PAJK Koordinasyonu
Önder APO’nun esaretinin 14. yılına girdik. 14 yıl boyunca dünyadan, halkından ve yoldaşlarından izole edilmiş koşullarda tutulan Önderliğimiz; insanüstü bir iradeyle zihinsel, ahlaki ve siyasal olarak tarihsel bir direniş içerisinde olmuştur. Bütün yalnızlaştırma, etkisizleştirme politikaları bu büyük direniş gerçeği karşısında komplonun her aşamasında boşa çıkmıştır. Önderliğimizin çok sınırlı koşullarda bu kadar büyük bir mücadeleyi yürütebilmesinin temel nedeni, gücünü toplumsal özgürlük değerlerinden almasıdır. İmralı da Önder APO’nun tarihi direnişi bir bireyin direnişi olmadığı gibi sadece günümüzde gerçekleşen devrimci halk savaşımızla da sınırlı olmayan evrensel halk değerlerine dayanmaktadır. Önderliğimiz gücünü, üstü örtülmeye çalışılmış ama asla kaybolmamış tarihsel toplumun binlerce yıllık ahlaki politik özünden almaktadır.
Önder APO şahsında adeta tarihsel kültürler vücut bulmuş, kendini tanımlamakta, savunmakta, direnmektedir. Buna karşılık kapitalist sistem uygulayıcılarının şahsında da tüm uygarlık erkleri el birliği etmiştir. İmralı bu iki tarihsel karşıt akışın mücadele zemini olmuştur. Uygarlık tarihinin halklara karşı bütün saldırı deneyimleri ile insanlığın öz duruş mücadelesi karşı karşıya gelmiş gibidir. Bu anlamda İmralı sisteminin sahipleri ile Önder APO arasındaki mücadele Kapitalist Modernite ile Demokratik Modernite çizgileri arasındaki çelişkinin somutlaşmış ve yoğunlaşmış halidir. Nitekim Önderliğimize yönelik uluslar arası komplonun başlama tarihinin aynı zamanda üçüncü dünya savaşı startının verilme tarihi olması durumu vardır ki bu gerçeği iyi ifade etmektedir. Tarihsel boyutları kadar güncel sistem krizinin de kilit noktalarından biridir İmralı mücadelesi. İmralı sisteminin uluslar arası bir sistem olmasının nedenleridir bunlar. Nasıl ki Önderliğimizin esareti; ABD ve İsrail devletlerinin organizesi, başta Yunanistan olmak üzere Avrupa devletleri ve Rusya ile Kenya gibi devletlerin işbirliğiyle gerçekleştirilmişse İmralı’daki tutukluluk koşulları, uygulanan ideolojik-politik-psikolojik saldırılar da uluslararası bir mekanizma tarafından yürütülmektedir. Yapılan- yaptırılmayan görüşmeler, işkenceler ya da tavizler, müzakereler ve taktikler bu uluslar arası mekanizmanın Önderliğimize yönelik politikaların yansımalarıdır. İmralı sistemine üçüncü dünya savaşının yaşandığı şu günlerde çok kritik bir öneme verilmektedir. Önderliğimizin geliştirdiği politikalar bölge dengelerini değiştirebilecek güce sahiptir ve bu gerçeklik Suriye, İran ve Türkiye’de pratik olarak da ortaya çıkmıştır. Önderliğin bu gücünün farkında olan İmralı sistemi uygulayıcıları, gelişmeleri kendi lehlerine çevirebilmek için yumuşak-sert her yöntemi uygulayarak Önderliğin halklar lehine geliştirdiği politikaları etkisizleştirmeye çalışmaktadır. İmha tehdidini sürekli aba altından sopa gibi gösterme, T.C. devletinin Kürt sorunun çözümüne yönelik adım atmak zorunda kaldığı her süreçte ağırlaştırılmış tecridi devreye koyma, zaman zaman fiziki şiddete varan uygulamalar, aralıksız olarak psikolojik şiddet uygulayarak Önderliğimizin sinirlerini ve sabrını tahrip etme ve bütün bunları yıllardır bir buçuk metre karelik alanda yaşamaya mecbur ederek uygulama, İmralı sisteminin pratikleştirilme yöntemleridir. Bunlar kamuoyunun alıştırılmaya çalışıldığı uygulamalardır. Bunun yanında halkımıza ve hareketimize yönelik siyasal ve askeri imha politikalarını uygulayarak da Önderliğimize şantaj yapılmakta, baskılar derinleştirilmektedir. Bu anlamda eşi benzeri olmayan bir sistemdir İmralı sistemi. Bu sistem 14 yıldır çok dar bir mekanda sürdürülmeye devam ediliyor. Bu sistemle amaçlanan Önderliğimizin yapılan uygulamalara dayanamayarak istenilen çizgiye getirilmesidir. Bu vahşi uygulamalara rağmen birçok siyasal gücün de kabul ettiği gibi İmralı sistem sahiplerinin her saldırı politikası, Önderliğimizin öngörüsü, taktik yaratıcılığı ve özgürlük ufkunun derinliği sayesinde hedeflerinin tersi sonuçlarla karşı karşıya kalmıştır. Uluslar arası komplonun başından itibaren komplocuların politikaları İmralı da tökezlemiştir. Komplocular ne umuyordu, ne buldular? Bu hususun netleştirilmesi sistem güçlerinin durumu ile toplumsal direnişlerin Önderliğimizin şahsındaki gücünü görmek açısından faydalı olacaktır.
Hiç kuşkusuz 9 Ekim komplosu, 11 Eylül olayları, Afganistan, Irak’a ABD saldırı olayları ve hatta günümüzde bölgemizin birçok yerinde yaşanan kanlı süreçler birbirinden tümüyle bağımsız olaylar değil, bir sürecin farklı aşamalarını ifade ediyor. Bu ardı sıra gelen olayların altında tıkanan Kapitalist sistemin yeni çıkışlar yapma ve kendini ayakta tutabilme arayışı var. Yani aslında bütün bu olayların ana hatlarıyla aynı merkezden planlanan olaylar olma ihtimali çok yüksek olmaktadır. Bilindiği gibi iki bloklu dünya sisteminden sonra reel sosyalizmin yıkılışıyla birlikte kapitalist blok da ciddi bir tıkanma sürecine girmiş, sistemin sol kanadı çökerken, bütün sorunlarını sağ kanada miras bırakmıştı. Üstelik karşıtlık pozisyonu üzerinden, manipülasyonlarla ve dezenformasyonlarla kendi var olma gerekçesini kabul ettiren kapitalizm, artık bu gerekçesinden de mahrum kalmıştı. Ağırlaşan sistem ve toplumsal sorunlara bir çözüm bulunamaması halinde sistemin kendini ayakta tutabilme ihtimali zayıflamıştı. Bu nedenle aslında 1990’lı yıllarla birlikte sistem yenilenme arayışı içerisine girdi ve körfez savaşıyla ilk girişimlerinde bulundu. Bu tarih aynı zamanda Önderliğimize karşı suikast girişimlerinin ve hareketimize yönelik kapsamlı sınır ötesi saldırıların da başladığı süreçtir. Ancak bu ilk saldırılar ciddi bir sonuç vermemişti. Bütün dünyada sistemi değiştirebilmenin alt yapısı hazırlanırken yoğunlaşma alanı elbette ki Ortadoğu olmuştur. Neden Ortadoğu; çünkü jeolojik olarak doğu ve batı güçlerinin kesiştiği ve hakim olmaya çalıştığı yani dünyanın bütün etkili güçlerinin çıkarlarının olduğu kilit öneme sahip bir alandır Ortadoğu. Ayrıca tarihsel karakteri gereği Kapitalist sisteme tümüyle teslim olmayan ve aslında sistem karşıtı güçlerin de beslenebildiği bir alan olmuştur. Tabi evrensel bir tarihsel kültür alt yapısına sahip olan Ortadoğu’da yaşanması olası gelişmelerin yine evrensel sonuçlar doğuracağı için de burası esas alınmıştır. Yine bölgemize yönelik saldırı konseptlerinin temel sebeplerinden biri kuşkusuz dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip olmasıdır. Ve tabi ki, ABD’nin stratejik müttefiki olan İsrail’in güvenliğinin sağlanabilmesi açısından da bölgenin yeniden dizayn edilmesine girişilmiştir. Bunlar en temel gerekçeler ve bu amaçlara ulaşabilmek için büyük bir şiddet ortamı yaratılmıştır. Ortadoğu’da başlatılan sistemin yeniden düzenlenmesi temelinde ki üçüncü dünya savaşıyla nasıl bir çözüm geliştirilmek isteniyor? Başta ABD olmak üzere sistemin bunalım sürecine bulduğu çözüm; sermaye akışını tüm dünyada daha rahat sağlayabilmek için mevcut iktidar yapılanmalarını işbirliği yapabilecek noktaya getirme, enerji kaynaklarına el koyarak ekonomik krizlerini giderme ve iktidar erklerini daha bağımlı bir sistemle birbirine bağlayıp tek merkezde toplanmadır. Demokrasi, eğitim, yaşam ve sağlık hakkı gibi söylemlerin amaca ulaşmak için öne sürülüp şişirilen argümanlar olduğu ve aslında yukarıda sözü edilen hedeflere ulaşılıyorsa bunların çok da önemli görülmediği Afganistan, Irak, Mısır, Libya örneklerinde net olarak anlaşıldı. Diğer taraftan tüm bunları gerçekleştirebilmek için üçüncü dünya savaşı düzeyinde bir şiddet ortamının yaratılacağından -bu aynı zamanda silah sanayini güçlendirme amacına dayanıyor- bu savaşı bir meşrulaştırma gerekçesi aranmıştır. En kolay gerekçe ‘terör tehdidi’ sendromunu yaratmaktır ki, bunda başarılı da olmuşlardır. İstenildiği zaman kapsamı genişletilebilecek, toplumda korku yaratarak her türlü devlet zoruna yasal haklar çıkarılabilecek lastik gibi oraya buraya çekilen, kendileri açısından çok kolaylaştırıcı rol oynayan, bu yeni düşman! Kavramına; kapitalist hegemonyayı tanımayan devletler ve sistem karşıtı güçler sıkıştırıldı. Müdahale edilmesi düşünülen yerlerde reçeteye uyan örgütler yoksa yaratıldı ya da daha önceleri farklı amaçlarlar kullanılan paramiliter güçler yeni düşmanlar olarak gösterildi.
En kolay hedeflenebilecek alan kuşkusuz bolca ‘terörist devleti’ ve ‘terörist hareketi’ olan Ortadoğu bölgesiydi, öyle de oldu. Bölgemiz mevcut durumda üçüncü dünya savaşının tam ortasındadır. Bu savaş 1999 da Önderliğimize karşı geliştirilen uluslar arası komplo ile başlamıştır. Önce 1996’da fiziki imha amaçlı sabotaj saldırısı yapılmış bunda başarıya ulaşılamayınca 9 Ekim komplosu devreye konulmuştur. Ortadoğu bölgesine karşı başlatılan komplonun ilk adımları neden Önder APO’ya karşı geliştirilmiştir? Bunun birçok önemli nedeni vardır. Her şeyden önce Önderliğimizin zihinsel ve pratik olarak geliştirdiği özgürlük duruşu sistem güçleri karşısında bölge halklarımıza ciddi bir alternatif oluşturmuştur. Halkların çatışmadan barışçıl, demokratik, karşılıklı saygıya dayalı birlikte yaşabileceği ve öz kültürel değerlerini koruyabileceği bir sistem alternatifi oluşmuştur. Ortadoğu halkları içerisinde Önderliğimizin çok saygın bir yere sahip olması da bundan kaynaklıdır. Bu engeli ortadan kaldırıp halklarımızı alternatifsiz bırakmak komplocuların en öncelikli hedefi olarak belirlenmiştir. Önderliğimizin hedeflenmesinin ikinci nedeni; jeolojik olarak bütün bölgeyi etkiyebilme ve bütün taşları harekete geçirebilme özelliğine sahip olan Kürdistan coğrafyasının kontrol altına alınması ve üçüncü dünya savaşında stratejik nokta olması ve bu hedefe ulaşmadaki engellerin ortadan kaldırılması amacına dayanmaktadır. Kürtler işbirlikçileştirilebilirse batının savaş üssü haline getirilecektir ve bütün komşu halklarıyla çatıştırılacaktır. Kürtlerin işbirlikçi geleneğine dayanılmak istenmiştir. Kürtlerin desteği stratejik bir yaklaşım olarak ele alınmıştır. Bu durumda bölge halklarına karşı kendileriyle işbirliğine girmeyen, halkların özgür ve demokratik yaşam amacında ısrarcı olan- olmaya da devam eden ve Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın egemenlerin üssü haline gelmesine izin vermeyen tek ve en büyük hareket olan PKK ve özelde de Önder APO hedeflenmiştir.
Önderliğimizin uluslar arası bir komplo ile yakalanması üçüncü dünya savaşının başlama startı yapılmıştır. Esaretin, iç savaşa yol açarak halkların yıpratılması ve zayıflayan taraflara müdahale edilmesi planlanmıştır. Bu plana göre ilk çatışmaların Türkiye’de gelişmesi, ardından Kürdistan’ın diğer parçalarına da sıçraması hesaplanmıştır. Ancak Önderliğimizin öngörülü yaklaşımıyla bu konsept boşa çıkmıştır. Önderliğin kardeşlik mesajları vermesi ve bu yaklaşımı Demokratik Modernite Paradigmasında temellendirmesi sadece batılı komplocuları değil, Türkiye Devletini de oldukça şaşırtmıştır. Özellikle hareketin Önderliğin talimatına dayanarak sınır dışına çekilmesi, uzun süreli tek taraflı ateşkes kararını uygulaması ve iki barış grubunu Türkiye’ye göndermesi, Önderliğin adımlarını pratik olarak da pekiştirmiş ve uluslar arası oyunlara gelinmeyeceğinin ifadesi olmuştur. İstenilen sonuçları elde edemeyen komplocular bu sefer örgütün tasfiyesi için daha farklı girişimlerde bulunmuştur. Örgüt tarihine 2004 ihanetçiliği ve tasfiyeciliği olarak geçen bu girişim, belki de dünya da hiçbir örgütün ayakta kalmayı başaramayacağı ciddi bir zorlanma süreci yaratmıştır. Aynı zamanda Önderliğin direnişi yeniden yükseltme çağrısını boşa çıkarma ve örgütü dış güçlere teslim olmaya götürmek isteyen tasfiyeci grup, belli bir kadro kaybının yaşanmasına yol açsa da amacına ulaşamamıştır. Örgütümüz direniş sürecini Önderliğin çağrısına cevaben yeniden başlatmıştır. 1 Haziran hamlesinin başlatılması Önderlik çizgisindeki kararlılığı ifade etmiş, direniş tekrar açığa çıkarılabilmiş, belki de eskisinden daha sağlam bir fedai ruh üzerinden mücadele sürdürülmüştür. Bu dönem aynı zamanda komplonun ikinci aşaması olan Irak’a müdahale süreci olmuştur. Komplocuların hedefi olan örgütün dağılması ve Irak’ta maşa olarak kullanılması planları başarılı olmadığı gibi örgütümüz bu süreçten daha deneyimli ve güçlenmiş olarak çıkmıştır.
ABD’nin başını çektiği komplocuların çizgisine başından beri kendini yatıran KDP, kendi dar çıkarlarına Kürt halkının ulusal değerlerini feda etmeyi sürdürmüştür. Başından beri Kürdistan’da iki ayrı çizgi olarak var olagelen işbirlikçi Kürt çizgisi ile direnişçi, özgürlükçü Kürt çizgisi bu süreçten sonra uluslar arası arenada da iki ayrı güç olarak dikkate alınmıştır. Eski bir tarihe dayanan bu iki çizginin mücadelesi bu aşamadan sonra açık savaş biçiminde değil, örtülü bir mücadele olarak yeni bir seyir içerisine girmiştir. Mücadelemize karşı her saldırının perde arkasında KDP ve güdümündeki güneyli güçler de yer almıştır. Güneyli güçlerin bu sinsi yaklaşımının temel nedeni; Kürtlerin artık iyice gelişen ulusal ruhunu ve örgütlenme eğilimlerini KDP üzerinden kontrol altına almaktır. PKK ile eskisi gibi açık bir savaşa girmek istenmemesinin sebebi; hayal edilen ulusal liderlik vizyonunu zedelememek, kendi halkına karşı batılı güçlerle anlaşarak savaşan bir imaja yol açmamaktır. Bunun yerine kamuoyuna dönük açıklamalarda dostane, kapalı kapılar ardında düşmanca politikalar geliştirilmektedir. Bu temelde Güney’de küçük bir Kürt devletiyle tüm Kürtlerin talepleri karşılanmış sayılmak istenmekte ve statüsüzlüğün diğer parçalarda devam etmesinin zemini oluşturulmaktadır. KDP’nin bu işbirliğine yatmasının altında, dar aşiretsel çıkarları olduğu gibi AKP ile aynı tarikat zeminine dayanması üzerinden geliştirdikleri birçok ekonomik, siyasal anlaşmalar gerçeği de vardır. Bu durumun ürünü olarak, Güney Kürdistan’da Nakşibendi tarikatının Türk milliyetçiliğinde yoğrulmuş kolu olan Gülen cemaatinin özellikle eğitim alanında çok yaygın bir örgütlenme ağı oluşmuştur. Bunlar açık ki siyaset alanını da çok etkileyen ve kirli bir ortaklığı sağlayan kurumlardır. Bu kirli ittifak günümüzde yoğunlaşarak sürmektedir. Son dönemlerde Maliki ile KDP arasındaki çelişkilerin AKP, Maliki çelişkileriyle yakından bağlantısı vardır. Güney Kürdistan bölgesel savaşın içine çekilmek istenmektedir. Halkımızın böyle bir çatışma ortamında yıpratılması ve komşu halklarla düşmanlaştırılması elbette ki batılı güçlerin ve T.C. gibi bölgesel hegemon çıkarları olan güçlerin işine gelecektir. Halkımızı koruma ve öz savunma mekanizmalarını geliştirme temel sorumluluklarımızdan olduğu kadar bu politikalarla mücadele etme ve bu zorlu süreçte Kürt Halkının ulusal birliğini sağlama görevimiz de vardır.
Uluslar arası komplonun gereği olarak, bölgeye yapılan her saldırı hazırlığında Önderliğimize de yeni bir saldırı konsepti uygulanmıştır. Yavaş yavaş zehirleme, fiziki işkence uygulama ve her yeni sürecin başında ağırlaştırılmış tecrit uygulama politikaları bölgesel ve yerel saldırı hamlelerinin farklı aşamaları olmuştur. En son 2012 Temmuz’undan bu yana uygulanan bir ağırlaştırılmış tecrit var. Libya, Suriye ve olası İran saldırılarının arifesinde başlayan ağırlaştırılmış tecrit, Önderliğimizin AKP devletiyle kurmaya çalıştığı barış eksenli ilişkilerin tıkanması üzerinden gelişmiştir.
Önderliğin attığı tüm adımlara oyalama ve yanıltma taktikleriyle cevap veren devlet, demokratik adımları atmamak da ve örgütü tasfiye etme önceliğinde ısrarlı olmuştur. En son barış grubunun gitmesi, AKP’nin gerçek yüzünü açığa çıkarmış, görüşmelere ve hareketimizin attığı adımlara çözüm eksenli yaklaşmadığını netleştirmiştir. Nitekim önderliğimizin isteğiyle atılan bu en olumlu adımlar sürecinde bile siyasi ve askeri operasyonlar durdurulmamıştır. Legal alanda KCK adı altında cezaevlerine o kadar çok insan alınmıştır ki, mevcut durumda sayıları on bini bulmuştur. Belediye başkanları, milletvekilleri, basın üyeleri, çiftçiler, işçiler, öğrenciler, kadınlar, barış anaları, gençler, 80’lik yaşlılar, çocuklar, sivil toplum kuruluşlarının üyeleri, eğitimciler, avukatlar hemen herkes alınmıştır. Aynı imha anlayışı gerilla alanlarına yönelik de sürdürülmüştür. Önderliğimiz tüm iyi niyetli adımlarına rağmen imha ve inkar politikalarının devam ettirilmesi üzerine kendini süreçten geri çekmiştir. AKP’nin de cevabı Önderliğin dışarıyla bağlarını kesme biçiminde cezalandırma olmuştur. Devlet aklının en akıl dışı sınırlarına vararak her alanda şiddeti yükselterek sonuca ulaşmayı esas almıştır. Bu nedenle süreç ilerleyememiş ve yapılan pervasız saldırılara karşı direniş yükseltilmiştir. Öyle ki, son iki yılın savaş bilançosu mücadele tarihimizin en kanlı yıllarına işaret etmiştir. Gerilla saflarında çok değerli yoldaşlarımızın şahadetleri yaşanmış, gerilla şahadetlerinin birkaç katı kadarı da Türk ordusunda gerçekleşmiştir. Özellikle Şemzinan, Ştazın, Çukurca, Kato ve Erzurum’da gerçekleşen eylemler ile Kayseri’deki Fedai eylem, gerillanın yenilmek bir yana giderek daha da güçlendiğinin ve ordunun artık baş edemeyeceğinin ifadesi olmuştur.
Diğer taraftan fiziki soykırım politikalarının sadece gerillaya karşı değil halka karşı da gerçekleştirilmek istendiği adım adım bunun da geliştirilmeye çalışıldığı Roboski katliamından anlaşılmıştır. Roboski katliamının bir kaza olmadığı imha konseptinin bir parçası olarak geliştiği anlaşılmıştır. Bu katliamla halkın gözü korkutulmak istenmiş, adeta sizin de sonunuz böyle olabilir diye ibret-i âlem yapılmıştır. Aynı zamanda yaşanan gelişmelere halkın göstereceği tepkilerin bastırılması, yani serhıldan ayağının darbelenmesi hedeflenmiştir. Roboski katliamı, serhıldan taktiğine karşı yapılan bir sindirme girişimidir. Önderliğimizin dünya ile bağlantıları kesilmiş iken, askeri saldırılarla gerilla güçlerinin bitirilme noktasına getirildiği düşünülmüş, legal kurumlardaki çalışanlar büyük oranda cezaevlerine alınmış ve halkın bastırılması ile bu iş bitmiştir denilmiştir. Devlet gerçekten de örgütün geçen kış bitirildiğine inandığı için Roboski katliamını planlamıştır. Ama hesaplar tutmamıştır. Roboski katliamına halktan, demokratik çevrelerden çok büyük bir tepki gelişmiştir. Mücadelemize en uzak kesimler bile halkımızın direnişine yakınlık göstermeye başlamış, korucular da silah bırakma yaklaşımı artmış ve gerillaya katılımların oranı yükselmiştir. Yaşanan zorbalığa karşı direniş cephelerimiz de daha kararlı bir düzeye ulaşmıştır. Tepkiler öyle yaygın olmuştur ki, AKP’li bazı Kürt işbirlikçi kişilikler bile AKP’nin yaşanan olay karşısındaki sıradanlaştırıcı tutumuna bölgedeki tepkilerden korktuğu için tepki göstermek zorunda kalmıştır. Halkımız bir kez daha gerillayı temel yaşam garantisi olarak gördüğünü göstermiştir.
Nitekim 2012 yılının yaz aylarında başlayan 4. Hamle süreci mücadele tarihimizin en görkemli direniş süreçlerinden biri olmuştur. Düşmanı karakollarına hapseden gerilla direnişi, düşmanı operasyonlara çıkamaz hale getirmiş, ordu ağırlıklı olarak teknik kullanmıştır. Savaş dağlardan karakol çevrelerine inmiştir. Bütün gerilla alanlarında aynı performansa ulaşılamasa da özellikle Xakurke, Zap Zagros ve kısmen Botan’da bir süre sonra Erzurum ve Amed’de önemli eylemlilikler açığa çıkmıştır. Bu direnişin büyüklüğü, yoldaşlarımızdaki fedai ruhun büyüklüğünün göstergesidir. Önce Eriş ve Andok arkadaşların Türkiye’yi sarsan fedai eylemi, ardından Ş. Rojin Gewda, Mehmet Guyi, Jin, Eylem, Newal ve daha birçok yoldaşımız ile Amed’de Numan arkadaşla birlikte on arkadaşın şahadeti bu sürecin kahraman duruşlarının somut ifadeleri olmuştur. Bu kadar büyük bir fedakarlıkla geliştirilen direnişin düşmanda ciddi bir kırılma yarattığı açıktır. Üstelik de bu büyük direniş ve gündemi belirleyebilme kapasitesi, düşmanın tam da bitirdik dediği bir süreçten sonra gelişmiştir. Bu anlamda kesin olarak gerilla güçlerinin yenilemeyeceği anlaşılmış, kabul edilmiştir. Türk devletinin Kürt sorununu askeri yöntemlerle çözme anlayışı bu yıl tamamen kırılmıştır.
Gerilla direnişine paralel olarak cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri de aynı fedai ruhun zindan koşullarındaki yansımasıdır. Eylem önce bir grupla başlamış, adım atılmaması ve devletin faşizan söylemlerini arttırması üzerine grup grup katılım artmış ve en son cezaevlerindeki on bin yoldaşımızla eylem sürdürülmüştür. Açlık grevleri günübirlik olarak Türkiye gündemini belirlemiş, içerden ve dışarıdan olmak üzere demokrat, liberal hatta muhafazakar çevrelerden bile AKP devletine ciddi eleştiriler gelişmiştir. Yani gerillanın yaz boyunca sınır alanlarındaki hakimiyetine, Türkiye tarihinin en büyük açlık grevinin de eklenmesi üzerine Türkiye devletinin kaldıramadığı bir durum ortaya çıkarmıştır. Serhıldan ayağının gerçekleşmemesine rağmen bu kadar zorlanmıştır devlet. Direniş, AKP devletinin inkar ve imha politikalarını sürdürülemez düzeye getirmiştir. AKP devletinin ağırlaştırılmış tecrit politikası, halk katliamı, gerillanın imhası ve siyasi soykırım politikaları yenilgiye uğramıştır.
Önderlikle görüşmelerin farklı bir biçimde de olsa yeniden başlamasında gerilla ve cezaevleri direnişlerinin etkisi önemlidir. Özellikle açlık grevlerinin Önderliğin tek bir sözüyle durması mücadelemizin Önderliğimiz etrafında şekillendiğini ve Önderliğe olan bağlılığın büyüklüğünü bir kez daha göstermiştir. Devlet tutuklayarak, askeri operasyonları sürdürerek başarılı olamayacağını hatta daha büyük darbelerle karşı karşıya kalacağını anladığı gibi bu sorunun Önderlik muhatap alınmadan çözülemeyeceğini de bir kez daha anlamıştır.
Diğer taraftan bölgede yaşanan gelişmelerin de devletin görüşmeleri başlatmak zorunda kalmasın da etkisi vardır. AKP hükümetinin tüm bölgedeki yeni Osmanlıcılık hayalleri başarısız kalınca sınır komşusu olan bütün devletlerle sorunlu bir ilişki sürecine girmiştir. Özellikle Suriye’de rejimi iktidardan düşürememesinin gerilimi devam ettiği gibi Rojava halkımızın büyük bir direnişle ve Türk devletinin bütün saldırılarına rağmen Demokratik Özerk örgütlenmesini inşa edebilmesi Türk devletinin çıkmazı haline gelmiştir. Suriye’de rejimin yıkılmasından sonra Batı ile Kuzey Kürtlerinin birleşmesinin önünü almayı askeri saldırılarla gerçekleştiremeyince farklı bir yolla bunu gerçekleştirmek istemektedir. PKK’nin pasif pozisyona getirilip engel olmaktan çıkarılması amacı vardır. Aynı durum İran’a olası müdahale durumu için de geçerlidir. Müdahale olması halinde PKK’nin işbirliği yapmayacağı net olduğu için hiç değilse pasifize edilerek sürecin aktif aktörü olmaması düşünülmektedir.
Görüşmelerin yeniden başlatılmasındaki amacın çözüme ne kadar dayandığı çok kuşkuludur. Görüşmeyi gerçekleştiren bazı çevreler olsa da bunun ne kadar genel bir devlet politikası olduğu ilerde daha iyi netleşecektir. Tam da bu görüşmelerin başladığı bir süreçte Paris’te gerçekleşen katliam kuşkuları derinleştirmiştir. Sakine Cansız (Sara), Fidan Yıldırım (Rojbin) ve Leyla Şaylemez (Ronahi) yoldaşlarımızın katledilmesi, hareketin lider kadrolarının tasfiye edilmesine yönelik planlamanın bir parçası olma ihtimalini yüksek bir olasılık haline getirmektedir. Bunu uluslar arası Gladyonun ile Türk Gladyosunun ortak yapmış olabilir. Bir yandan görüşmelerin yapılması diğer taraftan katliam ve operasyonların sürmesi aynı konseptin farklı yöntemleri olabilir. Diğer taraftan tam da görüşmelerin yapıldığı zamana denk gelmesi Önderliğimiz üzerinde baskı uygulama, elini zayıflatma ve hatta hareket ve halk nezdinde konumunu tartışmalık hale getirme gibi yanlış hesaplara dayanıyor olabilir. Bu saldırın gelişen yeni süreçle bağlantılı olduğu açıktır. Bu anlamda öncelikle Önderliğimize, en yakınında olan kadınlara ve hareketimize yönelik uluslar arası komplonun devamı niteliğinde bir saldırı özelliği taşımaktadır.
Sakine Cansız yoldaşımız, PKK’nin kurucu kadrolarından olup yaşayan tek kadın üyeydi. 12 Eylül sürecinde Diyarbakır cezaevinde insanlık tarihinin en büyük ve en vahşi işkencelerine karşı efsanevi bir direniş sergileyerek, dost düşman herkesin saygısını kazanmış bir kadındı. Sakine yoldaşımız bir irade abidesiydi. İnanılması güç işkencelere karşı bu irade gücünü kuşkusuz inancının büyüklüğünden ve kararlılığından alıyordu. Önder APO ile kurduğu yoldaşlık bağları çok güçlüydü. Önderliğin Sakine yoldaşımızın fotoğrafını başucuna asması ile Sakine yoldaşın, Başkanım derken yüreğinden gelen sesi bu kopmaz bağın somut ifadeleriydi. Cezaevinden sonra savaşın en kızgın olan süreçlerinde şiddetli çatışmaların yaşandığı alanlarda ön saflarda yer almış ve kadın ordulaşmasının da fiili inşacılarından olmuştur. Mücadelemizin en eski kadın militanı olmasına rağmen öncülük pozisyonunda asla yetkiyi belirleyici kılmayarak kadının özgürlükçü özünün pratik uygulayıcısı olmuştur. Önderliğimizin barış ve demokratik çözüm stratejisine kadın hareketi içerisinde ve genel hareketimiz içerisinde belki de en fazla duyarlı yaklaşan yoldaşımızdı Sakine yoldaşımız. Demokratik anlayışı, bunun dilini, eylemini barışçıl yaklaşımı zihinsel olarak en fazla geliştirmeye çalışan ve çevresine karşı da uyarıcı olan yoldaşımızdı. Önderliğimizin geliştirdiği demokratik uygarlık paradigmasına gönülden katılan ve derinlikli anlamaya çalışan duruşuyla sürecin çözüme evrilmesi için ciddi bir çaba ve emek içerisinde oldu. Kürt halkının özgürlük militanı olduğu kadar bütün dünya halklarının ve özelde de Türk halkının yürekten dostuydu. Hepimizde daha fazla enternasyonaldi. Sakine yoldaşımız PKK gibi dünyanın en büyük direniş hareketlerinden birinin öncü kadrosu olarak bunca yıllık çok zorlu direniş koşullarına rağmen son derece dinç kalmış, kadınlığının ve kişiliğinin özgünlüğünü koruyabilmiş, oldukça geliştirebilmiş onurlu bir duruşa sahipti. Duruşunda farkını koyan, insanı seven, yaşamın renklerini birçoğumuzdan daha fazla gören ve yaşayan bir yoldaşımızdı. PKK’nin ana damarlarından birini ifade eden Sakine yoldaşımızın hedeflenmesi, Önderliğimizin hedeflenmesi, kadın hareketinin saldırı odaklarından biri haline getirilmesi ve PKK’nin tasfiye edilmek istenmesi anlamına gelmektedir.
Rojbin yoldaşımız da yıllardır kadın hareketinin öncü kadrolarından biri olarak samimiyetin, emekçiliğin, bağlılığın emsallerinden biri olmuştur. Katıldığı süreçten bu yana Avrupa’da çalışma yürüten Rojbin yoldaşımız, Kapitalist sisteme karşı sistemin çirkinliklerine bulaşmadan, dağların, doğanın bir parçası kadar sade ve güzel ruhlu olmanın, temiz ve melek yürekli olmanın kanıtı gibiydi. Bir insan ancak bu kadar insan sevgisiyle bezenmiş olabilir, bu kadar insan olabilir dedirten duruşunu kuşkusuz hiç kopmadığı halkının ve toprağının özünden alıyor ve PKK direnişi içerisinde bu özü pekiştiriyordu. Hareketin diplomasi çalışmalarında oldukça başarılı çalışmalar yürütürken kadın özüyle siyaset alternatifinin de emsalini oluşturuyordu. Mücadelemizin ikinci kuşağı olan Rojbin yoldaş, kadınların sadece savaşta değil, diplomasi gibi siyasetin en zorlu alanlarında bile kadın özgün duruşuyla, erkek zihniyetine ve onun zirveleşen iktidar alanı olan devlet kurumlaşmasına karşı da güçlü mücadele edilebileceğini göstermiştir. Ataerkil zirve yaptığı batı uygarlığıyla yüz yüz kıran kıran mücadele etmiş, değil benzeşmek, ilişki kurduğu herkesi etkilemiştir.
Ronahi yoldaşımız mücadelemizin yeni kuşağından genç bir yoldaşımızdı. Dağlarda mücadelesine devam etme kararlılığı olmasına rağmen örgütün kararıyla Avrupa’da çalışmalarını sürdürmüştür. Genç yaşına rağmen sisteme sırtını dönerek ve dağlarda kendini, halkını bulma erdemini kişiliğine kazımış bir yoldaşımız olmuştur. Duruşu ve katılımıyla Kadın hareketinin geleceğini örme iddiasını ortaya koymuştur.
Üç yoldaşımızın şahadeti yüreğimize sığmayan bir acıya neden olmuştur. Bu acıya
PKK’nin en eski geleneği olan mücadeleyi büyütme ve özgürlük alanlarını genişletme biçiminde şahadetlere cevap vermek boynumuzun borcudur.
Bir kez daha 15 Şubat komplosunun yıl dönümüne girerken, Önderliğimizin özgürlüğü ve şehitlerimizin anısına cevaben görevlerimizin yüksek bilincini taşıma ve pratikleştirme kararlılığı içerisinde olmak temel yaklaşımımız olmak durumundadır. Bilinmektedir ki, bölgemiz ve halkımız açısından içinden geçtiğimiz bu zor süreçte şehitlerimize layık olmanın ve önderliğimizi özgürleştirmenin yolu aşırı duygusallıklardan, sonuç alıcı olmayan yaklaşımlardan geçmiyor. Özgürlük yolu önderliğimizin paradigması ekseninde bilinçlenmekten ve duygu ile aklımızı doğru-yetkin kullanarak hareket etmekten geçiyor. Komplocuların oyunları üzerinde yoğunlaşıp, buna karşı güçlü örgütlenmekten ve onları umutsuzluğa düşürecek etkin mücadele yöntemlerimizden geçiyor. Önderliğe olan bağılılığımızın çok büyük olduğu açıktır. Önderlikle kurduğumuz bu güçlü bağları direnişi yükselterek pekiştirmek özgürlüğü gerçekleştirmenin teminatı olacaktır. Önderliğimiz özgürlüğüne kavuşuncaya kadar direnişimiz devam edecektir. Bu temelde kadın hareketinin ikinci aşamasını başlattığı “Önderliğimizi özgürleştirelim, soykırıma son verelim” hamlesini her alanda güçlü yürütmek temel dönem görevimiz oluyor. Bu lanetli komployu aşma ve Önderliğimizin özgürlüğü etrafında gelişecek olan mücadelemizi şehitlerimize layık bir seviyeye ulaştırma kararlılığımız sonuna kadar devam edecektir.
YAŞASIN REBER APO!
YAŞASIN SARA ÇİZGİSİNDE YÜKSELEN KADIN ÖZGÜRLÜK MÜCADELEMİZ!
YAŞASIN SARALARIN DİRENİŞİYLE ZAFERE YÜRÜYEN PKK, PAJK!
KAHROLSUN KOMPLOCU GÜÇLER!