileşme bir gelişmedir. Ama bu insanların yaşamını düzeltmek ve bir gelişme yaratmak için değil de sadece kar amacıyla yapılması, kar hırsından doğan bir sapmadır. Ve doğayı sonuna kadar tahrip etmeyi amaçlar. Kapitalist sistem her şeyden çıkar elde etmeyi hesaplayan bir sömürü sistemidir. Söz konusu Kürdistan olunca işin içine siyasi ve askeri nedenler de girmektedir. Doğaya zarar vermenin altında çok bilinçli planlamalar söz konusudur. Kürdistan’daki doğal güzellikleri tahrip etme, Kürdistan’ı yoksullaştırma, sömürmek bir amaçtır. Gerilla mücadelesinin geliştiği mekanlarda ormanları yakma, köyleri yakıp yıkma, barajlar yaparak tarihi yerleri su altında bırakma, askeri amaçla birçok yeri ele geçirme çok görülen olaylardır.
Egemenlerin temel bir yaklaşımı sömürge alanı olarak gördüğü yerlerdeki zenginlikleri kendi ülkelerine taşıyıp satışa sunmaktır. Bu bölgelerin zenginleşmemesi ve orada yaşayan insanların sisteme bağımlı olmalarını sağlamak için her şeyi yaparlar. İnsanları bu kadar kırsal yaşamdan koparmak, doğal yaşama düşmanlık da buradan kaynaklanmaktadır.