Toplumsallığı keşfeden ve tüm zorlukları göğüsleyerek bunda ısrar eden kadınların yarattığı anlamlaşma düzeyiyle insan olmaya doğru adım atılan yeryüzü parçası Ortadoğu bölgesi, özelde de Verimli Hilal olarak adlandırılan Kürdistan coğrafyası bu ana soylu kültürün başladığı kökleştiği mekan…
Anacıl topluma, anacıl geniş aileye karşı geliştirilen saldırılarla yaratılan karşı devrimin yarattığı kadın sorunu, yani aslında toplum sorunu veya insanlık sorunu nerede ve nasıl baş gösterdi? Tümüyle sorunsuz olarak adlandıramayacağımız doğal toplum ve onun zirvesel ifadesi olarak neolitik dönemdeki toplum yaşamı konusunda eldeki sınırlı verileri hakikate ulaşma temelinde inceleyen Önder APO, sorunun doğru tespit ve analizi ile çözüm yaklaşımını son olarak paradigmasal olarak ortaya koymuştur.
Önder APO hiyerarşi, iktidar ve devlet oluşumlarının ailesiz ve hanedansız olamayacaklarını belirtmektedir. Aile; çoğunlukla anne, baba ve çocuklardan oluşan toplumun en küçük birimi diye tanımlanmaktadır. Sosyolojik anlamda; primatlardan kopuş sürecinden insanlaşmaya doğru kat edilen aşamalar itibariyle tarihten günümüze doğru geldikçe “aile”de yaşanan daha doğru ifadeyle yaşatılan değişimin ahlaki ve politik toplum karşıtlığı karakteri göze çarpmaktadır. Günümüze doğru özelde de M.Ö 5000’lerden başlayarak ifade ettiği anlam ile önceki süreçlerde yaşanan gerçeklik arasında uçurumlar olduğunu öncelikle söylemeliyiz. Anacıl toplumun, anaerkil yaşam ve ilişki düzeninin ailesi ile uygarlıkçı ve devletçi düzenin ailesi arasındaki farkı görmeksizin doğru tahlillerde bulunmamız çok zorlaşacaktır.
Kadının başat olduğu yaşam kültürünün yol açtığı verim ilk olarak 1920’de Gordon Childe tarafından devrim olarak adlandırılıyor. İnsanlık tarihinin % 98’lik döneminde kadının yaşanan sorunlara çözüm gücü olarak başat rol oynadığı, ilke ve yasalarla insana karakter kazandırdığı tarihi bulgularla da gün yüzüne çıkmaktadır. İlklerin mekanı ve zamanı olarak yaşanan bu dönemde kadınlar kendi zamanının cennetini hangi güçle, hangi zihniyetle, hangi ahlaki yaklaşım ve tutumla, hangi zekayla sağladılar? Günümüze doğru geldikçe artık inkar edilemeyen, üstü örtülemeyen bir gerçeklik olması itibariyle kadının bu rolü neden ve nasıl üstlendiği de jineolojik bakış açısı ve yaklaşımla tarihsel, sosyolojik, antropolojik vd. ilgili bilimlerin incelemesi, derinliğine aydınlatması gereken konulardır. Elbette tarihi kalıntılardan hareketle geçmişte bu yönlü kimi yorumlar geliştirilmiştir. Ancak yorumların resmi ideolojilerin, pozitivizmin, Avrupa merkezli sosyolojinin ve liberalizmin makaslarından, eleklerinden geçtiğini unutmamalıyız. Yani bugün artık bu yorumların gerçeği ifade etmekten ziyade örtülemek amacıyla geliştirildiği açığa çıkmıştır. Tarihe böylesi erkek egemen iktidarı normalleştirerek kalıcılaştırma amacıyla bakılması, bu yönlü yorumların içerik ve hedeflerini de belirlemiştir. Toplumların inandırılmadan yönetilemeyeceği gerçeğinden de hareketle toplumu toplum yapan tüm değerlerin tarihten günümüze suiistimali, iktidarlar lehine tüketilmesi ve çarpıtılması olayıyla yaşamın her alanında karşılaşıyoruz. Tarihin gizlenmiş, üzeri örtülmüş, çarpıtılmış yüzünde yaşam bulan değerler bugün için o kadar geride kalmış, unutulmaya mahkummuş gibi anlamsızlaştırılmış, gereksizleştirilmiştir ki bu olmazsa olmaz insani değerlere en büyük saldırı da belki de bu tarzda geliştirilenidir. İktidarlı ilişki biçimi (kadın-erkek, kadın-kadın, erkek-erkek, ebeveyn-çocuk, yöneten-yönetilen, vb.) bugün artık olmazsa olmaz, insan doğasında varlık bulan ve aşılamayacak ezel-ebed bir gerçeklik gibi zihinlere kazılmaktadır. Bu böyleyken iktidarın değil, dayanışma ve paylaşımın, farklılıkları zenginlik olarak yaşayan birliğin, eşitsizlerin eşitliğinin yaşandığı bir dönemi hayal etmek bile günümüz bakış açısıyla zor gelmektedir. Çünkü hakikatler ya yok sayılarak ya da bin bir örtüyle gizlenip çarpıtılarak insanlığın aleyhine geliştirilen düzenler kader ve zorunluluk olarak benimsetilmiş özümsetilmiştir.
Günümüzden binlerce yıl geriye bakmakta zorluk çeksek de artık biliyoruz ki; büyük zorlanma, çelişki ve krizlerin aşılması arayışının bir sonucu olarak insan dediğimiz en gelişkin canlı, hayvanlar gibi davranmaktan, ilişkilenmekten, sorunları hayvanlar gibi karşılamaktan vazgeçip yeni bir ilişki ve yaklaşım geliştirmeye yönelmiş, böylece toplumsallığımız şekillenmeye başlamıştır. Yaşamla, doğayla ve çevresindeki tüm canlılarla ilişki ve bağının bir sonucu olarak kadın, erkeğe oranla daha yoğun ve nitelik farkı olan yaşam enerjisiyle toplumsallığa yön vermiştir. Güdülere dayalı beslenme, üreme ve koruma yaklaşımı hayvanlarda vardır. Güdüleri nasıl emrediyorsa öyle hareket eder, toplumsal bir refleks, yaklaşım ortaya koymazlar. İçgüdüsel yaklaşım ve davranışların kaybettirici yanını gördükçe, insanların beslenme, üreme ve korunma sorunlarını belli kurallar ve yaklaşımlar dâhilinde düzenleyen ana kadının geliştirdiği ölçüler kültürel yapılanmayı belirlemiş; insan dediğimiz tespit edilebilen en gelişkin canlı bu temelde bir zihin ve bilinç kazanmıştır.
Doğal toplumda ana kadın etrafında yapılanma
Diğer yandan doğal toplumdaki ana soylu ve geniş aile olarak tanımlayabileceğimiz yaşam düzeninde ve örgütlenme yapısında; karşılıklı bağımlılık ve birbirini tamamlama, dayanışma ve paylaşıma dayalı, her bireyin haklar ve imkanlar bakımından ayrım gözetilmeden yararlandığı bir sistem ve bunun cennet misali yaşamı söz konusu olmuştur. İşte bu değerlerle büyüyen bu toplumsallıkta şekillenen insan; önemi ve anlamı büyük zihinsel ürünler açığa çıkarmıştır. Yine ana-kadın etrafındaki kültürel yapılanmanın bir sonucu olarak; düşünce, toplumsal ilişki ve üretim biçimi, inanç ve din, toplumsal düzen, bilim ve felsefe gibi alanlarda binlerce yıl geçmesine rağmen hala geçerli olan tarımın temel yasaları, sanatın-müziğin, mimarinin başlangıç adımları bu dönemde atılmıştır. Bu ilklerin şiddeti ve sömürüyü tanımayan eşitlikçi-özgürlükçü karakteri toplumsal değerleri de belirlemiştir. Arkeolojik kazı ve araştırmalarla giderek açığa çıkan bu keşif ve yaratımlar, günümüzde hala hayranlık uyandıran gelişmelere yol açmıştır.
Kadın merkezli yaşam ve ilişki düzeninde doğal otorite olarak kadın tüm toplumun anasıdır, kendisi ya da dar çevresi için değil tüm toplum için yaratmakta, üretmekte, yaşamın geliştirilmesinde öncülük etmektedir. Zihniyet yapısı toplumsal yarar temelinde şekillenmekte, sosyal dokuda cinsiyetçi ayrım tanınmamaktadır, işler gönüllülüğe dayalı olarak ortak kararla ve birlikte çalışmayla yürütülmektedir. Anacıl komünal yaşam sisteminde ekonominin ihtiyaçlara cevap olma temelinde kolektif tarzda örgütlendirilmesinin sonucu olarak, giderek ihtiyaç fazlası açığa çıkmaktadır. Üretim bolluğu ardından armağan sunumu yapılmakta zamanla bir bölümü kıtlık durumları için tüm toplumun değeri olarak mabetlerde korunmaktadır. Bu yönüyle de klan içi ilişkiler, toplumsal yaşamın devamlılığı için doğadan yararlanma, dağıtma, paylaştırma ve ihtiyaçların karşılanması anacıl toplumda farklı iken, uygarlık sürecine geçildiğinde farklıdır.
Ataerkil aile yapılanmasına geçiş
Uygarlığı doğuran etken olarak da istismarcı zorba erkek ittifakı sisteme ruh ve enerji veren, emeğiyle yaratan kadını hedeflemiş, yalan, sahtekarlık ve suiistimalle ana soylu aileyi ele geçirip mülkleştirerek toplumun elinden manevi ve maddi yaratımları, değerleri ve ürünleri giderek zoru da kullanarak çalmaya başlamıştır. Teslim alınarak sömürülmek istenen toplumda ilk hedef kesim kadınlardır. Çünkü iktidar odakları iradesi kırılmamış, düşürülmemiş kadınların toplumu yeniden inşa edebileceğini iyi bilmektedirler. Devlet kurnaz, zorba ve istismarcı erkek işi olarak, rahibin mitolojik anlatımlarından başlayarak felsefe, din ve bilim metotlarında öncelikli çarpıtma ve perdeleme kadın gerçekliği üzerinde geliştirilmiş, kadının toplumdan dıştalanmasını hedeflemiş, kadın olmak her türlü kötülüğün nedeni, kadınlık manevi işkence, lanetli gerçeklik olarak kabul ettirilmeye çalışılmış iktidar malzemesi olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Ataerkil düzenin iktidarcı ilişkilerinin hakim olduğu düzende yeni soy sistemi yeni üretim ve tüketim sistemi demektir. Kadın üzerindeki hâkimiyetle başlayan kölelik tarihi ve mülkleşme durumu ikinci aşama olarak klan üzerindeki hiyerarşi olarak karşımıza çıkmakta, adım adım tüm toplum sömürüye açılmaktadır. Ortak geçim kaynağı olan toprak ve hayvanlar önce tüm toplumunken, giderek bunlar üzerinde ilk üst toplum, egemen sınıf dediğimiz rahip, siyasetçi ve askerlerin özel geçim araçları ve üretimin bir kısmının bu kesime verilmesi kuralları geliştirilmiştir. Armağan kültürünün yerini değişim kültürü almış, toplumsal değerleri gasp etme, birikimin kutsanması geleneği başlatılmıştır. Büyük ideolojik çabalarla yürütülen manevi ve düşünsel saldırganlığa giderek talan ve ele geçirme savaşları eklenmiştir. Artık toplumsal bütünlüğe hükmeden-hükmedilen, yaratan-yaratılan ilişkileri dayatılır. Doğal toplumun yaratıcı gücüne dönük böylesi bir amansız saldırı, ahlak kurallarının bu şekilde hiçe sayılmasıyla savaşlar, talanlar, aç gözlülük alabildiğine gelişmeye başlamıştır. Bu kültürel değişim sürecinin yani ana kadının başat olduğu yaşam ve ilişkiler ağı, kültürel şekillenme yerine ataerkil iktidarcı düzenin kolaylıkla geçmediği tarihçiler tarafından da tespit edilmektedir. Anacıl sistemi ele geçirme, kadın otoritesi yerine erkek hiyerarşisi ve sınıf ayrıcalığını hakim kılma çabaları karşısında binlerce yıla yayılan görkemli direnişlerin geniş ittifaklarla geliştiği ve tarihin hiçbir döneminde böylesine uzun süreli ittifakların yaşanmadığı 1500-2000 yıl sürdüğü yorumlanmaktadır.
Tarihte yaşanan bu değişimin günümüzde yaşanan sorunların kökünü ifade etmesi nedeniyle önemi büyüktür. İktidar güçleri kadından başlayarak, toplumu, doğayı köleleştirmiş ve zihinleri çarpıtarak ilişki düzenlerini bozmuştur. Artık hiyerarşik ilişki temel ilişki biçimidir. Kadınla başlatılan kölelik tarihinde, ilişkiler anlamında ailecilik ve hanedan kültürü hakim olmaya başlamış. Toplumun tümüne ait olan maddi değerler, mülk-ticaret malı haline gelerek tekelleşmeye doğru gitmiş. İnsanlığın yüz yüze olduğu eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ve özgürlüksüzlerin temelini oluşturmuştur. Doğal toplumun hem manevi hem de maddi değerlerine göz koyma, istismar etme, yalan ve sahtekarlığın yetmediği yerde de zora başvurularak baba soylu karakterde geliştirilen aile; bugüne kadar yetkinleştirilip kalıcılaştırılarak iktidar sistemlerinin dayanağı, kendini üretme ocağı olarak son 5000 yıldır kurum olarak süregelmektedir. Toplumsallık enerjisinin parçalandığı yuvalar olarak yaşatılmaya çalışılmaktadır. İktidarcı devletçi uygarlıkla şekillenen ve kalıcılaşan aile; iktidarın kendini örgütleme birimi, kadın için düşüncede körelmenin yaşamla bağların en alt sınırlara çekildiği bir zemin, iktidar düzenlerinin korunmasında en işlevli kurum, erkeğin küçük devleti, mülkiyet ilişkilerinin kök hücresi ve erkek egemen anlayışın tüm geri özelliklerinin yeniden üretildiği çekirdek olarak inşa edilmiştir, edilmektedir.
Bu ailede erkek; baba, reis, hiyerarşi ve otorite merkezi olarak her şeyin sahibi kılınmış, kadın ve çocuklar mülkleştirilmiştir. Erkek egemenlikçi zihniyet, kadının cinsiyet farkını sorunsallaştırmıştır. Toplumun maddi değerleri ayrıcalıklı sınıf için biriktirilir, kullanılır ve satılır olmuştur. Toplumsal işler, önce zorunlulukların istismarı üzerinden ardından da zora dayalı olarak sömürü çarkının işlemesi temelinde yürütülmeye başlamıştır. Hangi sınıftan ve kültürden olursa olsun aile içinde her erkek bir iktidar odağı haline getirilmiş, ezilen sınıftan bile olsa egemen olarak kadın ve çocuklar üzerinde iktidar yapılmak istenmiştir. Böylece üstten alta doğru çarkın dişlileri dönmeye başlamıştır. Nasıl ki kadınla erkek arasında özgürlük ilkeleri geçerli olduğunda, bu bütün topluma dalga dalga yayılıyorsa, bu ilişki eşitsizlik, adaletsizlik üzerine, birinin özneliği diğerinin nesnelliği üzerine kurulduğunda da toplumdaki bütün ilişkiler buna göre şekil almaktadır. Önder APO evlilikler için “En kapsamlı kölelikler evlilikle kurulur ve ailede kökleşerek sürer. (…) Evliliği, uygarlığın damgası altında geliştirilmiş, erkek egemenliğinin ve toplumsal cinsiyetçiliğin meşrulaştırıldığı bir kurum olarak tanımlamak mümkündür.” demektedir. Bu ilişkilerin kurumlaştırılarak kalıcılaşması; aileciliğin giderek hanedanlık kültürünün oturtulmasıyla gelişmiştir.
Feodalizmle meşrulaşan kadınlık kimliği
Uygarlıkla iktidarcı devletçi yapının aile geleneği olarak hanedanlık kültürü yayıldıkça güç ve yaşam garantisi olarak geliştirilen çok evlilik ve çok çocukluluk toplumda hakim yaşam tarzı olarak gelişmiş, aile reisi her erkek buna yönelmeyi marifet bilmiştir. Üst sınıflarda hanedanlık resmi ideoloji olarak gelişirken giderek toplumun geri kalanında da ailecilik ideolojik bir karakter kazanmaktadır. Olgunlaşmış kölelik (feodal dönem) çağında hakim kültür olarak gelişen dinler de çıkış özlerinden uzaklaşıp iktidarla bütünleştikçe, Önder APO’nun “kadın için ikinci cinsel kırılma” diye tanımladığı dayatmayla toplumsal sorunlara çözüm olmak bir yana daha da derinleşmesine yol açılmıştır. Feodal dönem boyunca da kadına tecavüzün kültür haline getirilerek namus adı altında meşrulaştırıldığını, kadınların aşağılandığını, değersizleştirildiğini, “toplum ahlakı” adına katledilmesinin sıradanlaştırıldığını, çocukların bu sistemin kurbanı olarak yetiştirildiğini tüm bunların sonucu olarak toplumda eşitsizliğin, adaletsizliğin hakim olduğunu görebilmek mümkündür. Devletin toplum üzerindeki iktidarından verilen payla erkeğe aile içinde iktidar alanı sağlanması Önderliğimizin olgunlaşmış kölelik olarak adlandırdığı feodal dönemde de kökleşmekte aile olgusu giderek fetişleştirilmektedir. Ailesi olmayan başıbozuk, tehlike potansiyeli ya da hastalıklı olarak adlandırılmakta, genç kadın ve erkekler bunun için yetiştirilip hazırlanmaktadır. Kanıksatma ve içselleştirmeye dönük strateji ve uygulamaların ilk kurbanı olarak karşımıza çıkan kadın bu yönüyle karşıt sistemlerin temel dayanaklarından biri haline getirilmiş, toplum böylelikle inandırılarak yönetilebilir duruma getirilmiştir. Aile gerçeği böylelikle günümüze kadar; kadının hapsedildiği, düşünsel ve manevi enerjisinin, sınırsız emeğinin köreltilip tüketildiği bir gerçeklik olarak yaşatılmaktadır. Yine devletin sömürme temelinde karşısına aldığı toplum aile ile sürekli üretilmekte, bu kurumla kölelik yayılmaktadır.
Elbette mevcut tablonun sömürgecilikle ve saptırılmış, çarpıtılmış toplumsal yapıyla ilişkisi vardır. En eski sınıf olarak kadın, çok kapsamlı ince yöntemlerle ve bundan sonuç alınamadığı yerde de uzun süreli şiddet ve zorbalıkla metalaştırılmış yani mal olma konumuna itilmiş, kadının karılaşması süreci başlamıştır. Bu yönüyle kadın üzerinde yürütülen ve 2000 yılı bulan karılaştırmaya paralel olarak toplum da karılaştırılıp iktidarın, devletin hizmetine çekilmiştir. Önder APO karılaştırma kavramını, “En eski ve tüm köleliklerin, ahlaksızlıkların üzerinde işlevselleştiği kurumsal zemindir.” diye tanımlamakta ayrıca “kölelik, boyun eğme, hakareti sindirme, ağlama, yalancılığa alışma, iddiasızlık, kendini sunma vb. gibi özgürlük ahlakının reddetmek durumunda olduğu tüm tutum ve davranışlar karılık mesleğinden sayılır.” çözümlemesini geliştirmektedir.
İlk iktidar gücünden itibaren erkeğin zaafları, egosu, kadına oranla yaşamla kurduğu bağın zayıflığı son derece ustalıklı şekilde kullanılmıştır. Erkek, iktidar erkinin bu tuzağına düştüğünde kendisini de karılaştırma sürecine almakta, onursuz yaşama çekilme koşullarının işbirlikçisi haline gelmektedir. Egemen erkeğin kadını karılaştırarak nesneleştirmesi, toplumsal rolünü sürekli bir biçimde baş aşağı çekmesi, iradi olarak tüketmesi, siyasi, sosyal ve ekonomik alanlardan, manevi ve maddi üretim alanlarından dışlaması gerçeği günümüze kadar derinleştirilerek sürdürülmüştür.
Roza Welat