Özgür eş yaşam, kadın ve erkek arasındaki ilişkiler düzeninin eşitliğe dayalı hale gelmesini ifade eder. Zira yaşam adına ne varsa kadın şahsında bir bir köreltilmiş, toplumsal doğa büyük bir sakatlanma yaşamıştır. Çünkü kadın doğası esasta toplumun kendisidir. İnsanlık kadının üretkenliğinden, yaşamı kurma gücünden, adaletinden yana muazzam bir toplumsal ilişki sistemini yaşama şansını bulmuşken, yaşamın merkezi durumundayken, bugün statüsü kadın varlık olarak tüm anlamlarından boşaltılmıştır. Boşalan tüm anlamların yerine de erkeğe göre oluşmuş normlar yerleşmiştir.
Erkek aklı kendi iktidarının meşrulaştırmak için eş yaşam ilişkisini özel alan olarak tanımlar. Özelde kapitalist modernite özel-kamusal alan ayrımıyla bu hakikati parçalamayı amaçlar ve aynı zamanda mitoloji, din, felsefe ve bilim yoluyla toplumda algı yaratır, biçim verir. Özellikle birinci ve ikinci cinsel kırılma olarak ifade ettiğimiz süreçler eş yaşama biçim verilen süreçler olmuştur. Örneğin mitolojilerde toplumun öncülük yapan, yaşamı düzenleyen tanrıçanın yanına, kırılmayla beraber önce baba, kardeş, oğul ve sonunda da bir “eş” verilerek etkisizleştirme süreci başlamıştır. Bu sadece iki kişi arasında bir ilişki olarak yorumlanamaz çünkü toplumun zihniyetinde tanrıça imgesinin silikleşmesini ifade eder. Bu yönüyle tanrıça çağının, kadın erkek arasındaki denge, bağımlılaşmayan, mülkleşmeyen eşit ve özgür ilişkiden uzaklaşmanın, tükenişin başlangıcı olur. Tek tanrılı dinlerde ise erkeğe sınırsız haklar tanınmıştır. Özellikle kadın çocuk doğurma ve erkeğin cinsel isteklerini yerine getirebilecek bir araca indirgenir. Bu ataerkil ölçüler ise topluma tanrının mutlak emri olarak sunulur. Dinlerin ortaya attığı tüm argümanlar bilim ve felsefe alanında da “bilimsel” bir çerçeveye kavuşturulur.
Erkek akıl yaşamı bu süreçlerle sapmaya uğratırken, o zaman yaşamın, kadın ve erkeğin evrensel ve toplumsal gerçeğini değerlendirmek ihtiyacı ortaya çıkar. Yaşamın diyalektiğinin ikilemlerden oluştuğunu biliyoruz. Tüm evren bu diyalektiğe göre işler. Özgürlük sosyolojisinin analizi olarak diyalektik yorum, ikilemler birbirini yok etmesi gereken zıtlardan oluşmaz. Tersine mevcut ikilemler bütünleşerek birbirlerinin farkını ortaya çıkartır ve tamamlar. Bu anlamıyla kadın ve erkeğin cinsiyet olarak ikilemli olması varoluşsal bir olgudur. Önderlik bu konuda şu değerlendirmeyi yapar: “Kadını biyolojik açıdan farklı bir cins olarak algılamak, toplumsal gerçeklik konusunda körlüğe yol açan temel etkenlerin başında gelmektedir. Cinsiyet farklılığı kendi başına hiçbir toplumsal sorunun nedeni olamaz. Evrende her zerredeki ikilem nasıl hiçbir varlıkta sorun olarak ele alınmazsa, insan varlığındaki ikilem de sorun olarak işlenemez. “Varlık neden ikilimlidir?” sorusuna verilecek cevap ancak felsefi olabilir. Ontolojik çözümleme bu soruya (sorun değil) yanıt arayabilir. Benim cevabım şudur: Varlığın ikilim dışında başka türlü varoluşu sağlanamaz. İkilim varoluşu mümkün kılma tarzıdır. Kadın ve erkek mevcut haliyle olmayıp eşeysiz (eşi olmayan) olsalar bile bu ikilimden kurtulamazlar. Çift cinslik denilen şey de budur. Şaşırmamak gerekir. Fakat ikilimler hep farklı oluşmaya eğilimlidir. Evrensel zekâya (Geist) kanıt aranacak temel de bu ikilim eğiliminde aranabilir. İkilimin iki tarafı da ne iyi ne kötüdür, sadece farklıdır, farklı olmak zorundadır. İkilimler aynılaşırsa varoluş gerçekleşemez. Örneğin iki kadın veya iki erkekle toplumsal varlığın üreme sorunu çözümlenemez. Dolayısıyla “Niçin kadın veya erkek?” soru-sunun değeri yoktur veya bu soruya ille cevap aranacaksa, ‘evren böyle oluşmak durumundadır (zorunda, eğiliminde, aklında, arzusundadır) da ondan’ diye felsefi bir cevap verilebilir.”
Ama bu cinsiyet farklılaşması binlerce yıla dayalı olarak nefrete, mülkleştirmeye, yok etmeye, yabancılığa, sorunlu ve krizli hale getirilmiştir. Yani oluşan ilişki biçimi biyolojik olarak farklılaşmanın ürünü değil toplumsal olarak inşa edilmiş yabancılığın sonucudur. Önderlik bu ilişkinin eril ile dişil arasında gerçekleşmediğini, esasta toplumsal olarak oluşturulmuş kadınlık ve erkeklik arasında geliştiğini ve sorunun kaynağının da burada yattığını belirtir. İki cinsi aşan, kapsamı yaşamın tüm alanlarına yayılan evrensel bir soruna dönüşmüştür. Hatta yaşamın krizinin merkezinde mevcut olarak yaşanan eş yaşamın olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz, zira birbirini tüketen, sevgi, aşk adına öldüren, mülkleştiren, köleleştiren başka bir ilişki biçimi evrende yoktur. Bundandır ki bu ilişki biçimi çözüldükçe kadın ve erkek adına bir özgürleşmeden o zaman bahsedilebilir. Diğer türlü sahte, birbirini kandıran ve toplum ilişkilerini de şekillendiren kölelik ilişkisi olmaktan çıkamaz.
Eş yaşamın toplumsal olarak karşılığı karı-koca ilişkisine indirgenemez. Kadın erkek arasındaki duygusal, cinsel ilişki bunun bir boyutu olabilir fakat tümüyle böyle ifadelendirmek bizleri bir yanlışlığa götürür. Toplumsallık içinde kadın ve erkek ilişkilerinin tümünün eşitlik ilkesine kavuşması şarttır. Yani toplumsal yaşam bağlamında kadınlar ve erkekler özgürlüğe dayalı yaşamı gerçekleştirdikçe tekil eş yaşamlarda ancak bu ilişki bağlamında anlam kazanabilir. Diğer türlüsü güzel ve doğru bir ilişkiden ziyade geleneksel ilişki olmaktan kendini kurtaramaz.
Jineoloji
Kadın tarihi, kadının tüm anlamlarından boşaltılarak kendisine ait bilgisinin erkek akıl tarafından çalınmasının hikayesidir. Öyle ki kadının bin bir emekle ürettiği yaşam değerleri, buluşları çalındığı kadar kadın işleri denilerek küçümsenmiş, yok sayılmıştır. Yerine erkek tarafından mitoloji, din, felsefe ve bilim yoluyla cinsiyetçi değerlerle şekillenmiş bilgi yapısı ile kadın köleliği pekiştirilmiştir. Tüm negatif değerler kadın ile özdeşleştirilerek, güncel olarak yaşanan tecavüz kültürünün metasına dönüşmüştür. Jineoloji, bizlerden çalınanları geri alarak yeniden kendi değerlerimizle isimlendireceğimiz, anlam kazandıracağımız ve toplumla buluşturacağımız bir süreci ifade ediyor. Reber Apo’nun ilmek ilmek ördüğü özgürlük mücadelemizin tüm süreçlerinin toplamı olarak da tanımlayabiliriz.
Bilginin dünyayı şekillendiren önemli bir yapılanma olduğundan yola çıkarsak, cinsiyetçi öğelerle dolu sosyal bilimlerin amacını daha iyi kavramış oluruz. Zira cinsiyetçi bilim, kadına karşı konumlanmış bir ideolojidir. Bu anlamıyla jineoloji, kadınlar olarak kendi hakikatimize ulaşma yolunda ilerlerken kendisine ait olmayan tüm değerlerden boşanmayı ve xwebun olmayı gerekli kılar. Tarihimiz boyunca tüm direnmelerimize rağmen içselleştirdiğimiz geleneksel kimliklerimiz var. İşte bu yüzden bizlere karşı konumlanmış erkek ideolojisi olarak cinsiyetçi bilim karşısında kendi ideolojik argümanlarımızı sistemli bir çerçeveye kavuşturmak zorundayız. Kürdistan özgür kadın mücadelesi olarak en başta Reber Apo’nun ve kadın şehit yoldaşlarımızın emeği ile cins mücadelemizi kadın devrimi ile taçlandıracağımız bir dönemece getirdik. Yarattığımız birikimi bilimsel bir çerçeve kavuşturmak ideolojik direnişimizi büyütmek, sistemleştirmek cins mücadelemizin yeni bir aşamasıdır. Ordulaşan, partileşen ve kadını olduğu kadar erkeği dönüştürerek sosyal bir devrim yapma iddiamızı jineoloji ile bütünleştireceğiz. Bu anlamıyla jineoloji’nin başlangıç sorusu kadın varlığını doğru bir tanıma kavuşturmaktır. Aynı zamanda kadının da kendine dair bilmelerinin ne kadar kendine ait olduğunun bilincini oluşturmayı amaçlayan bir zihinsel devrimdir. Çünkü kadın köleliğinin kaynağı zihinsel olarak düşürülmesiyle başlar. Kadın ne zamanki kendine dair cinsiyetçi kalıplara göre düşünmeye başladı, işte o zaman kaybetti. Bu nedenle öz tarihine, kavrayışına, benliğine ilişkin ortaya çıkacak tüm hakikat, özgürlüğe atacağı adımları çoğaltacak. Cins mücadelemizin temelini Reber Apo zihinsel olarak erkekten kopmak olarak kuramlaştırdı. Kadının kendi varlığına ilişkin öz tanımlamaları, kopuşu, boşanmayı kendi öz bilgisi ile gerçekleştirmeyi önüne koyarken aynı zamanda erkeği de egemenliğinden boşanacağı özgür erkek kimliğinde buluşturacak radikal bir cins mücadelesini yaratacak bir çerçeve olacak. Deneyimlerimizi sosyal gerçekliğe akıtarak kendimizi özgürleştirdiğimiz oranda erkeği ve onun yarattığı normları değiştirmeyi hedefliyoruz. Bunun içinde erkeği kaba ret eden ve cins mücadelesini bununla sınırlandıran anlayışlarımıza karşın bilimsel çerçeveye kavuşturulmuş, yaşamın özünden akan bilgimizi cins mücadelesinin merkezine koymamız gerekiyor.
Şehit Zilan Akademisi
Devam edecek