Verimli Hilal’in elverişli coğrafyası ve iklim koşullarında binlerce yıldır yaşayan Kürtler kimi tarihçiler tarafından Neolitik Halkı olarak adlandırılmıştır. Gerek doğal toplum sürecini en eski ve köklü biçimde yaşamış olması gerekse de uygarlığın gelişip kök saldığı coğrafya olması itibariyle Ortadoğu toplumlarında özelde de Kürdistan halkının yaşamında hem binlerce yılın ahlaki politik toplum özellikleri -zayıflatılmış, geriletilmiş de olsa- varlığını sürdürmekte hem de hegemonik güçlerin hakim kıldığı toplum biçimleri ve yaşam alışkanlıkları görülmektedir. Aile gerçeğinde hakim yaşam tarzı olarak feodal kültürün etkileri sürmektedir. Önderlik bu konuda “Feodal hâkim kültür kutsal insanlık kültüründen intikam almaktadır. Sapık cins özgürlüğü anlayışında tecavüzü normal ve hak olarak görecek kadar ileri giden egemen erkeklik, kadının özgürlük arayışlarının cezalandırıcısıdır. Bu, tüm yaşamda lanetli gerçeklik olarak yaşanmaktadır.” demektedir.
Kürdistan’da sömürücü sistemin işbirlikçiliğini yapan erkek bu konumuyla kendi aileciliğinin işbirlikçisi haline getirdiği kadından da beter bir durumda bulunmaktadır. Özgür toplumsallıkta anlam bulan ahlak olabildiğince aşındırıldıkça yerine egemen erkek icadı ve dayatması olarak geliştirilen ‘ahlaki’ gelenekler ve ölçüler ikame edilmiştir. İktidardan pay almış olan erkek, adı ahlaki ölçü ve namusluluk olarak konan ama aslında ahlaksız ve namussuzca alışkanlıklarla, dini fetvaları da bir silah olarak kullanıp kadını ve çocukları ezmekte, bastırmakta kullanmaktadır. Buna teşvik eden bir toplumsal cinsiyetçilik de yanıbaşında bulunmaktadır. Böylelikle de kadınlar sisteme entegre edilmiş, dayanak haline getirilmiştir. Geleneksel kadında; yaşam karşısında ürkek ve güvensiz durma, egemen erkeğin isteğine göre şekillenme, bağlanma, kocasının iyi karısı baba ve annesinin iyi kızı olma namusluluk ölçüsüdür ve bu öğütlenen, öğretilen bir gerçeklik olarak yaşanmaktadır. Anne olarak kadınlar bilinçsiz ve çaresizce çocuk yetiştirirken, adeta babanın ve iktidar sisteminin tahribatlarına hazırlar gibidir. Çocukların “terbiye edilme” ölçüsü olarak dini gelenek ve ahlak anlayışı ile babanın tahakkümü ve kontrolü altında çocuklarda da özgüven, irade, kişilik ve kimlik kazanma süreçleri hastalıklı şekillenmektedir. İradesizleştirilmiş, kişiliksizleştirilmiş olarak kadınlar kimi zaman henüz çocuk yaşta yapılan evlilikteki namus ölçülerine göre “küçük iktidar”ın kahrını çekmeye mahkum bırakılır. Bu durumu kader olarak kabul etmeyen kadınların suçlanması, adına “namus ya da töre cinayetleri” denen yollarla katledilmesi hala yaygın olarak yaşanmaktadır.
Ağırlaşan toplumsal sorunların yol açtığı bunalım ve krizlerin altında kalan egemen erkeğin sorunların kaynağı olan iktidarcı devletçi güçle yüzleşmek, hesaplaşmak yerine kadına böylesine öfkeyle yönelmesi çaresiz, çözümsüz ve güçsüz erkeğin rahatlama yöntemi olarak gelişmektedir. Sömürü çarkının dişlileri altında ezilen ama sindiremedikleri karşısında irade ve tavır geliştirerek haklarının mücadelesini vermek yerine kadına saldırma tercihinde bulunan erkek, adına da “onurunu, namusu kurtarma” diyerek “iktidarsızlık sendromu”nun hastalıklı kişiliğini sergilemektedir.
Kapitalist modernitenin saldırıları ve dizaynı
Küresel hegemonik sistem egemenliğinin en zayıf halkasını ifade eden Ortadoğu’ya kapitalist sistem en krizli, bunalımlı döneminde yönelmiş son iki yüzyılda gerçekleştirdiği fetihlerle en çarpık, yozlaşmış yönleriyle girmiştir. Sistem bütün silahlarını kullanarak bu yüzyıllarda Ortadoğu’da da bir iç olgu haline gelerek, toplum yaşamına kadar sızmıştır. Günümüze doğru kapitalist modernitenin bölgeye dönük politikalarında çıkarları temelinde yeniden dizayn çabaları da Ortadoğu toplumlarında yaşanan sorunların, krizlerin daha da ağırlaşmasına yol açmaktadır.
Kapitalist modernite çağı yaşamı; liberal saptırma ve yalanlarla, gerçekler çarpıtıldığından bir yanılsama olarak özelde kadınlar için bir gelişme, ilerleme hatta özgürleşme süreciymiş gibi nitelenmektedir. Bu çağda da binlerce yıldır kadınlara reva görülen baskı ve şiddet sürmekte, tecavüz ve katliam sıradanlaştırılmakta ve bu bir doğa kanunu gibi işletilmektedir. Yaşanan sistemsel krizin derinliği, kadın katliamlarındaki artışta yansımaktadır. Çarpıtılarak gündemleşen kadın katliamlarındaki artış da, bu yaşam sisteminin kadını gerçekte nasıl bir “özgürlüğe” taşıdığını göstermektedir. Özgürleşen kadınları değil, evlerde sokaklarda dövülen öldürülen kadınları, çocuk yaşta evlendirilen, çalıştırılan kızları görüyoruz, feodal ölçüleri korunma tedbiri olarak geliştiren ailelerde cendereye alınmış kadın ve çocukları görüyoruz. Çok çocuk doğurma ve yetiştirmeyi kader olarak yaşayan yoksul kadınları görüyoruz.
Devletlerin toplumu denetim altında tutma yöntemi olarak geliştirilen cinsiyetçi ideolojiyle toplum enerjisi tüketilmekte, tecavüz kültürü derinleştirilmektedir. Kadına yönelik şiddetin biçimleri olarak cinsel istismar, taciz ve tecavüz olayları bu yönüyle iktidarcı devletçi gücün bir uygulaması olarak anlaşılmalıdır. Fail erkeğin ya da erkeklerin cinsel sapıklığıyla sınırlı ele almak tespit ve çözüm açısından oldukça eksik olacaktır. İktidar güçleri binlerce yıldır tecavüzcüye güvence ve dayanak olmaktadır. Çünkü zaten kendileri de hakimiyetlerini özgürlük ahlakı ve ilkelerine, komünal toplum değerlerine tecavüz ederek sağlamıştır, buna dayanarak da sürdürmektedir. Bu çağda toplumda ahlaki çöküntülere yol açan cinsellik güdüsünün her biçimde ve zamanda kışkırtılmasının en büyük mağduru kadınlar olmaktadır. Önder APO “Kapitalizm bu tahakküm ilişkilerinde kadın cinselliğini öne çıkarak, kadına en büyük saldırıyı yapmıştır. Cinselliği adeta çağın afyonu haline getirerek topluma ağır bir darbe indirmiştir. Bugün cinsellik dinden de, milliyetçilikten de beter bir afyon niteliğinde yaygınlık kazanmış durumdadır.” diye tespitlerde bulunmaktadır. Kadının bir zevk aracı haline getirilmesinin zirvede seyrettiği bu dönemde kadınlar varlık alanını bedeni ile sınırlı algılar duruma gelmiştir. Genç kızlar en verimli çağında kendini beğendirme yarışına yöneltilmekte, düşünce dünyası ve arayışları, hayalleri, ilişkilerini bu gerçeklik belirlemektedir. Kendini pazarda sunulması gereken bir bedenden ibaret görme büyük oranda içselleştirilen bir olgudur.
Çocuklara karşı şiddet ve sindirme, ensest, cinsel taciz ve tecavüzlerin yanısıra çocuk fuhuşu, sokaklara ya da devletin insafına terk etme, uyuşturucu bağımlısı yapma, emek sömürü çarkına alma temel sorunlar olarak yaşanmaktadır. Günümüzde ince yöntemlerle ve devlet politikaları gereği gizlendiği için tüm yönleriyle açığa çıkmayan bu ciddi sorunların büyük bir yoğunlukta yaşandığını ve ne yazık ki normalleştirildiğini söylemek mümkündür. Bu kapsamda kadın sorunu konusunda olduğu gibi çocuk gelişimi konusunda da reklam, film ve dizilerde çocukların yaşamında ve yetiştirilmesinde beslenmelerinden eğitimlerine, sosyal ve bireysel ihtiyaçlarının karşılanmasından zeka düzeyindeki gelişime kadar birçok alanda modernleşme ve aynı anlamda kullanılan ilerleme-gelişme olduğu propaganda edilmekte bu konuda istatistikler rakamlara dökülmektedir. Değişimleri (niteliği ayrı bir tartışma konusudur) inkar etmemekle birlikte, çocuk nüfusunun çok büyük bir çoğunluğunun; ait oldukları sınıf, cins kimliği, ulus kimliği, din ya da mezhep sorunlarının çözümsüzlüğünün kurbanı olarak ölmemişlerse yokluk içinde ve belirttiğimiz sorunların mağduru olarak büyü(tül)meye çalıştıklarını söylemek mümkündür.
Yine bu kapsamda birey gençlik çağında komünaliteye, toplumculuğa düşman hale getirilerek toplumdan, giderek aileden koparılmakta, liberal ideolojinin sahte özgürlük rüzgarlarında savrulmakta, tatminsizlik içinde, anlamsızlık ve boşlukta debelenmektedir. Koşullar karşısında iflasa doğru giden aile kurumu, boşanmaların katlanarak artışı, evsizlik, işsizlikteki gözle görülür artış sistemsel krizin derinleştiğinin işaretleri olmaktadır. Artan cinsiyetçi ideoloji, biyoiktidar siyaseti ve uygulamalarıyla insanlar neredeyse tekrar hayvanlar gibi güdüleriyle yaşar hale getirilmeye primatlaştırılmaya çalışılmaktadır. İnsanların hayallerinin sınırları ev, iş, “eş” ve araba sahibi olmaktır. Bütün ömür bunu elde etmeye adanır, bu süreç içinde dayatılan bütün ağır koşullara, onursuzluklara tahammül gösterme normalleştirilmiştir. Evrenin bilinen en gelişkin canlısı olarak insanın sadece fiziki varlığını devam ettirme (üreme, beslenme, kendini koruma) ile sınırlı bir varoluş amacı olamaz. Şüphesiz kapitalizm geliştirdiği biyoiktidar siyasetiyle toplumu bu sınırlarda tutmak istemektedir.
Kadının güdüsel tatminde ve soy sürdürmede bir araca dönüştürülmesi toplumsal alanda mücadele edilmesi gereken temel konulardan biri olmaktadır. Bu kapsamda soy sürdürme kültürü ve psikolojisinin derinlikli sosyolojik analizler gerektirdiği kesindir. Önderliğimizin bu konuda kapsamlı tespitleri bulunmaktadır. Kürdistan gerçekliğinde gelişen dış saldırılar karşısında bir savunma mekanizması olarak MÖ 5000’lerden başlayarak geliştirilen aşiret yapılanması içinde giderek bir ideoloji halini alan ailecilik, Kürt toplumsal yapısında soy sürdürme kültürünü kökleştirmiştir. Ahlaki politik kültüre analık yapmış bir kültür geleneğinden gelen halk olarak Kürtler de uygarlık güçlerinin saldırıları karşısında fiziksel varlığını korumanın, direnmenin en ilkel yöntemi olarak soy sürdürmeye yönelmiştir. Yaşamın idamesi için bir gereklilik olarak belirtilebilecek çoğalmaya araçsal değil amaçsal rol verilmesi yaşamın anlamından kopukluğa, primat sınırlarına çekilmeye yol açmaktadır.
Mevcut aile gerçeğinde erkek egemen hegemonik iktidarın zihniyetiyle geliştirilen birlikteliklerin kadın tarafında; nesneleşme, istismar, tatmin ve soy sürdürme aracı ve mülk olarak görülme, değersiz işçilik statüsü geçerlidir. Böylesine eşitsizliğin, adaletsizliğin derin yaşandığı bir gerçeklikte aşkı aramak ise beyhude bir çaba olacaktır. Aşkın inkarını ifade eden ama adı böyle konulan tüm durumlarda günümüzdeki “aşk” yaklaşımlarının anlamından boşaltıldığı, hem kendini hem karşıdakini kandırmayla yüklü olduğu görülmektedir. Aşka dair bir değerlendirmesinde Önder APO “Tarihin hiçbir döneminde aşk bu denli ayağa düşmedi. Anlık aşklardan tutalım, açık cinayet yaklaşımlarına kadar en yavan ve tehlikeli ilişki tarzlarına bile aşk deniliyor. Kapitalist sistemin yaşam anlayışını bundan daha iyi sergileyecek ilişki düşünülemez.” diye ifade etmiştir.
Roza Welat