Kışın amansız fırtınalarında, yazın kavurucu sıcaklığında, gecenin zifiri karanlığında mekan etmişlerdi dağları bükülmez iradeleriyle. Erdemlilikleriyle düşmana yenilgiyi tattırmışlar, en zor anlarda bile.
Efsanedir ülkem Kürdistan’da gerilla. Dişe diş bir kavgada mermi olur, her biri düşmana hesap soran, anıt olur düştüğü yerde. Agiittt diye başlar anaların ağıtlarında, sonra zılgıt olur zafer gününde ve marş olur Kürdün dilinde. Berivan’la, Bêritan’la devam eder efsaneler, kalemler yetmez yazmaya, biz yine de yazalım Cizre’de serhildan olan Berivan’ı, işbirlikçiliğe sıkılan kurşun olan Bêritan’ı ve ülkeye dönüş olan Ronahi’yi, Berivan’ı…
Böylesini görmedi, yazmadı tarih; ne milattan önce, ne milattan sonra, ne Vietnam’da, ne Mozambik’te. Dünya düşmandı onlara. Ama onlar yüreklerindeki sevgiyle ısıttılar Ortadoğu’nun orta yerini. Sahiplenmek bir gurur olmuştu. Demiştik; bu gururu duyanlardan biri de henüz savaşın acımasızlığının farkında bile olmayan, ama içindeki sımsıcak kıpırdanışa kendisini bırakan Hêvi’ydi.
Kimdi Hêvi? İçinde bulunduğu savaşı, doğup büyüdüğü ülkesinin gerçekliğini ne kadar kavramıştı? Kürdistan tarihine damgasını vuran, bir direnişe öncülük eden ve hayatını ülkesi için idam sehpasında adayan Şêx Said’in torunu. Ama tüm bunların takipçisi olmayan bir aşiretin kızı. Ulusal parçalanmışlığı o da yaşamış, belki yıllar sonra dedesi gibi isyan eden Berdirxan Bey’i, Sımko Ağa’yı, Yezdanşêr’i öğrenince kendisinin bunu bilmemesinden utanacaktı. Leyla Kasım’ın ölümüne direnişini soranlara cevap verememenin utancını yaşayacaktı. Belki de Halepçe’ de, o kara günde zehirli, havadan yanan bombaların acısını hissetmediği için kendi kendisini suçlayacak ve Kürdistan’ın diğer parçalarının güzelliğini tarif edememenin garip burukluğunu yaşayacak ve oraları merak edecekti. Bütün bunları bilmeden o da her kadın gibi, kaderinin annesininki gibi olacağını düşünüyordu, duymadan önce kahramanları. Zengin bir ailenin şımarık kızı, tanışmadan önce gerçeklerle, ezilen bir halkın sorumluluklarını taşımanın zorluklarına göğüs gereceğini düşünmemişti yarattığı küçücük dünyasında. O küçücük dünyasında ne Halepçe, ne Dersim, ne Koçgiri isyanı ne de ülkesinde akan kanı düşünmek vardı. Nereden bilebilirdi ki, bürokrat, zengin bir ailenin şımarık kızı iken bile, aslında bir hiç olduğunu? Gerçekler dünyasında kendini tanımanın, yeniden yaratmanın savaşına giriyordu, bilmezcesine. Oysaki hayallerinde ne kadar da korkusuz ve cesur düşlemişti kendisini.
Fırtınalı başlamıştı 1992 yılı, bir şeylere kızmış, öfkelenmiş gibi. Ama öfkesi kime, bilinmez. Bazen düşman yakalamak üzereyken, yağdırır karını doğa, kapatır özgürlük savaşçılarının izlerini, sır olup gittiler sanırsın. Bazen alıp götürür, her biri cihan parçası yiğitleri. Çığ olup düşer, alıp götürür kervandan yol arkadaşlarını. Ayaz olur dondurur sıcacık bedenleri. Bazen en zor anda kurtarıcı olur, bazen de bir düşman olup can alır bilmezcesine.
1992’nin fırtınalı kışı bile dayanamadı Newroz’un sıcaklığına. Artık bahar gelmiş, karın yerine bembeyaz kardelenler kaplamış doğayı. 1992’nin ateşi ülkeyi yakarken bir kor da on sekizlerin yüreğine düşmüştü. Mücadeleden söz eden herkesin gözü alev alev oluyordu. Çıkarcı, bencil ilişkilerin yerini adını henüz koyamadıkları bir sıcaklık almıştı, çünkü herkesin kendine ait küçük bir dünyası yoktu artık. Sonradan öğreneceklerdi bu sıcaklığın adının “heval” olduğunu. Her sabah gerillanın düşüyle uyanan Hêvi, belki de bu gizemli düşü niçin kurduğunu bile bilmiyordu. Sebebini bilmediği duygular O’nu bu sıcak ilişkilere çekiyordu.
İlk baharın sıcak bir günüydü, nihayet uzun süredir, beklenen kelimeler tek tek dudaklardan döküldü. Beş kişiydiler. Okul bahçesinde oturmuş, koyu bir sohbete dalmışlardı. İster istemez konu anlatılmakla bitmeyen gerillaya gitmişti. Hepsi bir ağızdan, hararetle konuşuyordu. Yeni şeyleri öğrenmenin verdiği acelecilikle birbirlerine sıra vermiyorlardı. İçlerine sığdıramadıkları özlemleri dudaklarından dökülen cümlelerle bir başka güzel oluyordu. Uzun süredir başlayan bu koyu sohbete kaygılı bakışlarıyla katılıyordu Hêvi heval. Normal zamanlarda bir türlü susturamadıkları Hêvi’yi böyle suskun görünce, arkadaşları O’nu konuşmaya zorladılar. Bir sorunun olduğunu düşünerek arkadaşlığın tüm sıcaklığıyla sardılar, dört bir yanını. Belli ki bir şeylere sıkılmıştı ruhu. Bu sıcaklığa daha fazla dayanamadan eriyiverdi kaygıları ve kendini bu hararetli sohbetin içinde buldu, Hêvi. Hêvi’nin kimseye sıra vermediğini gören arkadaşları O’na takılmaktan geri durmadılar. O’nu ikna ettikleri için pişman olduklarını belirtmeleri bile susturmaya yetmedi, Hêvi’yi. Bu suskunluk belli ki içinde kopan fırtınaların belirtileriydi. O’nu susturamayacağını anlayan Şiyar, birden tüm havayı değiştiren soruyu sordu.
– Gerillaya gitmeye gelen var mı?
Bu soruyla birden havaya bir ağırlık çöktü, çok fazla bilincinde olmasalar da yüzü ciddileşti özgürlüğe adım atanların. Uzun süredir herkesin dilinin ucundaki sihirli söz büyük bir cesaretle hiç beklenmedik bir zamanda dökülüvermişti dudaklardan. Düşüncelerle dolan gözler bir yerlere dalıp gitti. Ama nereye, kimse o an bunu çözemezdi. Kaderlerini değiştirecek o anı yaşıyorlardı, ama bunun ağırlığını ne kadar hissediyorlardı, bilinmez. Her şey hayallerindeki gibi mi olacaktı? Aslında o anda bunları düşünmeye vakit bulamamışlardı. Açıkça söylenmese de hepsi kendini bir kahraman olarak düşlüyor, bunun güzel hayalini oracıkta kuruyorlardı.
“Ben gidiyorum.”
İşte bu sözle, sessizlik bozuldu. Henüz söylemeye cesaret edemedikleri, içlerinde bilinmez bir kaygı yaratan bu sözleri söyleyen kimdi? Hepsi içlerinde en cesurunun kim olacağını merak ediyordu. Evet! İlk kararlılığını belirten Berivan oldu, ardından R. “ben de gidiyorum” dedi. Bu ses kadının köleliğine, düşürülmüşlüğüne inat, yükselen özgürlük çığlıklarıydı.
Ne düşüneceğini, nasıl bir karar vereceğini, bilmeyen Hêvi heval birden derin düşüncelere daldı. Kendi kendisine sorduğu sorular içerisinde boğulacak gibi oldu. O sözleri söylemek istiyordu, ama bilemiyordu, gitmeli miydi acaba? Okulunu çok seviyordu, nasıl ayrılacaktı? Yok, hayır arkadaşları olmadan nasıl kalabilirdi oralarda, onlar gittiğinde anıları rahat bırakır mıydı onu? Peki ya sonra, sonrasını düşünmekten korkuyordu. Bütün bunları yaşamanın korkaklık olup olmadığını düşünüyordu. Hayır, o korkak değildi, sadece…
Başını kaldırdığı an nasıl bir cevap vereceğini soran meraklı gözlerle karşı karşıya geldi, O’nun kararını bekliyorlardı, belki de Hêvi öyle hissetmişti. Arkadaşlarını yarı yolda mı bırakacak? Söyledikleri güzel sözlere birlikte anlam yüklemeyecekler miydi? Yaşadığı bütün kaygılara ve çelişkilere rağmen alev alev yanan gözlerin ateşinde eriyen kaygıları yeniden yakınlaştırdı O’nu arkadaşlarıyla. Umut dolu bakışlara hayır diyemezdi. Belki de içindeki en saf ve en temiz duygularla haykırdı:
“Siz gidiyorsanız, bana da sizinle beraber gelmek düşer.”
Hepsi derinden bir nefes aldı ve tarif edilemez duygularla kenetlendiler özgürlüğe. Evet, dudaklarından bilinçsizce dökülen bu cümleler onları, özgürlüğe, insan olmaya taşıyan ilk adım olmuştu. Basamakları bundan sonra daha büyük bir güç ve sabırla tırmanmaları gerekecekti.
Devam edecek