Özel savaş kendini çok yönlü örgütlemiştir
Kürdistan’da daha sonra bir sistem olarak kendini kurumlaştıran özel savaş uygulamalarının öncelleri, o süreçte yaşanmaya başlamıştır. Yaşanan Kürt isyanlarının bastırılmasında da Kürt’e karşı Kürtler kullanılmıştır. Bedirxan Bey İsyanı’nın bastırılmasında, yeğeni Yezdan Şer’in kullanılması bu konuda yaşanan bir örnektir. O süreçte Osmanlı Devleti’nin Kürtlere karşı politikası bununla da sınırlı kalmamıştır. Sürgünler, katliamlar yaşanmıştır. Sultan Hamit döneminde onun adıyla anılan Kürtlerden, Hamidiye Alayları kurulmuştur. Oluşan bu alaylar, 1984’ten sonra oluşturulan ‘Korucular’ın temelini oluşturmuştur. Yine aynı dönemde Aşiret Mektepleri’nin kuruluşu söz konusudur. Bu mekteplerde Kürt aşiret reislerinin, ileri gelenlerinin çocukları devşirilip adeta rehin tutulurken, birer işbirlikçi gibi eğitilmişlerdir. Zaten daha sonra da İstanbul’da kurulan bu aşiret mekteplerinde eğitim görenlere bu temelde görevler verilmiştir.
Cumhuriyet’in kuruluş ve sonraki yıllarında da yine Kürdistan’da benzeri uygulamalara tanık olunmuştur. Bu, özellikle Koçgiri İsyanı’nın bastırılması esnasında çok açık bir hal almıştır. Koçgiri İsyanı’nın, başladığı coğrafyayla sınırlı kalmasında bunun rolü olmuştur. Koçgiri Kürtlerinin diğer alanlara geçişi, işbirlikçi Kürt aşiretleri tarafından engellenerek, teslimiyete zorlanmışlardır. İsyanın bastırılmasında teşvik edici açıklamalar ve vaatlerle birlikte, kullanılan güçlerin niteliği de sıradan askeri bir güç olma özelliğinin ötesindedir.
Koçgiri İsyanı’nın bastırılması göreviyle sorumlu kılınan Sakallı Nurettin Paşa ve Topal Osman, İttihat Terakki tarafından kurulan Teşkilat-ı Mahsusa’nın üyeleridirler. Bunların komutaları altında bulunan güçler de özel yetki ve donanımlı olan güçlerdir. Koçgiri İsyanı, bu tür bir niteliğe sahip olan güçler tarafından bastırılmıştır. Topal Osman’ın daha sonra Cumhuriyet’in ilanı sürecinde Rusya’dan dönen Türkiye Komünist Partisi yöneticilerinin Karadeniz’de boğdurularak katledilmesi başta olmak üzere birçok kirli ve karanlık işte yer alması, Koçgiri İsyanı’nın bastırılmasında kullanılan güçlerin niteliğinin anlaşılması açısından önemli bir veri sunmaktadır.
Cumhuriyet’in ilanından sonraki yıllarda da benzer politikaların Kürtlere karşı uygulanmasından vazgeçilmemiştir. Şex Sait İsyanı olarak bilinen Genç-Hani-Palu İsyanı’nın bastırılması esnasında Kürtler, mezhepsel farklılıkları da kışkırtılarak birbirine kırdırılmaya çalışılmıştır. İsyanın belirli bir alanla sınırlı kalarak, kuşatılması ve imhası için çevre bölgelere taşınması engellenmiştir. Bu, gerçekleştirilirken de yine çevrede bulunan Kürt aşiretlerinden yararlanılmaya çalışılmıştır. Gerçekleştirilen katliamlara dayanarak isyan bastırıldıktan sonra da “Takrir-i Sükun” yasaları temelinde oluşturulan ve olağanüstü yetkilerle donatılan İstiklal Mahkemeleri’nde yargılamalar yapılmıştır. Kurulan bu ayaküstü mahkemelerin aldığı kararlar doğrultusunda da başta Şex Sait olmak üzere, isyanın liderleri olarak kabul edilen şahsiyetler idam edilerek katledilmişler, halk da sürgünlere tabii tutulmuştur. İsyanlarda yapılan katliamların uluslararası alanda duyulmaması için, katliamların yaşandığı alanlar “yasak bölgeler” olarak ilan edilmiştir. Ağrı ve Dersim İsyanlarında da benzeri ortak politikalar devreye sokulmuştur.
1925’lerde başlayarak 1938’lere kadar yaşanan isyanların bastırılmasında başvurulan özel savaş yöntemleri, sonraki yıllarda yeni eklenen yöntemlerle devam etmiş, yeni imha ve tasfiye planları devreye konulmuştur. Beyaz sömürgecilik, asimilasyon ya da kültürel alanda uygulamaya konan soykırım gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Kürt kültürü ve dili yasaklanmıştır. Açılan Yatılı İlköğretim Bölge Okulları’nda Kürt çocukları Türkleştirilmeye başlanmıştır. Kürtlük hor görülüp, aşağılanırken; Kürtlerin de kendi kimliklerinden utanmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet sonrasının bürokratlarından olan Mahmut Esat Bozkurt’un dediği gibi, ‘Türkiye’de Türk olmayanların tek hakkı olan hizmetçilik”, Kürtlere kabul ettirilme sürecine sokulmuştur.
Aslında Kürdistan 12 Eylül öncesinde böyle bir ortama çekilmeye çalışılmıştır. Darbe öncesinde Kürdistan’da faşist ve yerli işbirlikçi güçler bu nedenle harekete geçirilmişlerdir. Bu güçler başta Maraş Katliamı olmak üzere provokasyonlar düzenlemişlerdir. Bu provokasyonların ardından da Kürdistan’ın tamamında sıkıyönetim ilan edilmiştir. İlan edilen bu sıkıyönetimin ardından Kürdistan, adeta yeniden işgal edilmeye başlanmıştır.
12 Eylül Darbesi ise, bu sıkıyönetim sürecinin tamamlayıcısı olmuştur. 12 Eylül’le birlikte yeniden işgal edilmeye başlayan Kürdistan topraklarında, halk bir zindan yaşamı içerisine çekilmiştir. Her şey yasaklanmış ve yaşam katlanılmaz bir hale getirilmiştir. İşkence, günlük olaylar haline gelmiştir. Amed Zindanı ise, Kürdistan’da uygulanan özel savaşın tam bir maketi olarak ele alınmıştır. O nedenledir ki, Kürdistan’da gerçekleştirilen özel savaşın boyutu, Amed Zindanı’nda yaşanan vahşetle birlikte ölçülmelidir.
Eruh, Şemdinli baskınlarından sonra kendini gözden geçiren Türk özel savaş rejimi, sahip olduğu bu mirasa dayanarak kendisi için de yeni bir süreç başlatmış ve ona uygun bir konumlanış içerisine girmiştir. Savaş nerede yapılıyorsa, oralılaştırılmalıdır. Kürdistan’da Olağanüstü Hal Bölge Valiliği ilan edilmiştir. Bunun ilan edilmesi, Kürdistan’ın, Türkiye’nin siyasal yapılanması içinde farklı bir bölge, alan, coğrafya olduğunun kabul edilmesi anlamına gelmiştir. Türkiye’nin siyasal devlet sınırları içerisinde farklı bir siyasal şekillenişin, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği biçiminde dile getirilmesi, bu gerçekliği ortaya koymuştur. Kürdistan, 1980’ler sonrası Türkiye’deki özel savaşın kendisini kurumlaştırmaya çalıştığı, buna karşı da bir direniş mücadelesinin geliştiği koşullarda özel bir bölge valiliğinin ilan edilmesi, Kürdistan’daki özel savaş rejiminin kurumlaşmasının en önemli adımlardan biri olmuştur.
Kürdistan’da gelişen gerilla mücadelesine karşı savaşın gelişimi, özel savaşın kedisini Kürdistanlılaştırması anlamına gelmektedir. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin ilan edilmesi bunun bir adımıdır. Bundan sonra koruculuk ilan edilir. Bu korucular, Kürtlerden seçilmiştir. Bu şekilde; Kürdü kürde kırdırma uygulaması, Kürdistan’daki özel savaşın ikinci ve önemli uygulaması olmaktadır.
Özel savaşın Kürdistan’da varlığını her yönüyle yürütmek için kendini kurumlaştırması, kendi hukukunu ya da hukuksuzluğunu yaratması ise Kürdistan’da yürütülen özel savaşın en önemli uygulamalarından bir başkasını -üçüncüsünü- oluşturmuştur.
Özel savaşın kendi hukukunu oluşturma sorunu yoktur. Toplumsal ve siyasal yaşamın her alanına nüfuz etmeyi kendi varlık nedeni olarak görmüştür. Bu anlamda, siyaset, eğitim, ordu, sivil örgütlenmelerde yer alarak sonuç almak istemiştir. O nedenle kirli işlerini dokunulmazlık örtüsü altında ve kendine hak görerek hareket etmiştir. İç siyaseti, diplomasiyi ve uluslararası ilişkilerini de buna göre biçimlendirmiştir. Anayasa ve kanunları da buna göre kendi siyasal amaçlarına uygun olarak düzenleyerek biçimlendirmiş, böylece “iktidarını meşrulaştırma” yoluna gitmiştir.
Türk özel savaş yapılanmasında hukuk olgusuna hep bu şekilde yer verilmiştir. Özelikle cumhuriyet sürecinde bu son derece iyi kullanılmış, yasama ve yürütme süreçleri özel savaş hukukunun ruhuna göre düzenlenmiştir. Bu anlamda İstiklal Mahkemeleri, özel savaş hukukuna tipik bir örnek teşkil etmiştir. Bu mahkemelerin kuruluş amacı, hedefleri ve içeriği bütünen bu özel savaş mantığıyla ilgilidir. Neredeyse bu tip mahkemelerin kuruluşu bir güne sığdırılmıştır. Amaç ise muhaliflerin kalkışmalarını, kurulu düzene itirazlarını bastırmaktır. Bastırılırken de alelacele oluşturulan “hukuka” göre bir süreç esas alınmıştır. Buna karşı gelebilecek itiraz ve eleştirileri bertaraf etmek için de karşı çıkanın varlığını ve varsa eylemini olabildiğince toplumsal ve siyasal içerikten yoksun hale getirmeye çalışmıştır. Bunun için var olan tüm kuvvetini kullanmıştır. Bunu yaparken de kendince “olağanüstü” bir süreç yaratmıştır.
Türk özel savaş tarihinde İstiklal Mahkemeleri, bu oluşturulan hukuksuzluğun en temel ayaklarından birini oluşturmuştur. Olağanüstü yöntemlerle donatılmış bu mahkemelerin yapılanma süreçleri tümüyle siyasaldır. Amacı, Kürdistan’da gerçekleşen isyanları bastırmak, isyana katılım gösteren ve potansiyeli taşıyanları mahkûm etmektir. Bu mahkemelerin işleyiş ve yapılanma yöntemlerinin normal bir hukukla hiçbir alakası yoktur. Bu şekilde, amaç muhalifleri yok etme olunca, her yargılaması da darağacı ile sonuçlanmıştır. Yargılama, linç kültürünü aratmayacak tarzdadır. Şêx Sait ve Seyit Rıza’yı yargılayan bu mahkemeler, cezai uygulamalarını meydanlarda gerçekleştirmişlerdir. Seyit Rıza’nın Elazığ Buğday Meydanı, Şêx Sait’in Amed’in Ulu Cami Meydanı’nda asılmaları bu linç kültürünün tipik bir örneğini temsil etmiştir.
İstiklal Mahkemeleri’nde yapılan sözde yargılamaların amacı, sadece muhalifleri yargılamak da değildir. Yargıladıklarının şahsında topluma korku salmak da bu mahkemelerin diğer bir amacı olmuştur. Özel savaşın hukuksuzluğu, tam da bu noktada kendini gözler önüne sermiştir. Bu mahkemelerin sadece isimleri mahkemedir, amaç ve kuruluş gerekçeleri, yargılama yöntemleri çete hukukuyla aynıdır. Özel savaşta iktidar imha harekâtlarını geliştirirken, hemen akabinde özel “hukukla” donatılmış mahkemeler kurdurmuştur. Türk özel savaş tarihinde 12 Mart ve 12 Eylül faşist askeri darbeleri de bu anlamda özel savaş “hukuku” alanında çarpıcı örnekler sunmuştur. Bu mahkemelerde düzmece belgelere dayanarak idam kararları çıkarılmış, yasal olarak idamı mümkün olmayan kişileri idama gönderilmişlerdir. Daha sonra kurulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri, aynı muhtevaya sahip mahkemeler olarak tarihe geçmişlerdir. Özel savaş, kendine cepheden karşıt olan söz konusu bu güçleri bertaraf etmek amacıyla DGM’leri olağanüstü yetkilerle donatarak süreci işletmiştir. Bu mahkemelerde gerçekleşen yargılamalarda gerçekten hukuk değil, özel savaşın siyasal amaçlarına uygun yargılama yöntemleri esas alınmıştır. DGM’ler, Türkiye siyasi tarihinde darbe ve ara darbe süreçlerinin hukuk ayağı olarak rolünü oynamışlardır. Verdikleri kararlarda, Engizisyon Mahkemeleri’nin zihniyeti belirleyici olmuştur. Bu mahkemelerin kuruluşu, özel savaş hukukunun konseptinin bir gereği ve sonucu olarak gerçekleşmiştir. Buralarda milyonlarca insan adaletsiz ve haksız bir biçimde ağır cezalara çarptırılırken, binlerce insanın işkenceyle katledilmesi de aklanarak onay görmüştür.
Tüm bu belirtilenlerle birlikte, Kürdistan’da gelişen mücadeleyi ve dirilişi bastırma amacıyla alınmış tedbirler vardır. Özel savaş kapsamında değerlendirilebilecek bu tedbirlerin başında geleni, itirafçılık yasası olmuştur. Kürdistan’da özel savaş dendiği zaman, anlamamız gereken noktalardan biri de geliştirilen bu itirafçılık yasasıdır. Yine Devlet Güvenlik Mahkemesi’dir. Bununla beraber halkı yoksullaştırma, yoksullaştırılan halkı düşürme etkili yöntemlerden biri olarak kullanılmıştır. Bugün bile mikro kredi uygulamaları, bedava ev eşyaları, yakacak ve yiyecek dağıtımlarına temel oluşturan Yeşil Kart uygulamaları, Fakir Fukara Fonu’nun çıkarılması bunun bir sonucu olarak geliştirilmiştir. Bu, son derece ve bilinçli olarak geliştirilen ve özel savaşın sosyal alana taşırılmasını hedefleyen bir yaklaşım olarak yaşam içerisinde yerini bulmuştur. Bunun içindir ki Türk özel savaşı, genel siyasetini topluma indirgerken, kendince uygulanabilir konseptler de hazırlamıştır. Askeri konseptlerin yanı sıra ekonomik, sosyal, kültürel ve eğitsel planlarını devreye sokmuşlardır. Muhalifleri, tehlike ve potansiyel tehlike gördükleri kesimleri etkisiz kılmak, direkt ya da dolaylı kendine bağlamak için birçok yol ve yönteme de başvurmuşlardır. İşbirlikçiliği derinleştirme bu yöntemlerden biri olurken; teşvik primlerinin verilmesi, vergi indirimlerinin veya vergiden muaf kılmaların gündeme getirilmesi ile küçük bir azınlığı palazlandırma vb. yöntemler bu temelde uygulamaya konulmuştur. Sosyal planda ise çeşitli sivil görünümlü kurum ve kuruluşlar ile de hedef kitleye ulaşmaya çalışmışlardır. Adına sosyal kuruluşlar dedikleri bu kurumlarla; sözde yardım, eğitim, mesleki eğitim, burs, psikolojik danışmanlık vb. sağlanarak, toplumla ilişki kurma arayışları içerisine girmişlerdir. Bu ilişki yöntemiyle de bireyleri, toplulukları kendine bağlamaya çalışmışlardır. “Hizmet”, “yardım” vb. adlarla yürütülen bu tür faaliyetler cazibeli kılınmaya ve en önemlisi masum gösterilmeye çalışılmıştır. Toplumda “devlet baba böyle hizmet aşkıyla doludur” vb. gibisinden bir algı ve imaj yaratmak istenmiştir. AKP’nin son yıllarda Kürdistan’daki örgütlenmesinde, bu tür yöntemleri yaygınca kullanmasına tanık olunmuştur. Deniz Feneri vb. kurumlar eliyle yürüttüğü faaliyetler, bu konuda en somut örnekler arasında yer almaktadır. Yine Türk Amerikan iş birliğiyle kurulan ve merkezi Mersin’de bulunan ÇATOM (Çok Amaçlı Toplum Merkezi) kuruluşu söz konusudur. ÇATOM, tam bir özel savaş politikasının ürünüdür. Bu özel savaş kuruluşu, savaşın en yoğun olduğu dönemde kurulmuş ve süreç içerisinde kendini Kürdistan’a taşırarak kurumlaşmıştır. Özellikle Mersin, Amed, Şırnak illerinde 1996’dan beri de faaliyet göstermektedir. Amaç savaş kitlesi dediğimiz özgürlük savaşından etkilenen ya da içinde yer alan ama şehirlere göç etmek durumunda kalan toplulukların sorunlarıyla ‘ilgili’ görünerek, onların devlete karşı tepkilerini nötralize ederek, saflarına çekmektir. Bunun için okuma-yazma kursları, dil kursları, mesleki kurslar, rehberlik ve danışmanlık üniteleri kurarak, yoksul halk kesimlerini bu çalışmalar üzerinden kontrol etmek istemektedir. Mersin, Amed ve Şırnak’ta bulunan en yoksul halk kesimleri bu kuruluşun temel çalışma sahası haline getirilerek, devletin safına geçirilmek istenilmektedir.
Kürdistan’da sömürgeci uygulamaları teşvik etme ve özel savaşı derinleştirme açısından içerisine girilen başka yönelimler vardır. Bu çerçevede Kürdistan’da görev yapan memurların maaşı iki katına çıkarılmıştır. GAP bu amaca hizmet temelinde oluşturulmuş bir projedir. O zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın deyimiyle “Beş yüz bin Kürt Kayseri’nin batısına göçertildiğinde, bu sorun çözülür” mantığıyla harekete geçilmiş, bunun için de bir yanda sürgünler dayatılırken, diğer yandan da göçü özendirici teşvik primleri dağıtılarak Kürdistan insansızlaştırılmaya çalışılmıştır. Bunlarla birlikte 1970’li yıllarda CHP Genel Başkanı olan Bülent Ecevit’in “köy-kent projesini” andıran, “stratejik köyler” uygulamasını devreye koymuşlardır. Bunun için de köylülerin, zorla köylerini terk etmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. O süreçten itibaren üç binden fazla köy boşaltılmış, sayısı milyonlara varan Kürt yerinden-yurdundan göçertilmiştir. Bu kapsam dahilinde kadına ve gençlere yönelik olarak özel politikalar da geliştirilmiştir. Gençler, politikadan uzak hale getirilmeye çalışılmıştır. Bunu sağlamak için de Üç S (seks, sanat, spor) ya da Üç F (fuhuş, fiesta, futbol) gençliğin önüne tek yaşam seçeneği olarak konulmaya başlanmıştır. Gençlere adeta “politikayla uğraşma da ne ile uğraşırsan uğraş!” denilmiştir. Kadını ulusal uyanışın öncüsünü rolünden uzak tutmak açısından asimilasyonun merkezine almış, sosyal yaşama katma adı altında Kürt kadınını sisteme çekmeyi amaçlamıştır. Zaten isyanlardan sonra da Kürt çocuklarının devşirme yöntemiyle ailelerinden kopartılarak Türk kültürüyle büyütülmesi bir politika olarak şekillenirken aynı politika devam etmiştir. Kürdistan’da özellikle orta yaşı hedefleyen annelere okuma yazma öğretme kursları, Kürdistan’da devlet eliyle yoğunlaştırılan dikiş-nakış kursları vb. uygulamalar sistemin Kürt kadınına ulaşma ve onu kazanma çabası olmuştur. Kürdistan’da bazı yerlerde İslami öğeler öne çıkarılıp kadın buna mahkum edilirken, önemli yurtsever il ve ilçelerde modernist yaşam biçimi yoğunlaştırılmaya çalışılmış, asimilasyon yurtseverliği geriletmenin en temel aracı olarak öne çıkarılmıştır. Tüm bunlar, gelişen mücadelemiz karşısında Kürt halkına karşı geliştirilen birer özel savaş taktikleri olmaktadır.
Bunlarla birlikte özel savaş, askeri olarak da bazı düzenlenişler içerisine girmeyi kendisi açısından bir zorunluluk olarak görmüştür. Bu süreçle birlikte “balığı yakalamak için denizi kurutma” mantığından vazgeçmemiştir. O nedenle gerillayı etkisiz kılmak için, halka yönelik baskılar hızından bir şey kaybetmeden sürdürülürken, Çevik Güç, JİTEM; ordu içerisinde A Takımı, B Takımı diye adlandırılan özel harekât birlikleri -kontrgerilla güçleri- oluşturulmaya başlanmıştır. O zamana kadar Kürdistan’da komando gücüne dayalı olarak geliştirdiği operasyonların, saldırıların sonuç alamadığı bir ortamda, bu şekilde gerillaya karşı askeri anlamda yeni yöntemler belirleme ve yeni araçlar kullanma ihtiyacını duymuştur. Bunlar, 1984 sonrası süreçte mücadelemize karşı geliştirilen özel savaşın pratik yönelimleri olmuştur.
Mücadelenin kitleselleşmesi karşısında 1990’lı yıllarla birlikte özel savaş uygulamaları tüm ayrıntıları ile halka karşı kullanılır bir hal almıştır. Halk hareketlerine karşı Dargeçit’te, Cizre’de, Nusaybin’de, Şırnak’ta vb. yerlerde kitle katliamları yaşanmaya başlamıştır. Halkın, kutsal olarak kabul ettiği dini inançları istismar edilmiştir. Bu temelde, bugün Ergenekon ve JİTEM ile ilgili açılan mahkemelerde okunan iddianamelerde ve yürütülen soruşturmalarda açığa çıktığı gibi, kendini İslami kavramlarla adlandıran, özünde ise bir kontra örgütlenmesi olan Hizb-i Kontra devreye konulmuştur. Bu cinayet şebekesi tarafından, binlerce yurtsever katledilmiştir. Şehirlerde Kürt muhalefeti geliştikçe bunlar ve JİTEM tarafından Kürtler içinde bilinen insanlar, birbiri ardı sıra tutuklanmaya, kaçırılmaya, işkenceyle katledilmeye başlanmıştır. Kürtlere karşı Türkiye metropollerinde gerçekleştirilen saldırılara kontrgerilla ile ilişkisi açığa çıkmış tescilli faşistler de ortak edilmişlerdir. ABD tarafından özel olarak yetiştirilen, özel savaş elemanı olan zamanın başbakanı Tansu Çiller’in cebinde ismi olan kişiler, birbirinin ardı sıra bu cinayet şebekeleri tarafından katledilmişlerdir.
Oluşturulan konsept temelinde Kürdistan’da sosyal-ekonomik-entellektüel alanlarda gelişimi darbelemeyi hedefleyen bir sistemli saldırı politikası oluşturulmuş, ölmek için Kürt olmanın yettiği standartlarda hedef listeleri oluşturulmuştur. Böylesi kanlı bir süreçte Behçet Cantürk, Medet Serhat, Savaş Buldan vb. İş adamları dahil olmak üzere toplumca bilinen, tanınan ve değişik alanlarda ağırlığı olan insanlar katledilmişlerdir. Örneğin; Musa Anter, Cengiz Altun, Kemal Kılıç, Ferhat Tepe, Hafız Akdemir vb. daha birçok gazeteci, demokrat, yurtsever kaçırılarak katledilmiştir.
Öyle bir süreçte birbirinin ardı sıra insanlar kaçırılmaya, aslında faili belli olan cinayetler işlenmeye başlanmıştır. Türkiye’de, Kürdistan’da daha önce insanlar kaybedilmeye başlanmıştı, ama 1990’dan sonra Kürdistan’da insan hakları kuruluşları tarafından resmi olarak da açıklandığı gibi on yedi bin (17.000) insan kaçırılarak kaybedilmiştir. Bunların birçoğunun akıbeti, cesetlerinin nerede olduğu hala bilinmemektedir. 1994 yılıyla birlikte Tansu Çiller-Doğan Güreş ikilisinin çete örgütlülüğü temelinde Kürdistan dağlarına yoğun operasyonlar yapılmış, on binlerce köy yakılarak halk göç ettirilmiş, bu temelde hem savaşı dağa sıkıştırma hem de toprağından koparılan halkı eritme ve teslim alma planı dahilinde hareket edilmiştir. Kürdistan yangın yerine dönüştürülürken özel savaş bugün de olduğu gibi göçertme politikasını en temel savaş biçimi olarak geliştirmiştir. Milyonlarca Kürdün Türkiye metropollerine göçü halkın sindirilmesi ve eritilmesi politikasının bir gereği olarak geliştirilmiştir. Sertlik politikalarının yanı sıra asimilasyon, modernist yaşamın hakimiyetini sağlama politikası da devrededir. Özel savaş kendini çok yönlü örgütlemiştir.
Yine bu süreçte kitle operasyonları ve tutuklanmaları yoğun bir hal almıştır. Daha önce de Kürdistan’da kitle tutuklamaları oluyordu, ama bu sefer tutuklamalar Türkiye metropollerine de çok yaygın bir şekilde taşırılmıştır. Yüzlerce, binlerce insan tutuklanmıştır. Genç, yaşlı, işçi, memur, esnaf, din adamı, kadın, erkek yani hem mesleki hem de toplumsal açıdan tüm kesimleri içine alan çok yaygın tutuklamalar yapılarak, insanlar zindanlara alınmış ve işkencelerden geçirilmiştir.
Ş. Zeynep Kınacı Özgür Kadın Akademisi
Ş. Medya Mawa Devresi