İdil ovasından ulaşılmaz bir gezegenmiş gibi görünen Gabar’a her baktığımda kurduğum hayaller, ailemin ve komşuların her zaman sevgi ve minnetle bahsettikleri, her yerde olup da hiç bir yerde olmayan ve birçokları tarafından cin denilen insanların içine gitme düşüncesi zamanla içimde gerçekleşmeyi bekleyen bir ütopya, yüreğimin derinliklerinde ise adı konulmamış bir sevda haline dönüşmüştü.
Bu sevda giderek beni aileden uzaklaştırıyor ve düşünerek geçirdiğim her an beni her şeyi bırakıp gitmeye zorluyordu. Yeterince bilinçli olmadığımdan gün geçtikçe içimde büyüyen bu sevdaya fazla anlam veremiyor, sırrını çözemiyor, içinden çıkamıyordum.
Küçüklüğümden beri çok sık tanık olduğum olaylar, fazla bilincinde olmasam da bende çeşitli tepkiler yaratmıştı. Annelerin çocuklarını her Kürt çocuğunun korkulu rüyası olan “Cendirme hat” sözüyle korkutarak uyuturlardı. Özellikle, köyümüze her geldiklerinde köyün erkeklerini toplayarak istediğini döven, istediğini götüren, büyüklerin de korktuğunu gördüğümüz askere karşı duyduğumuz korku aslında tepkiyi de içinde barındırıyor ve bu tepki çok ağır ağır da olsa büyüyordu.
Biraz daha zaman geçtiğinde artık o dağlarda yaşayan esrarengiz insanların ne yapmak istediklerini anlıyordum. Kürt halkının üzerinde kapkara bir bulut gibi dolaşan kaderi değiştirmek, çocukların yine ninnilerle uyumasını sağlamak ve kurulan her yuvanın bir sonraki günün karanlık bitmesi kaygısını dağıtmak için, o herkese görünmeyen esrarengiz insanlar fırtına olmuş savaşıyorlardı. Bunun için onlara ulaşma, onları yakından görme, onlarla konuşup, onlarla yürüme isteği bende süreklileşen bir tutku haline dönüşmüştü. Genç yaşta böyle bir düşünceye kapılma ve dağa kavuşma hayaliyle büyümeyi herhalde ancak zulüm ve baskı gören, kendi ülkesinde düşmanın ayakları altındaki bir köle gibi yaşayan veya buna zorunlu kalan bir Kürt genci bilebilirdi.
Jandarmaların her zaman olduğu gibi köyümüzü bastığı o gün daha yakından gördüğüm ve yaşadığım bazı şeyler benim için bir dönüm noktası olmuştu. Jandarmalar tek tek evleri aramadan geçiriyor, bizler de sokakta oyun oynuyorduk. Kendisini, toprağını, halkını ve geleceğini sömürgeciliğe satmış bir hain bu esnada üzerimize doğru gelerek “Dağılın” diye bağırıp çağırmaya başlamış ve kendisini “Komutanına” beğendirme kaygısıyla en yakınında olan bana silahının dipçiğiyle bir kaç kez vurmuştu. İhanete karşı o an için elimiz kolumuz bağlı olduğundan sessizce dağılmıştık. Gururum kırık bir şekilde oradan ayrılıp giderken kendi kendime söz vermiştim.
Artık orada durmayacaktım.
“Ya özgür olacaktım ya da doğduğum ana topraklar bana haram olacaktı”.
Bir ay sonra, her gün köyün yukarısına çıkıp onu seyrederek hayal kurduğum, yüreğimi işgal eden sevdayı dindirdiğim Gabar’a gidiyordum. Ne ailem, ne de düşmanın engel olamayacağından emin, yumruklarımı sıkmış bir şekilde Akdağ yolunu geride bırakıyordum. Bir set gibi önüme çıkan Dicle suyunu da geçtikten sonra kendimi bildim bileli her zaman bahsini duyduğum ve benim için bilinmezliklerle dolu arkadaşlara ulaşmıştım. Sonunda çocukluk hayallerim gerçekleşmiş, geriye önüme koyduğum hedefler kalmıştı. En büyük hedefim çocukluktan beri içimde büyüttüğüm kini düşmanın beyninde patlatmaktı. Yılların intikamını aldığımı gözlerimle görmek, bu anı yaşamak ve çocukluğun bir izi olarak içimde kalan düşmanı büyük görme ve ondan doğan çekinceyi dağıtmak istiyordum.
Kürdistan dağlarına cennetten bir köşe gibi yerleşmiş olan Gabar’a ilk geldiğimde hayatımda görmediğim güzelliklerle karşılaşmıştım. Şırıl şırıl akan dereler, toprağı kavuran sıcaklara rağmen gizli haznelerden yeryüzüne fışkıran buz gibi kaynaklar, manzarasına doyulmayan köy ve mezralar, başlarını göğü delmek istercesine kaldırmış kavaklar, dere kenarlarında yüzlerce yıldır güneşi seyreden yaşlı çınarlar, cevizler.
Bu güzellikler kimin emeğiydi?
Gabar halkı, her birisi ayrı bir güzellikte olan yüzlerce köy kurmuş, her kuşak kendinden sonrakine daha güzel bir şeyler bırakabilme heyecanı ve umuduyla canı gönülden çalışmış, dağları karış karış işlemiş, düzenli bağ-bostanlar kurmuş, metrelerce duvarlar yükseltmişti.
Ve tarih 1994!
O canlı yaşama, yüzlerce yıllık emeğe bir günde son verilmişti. Düşman bu yaşamı kabul etmemiş, Kürtlere bu güzellikleri çok görmüştü. Köylüler katledilmiş, dipçik zoruyla köyler boşaltılmış, yakılmış, yağmalanmıştı. Bahçeler yakılmış, duvarlar yıkılmış, Gabar yerle bir edilmişti. Bütün bu güzelliklerin bir gün yakılıp yıkılacağını kim bilebilirdi ki? Her şeyden geriye Derşev köyünün bahçelerindeki çocukların kulağı dolduran neşeli çığlıkları ve bir film gibi gözümüzde canlanan oyunları kalmıştı.
Gabar insansızlaştırılmak istenmiş fakat başarılamamıştı. Boşaltılan köylerin gençleri grup grup umut savaşçılarına katılırken geriye kalanlar yürekleri Gabar’da, umutları dağlarda şehirlere göç etmek zorunda kalmışlardı.
Yakılan köylerle yüreği kavrulan ve öfkesi artan Gabar gerillası dışında o gün, Gabar da kendi kendine bir söz vermişti. “Ey zalim, hiçbir vadime rahat giremeyecek, hiç bir tepeme başı dik tırmanamayacaksın. Her gelişinin bedelini ödeyecek, her bahçenin yakılışının hesabını verecek, öyle döneceksin”
1998 yılı 1 eylül Dünya Barış Günü, partimiz birçok kez olduğu gibi yine ateşkes ilan etmiş, bütün bölge ve birimlere dikkat etme ve düşman üzerlerine gelmediği müddetçe herhangi bir saldırı yapmama talimatı vermişti.
Bu talimatla birlikte Gabar’daki bir taburluk gücümüz bir araya gelmiş, ateşkes kurallarına göre savunma konumumuzu ve planlamamızı yeniden gözden geçirmiştik. Ateşkese uyma ve meşru savunmayı yerli yerinde uygulama en başta dikkat edilecek hususlardı. Bu arada alt yapı çalışmalarına da hız verilecekti. Planlamalar sonrasında taburun bir arada olması da değerlendirilerek moral yapılmış ve sonra da birlikler, belirlenmiş olan yerlerine gitmek üzere vedalaşıp ayrılmışlardı.
Bu düzenlemeyle birlikte birliğimiz Geliyê Gurdila vadisine geçmişti. Bu vadide bulunan yıkılmış köylerdeki meyvelerden faydalanacak ve bununla beraber kış için erzak çıkarma ve diğer alt-yapı hazırlıklarını yapacaktı.
Yangından kurtulmuş bağlardaki üzümlerden pekmez yapılıyor, badem, ceviz ve incir gibi meyveler toplanarak kış için hazırlanıyordu. Tüm bunların yanında en zoru da bir eylemden daha zor ve tehlikeli olan ovaya inip erzak çıkarma görevi oluyordu. Çalışmalarımız bu şekilde ilerlerken diğer birliğimizden gelen iki arkadaş bölge komutanından uzun süreden beri Geliyê Gurdila vadisinde olmamız sonucunda düşman tarafından keşif edilmiş olmamız ihtimaliyle oradan çıkmamız gerektiğini belirterek yeni bir nokta yeri veren bir talimat getirmişlerdi. Bölge komutanımız bizi gideceğimiz noktada bekliyor olacaktı.
Geliyê Gurdila vadisi öyle sanıldığı gibi düşmanın istediği zaman girebileceği bir vadi değildi. Vadinin etrafı yüksek dağlar ve her yerden yol vermeyen yamaçlarla çevriliydi. Vadinin Kuzey doğusunda yeri itibariyle bir kaleyi andıran ve sadece bir kaç yolu olan Hastahane Tepesi vardı. Bu tepenin yolunu sadece bir kaç arkadaş biliyordu. Onlar da köylülerin orada olduğu dönemde onlardan öğrenmişlerdi. Yine vadinin batısında Çelê Sor, kuzeyinde ise Deriya Spî vardı. Tüm bu sırtların yamaçları, sarplığından dolayı yabani keçilerin mekanıydı. Yine bu yamaçlarda Soredar (Kırmızı ağaç) denilen ve ne kış, ne yaz yaprak dökmeyen ağaçlar, yabani keçiler ve küçük gerilla grupları için ideal gizlenme yerleri vardı.
94 yılındaki vahşi operasyonlarda dahi düşman bu vadiye girmemiş, havadan uçaklarla bombalamış ve gerillaya ulaşamamanın acısını savunmasız sivil insanlardan çıkartmıştı. Bombalarla toz dumana karışan vadi bambaşka bir manzaraya bürünmüştü. Buradaki köyler de boşalmış ve halkın bir kısmı gerilla denetimindeki yerlere sığınmıştı. Boşalan köylerin sessizleşen evlerinde kalan kediler ve bahçelerin yakılıp-yıkıldığını gören bülbüllerin sesleri artık daha acılı çıkıyor, alıştıkları neşeli çocuk bağrışmalarının yokluğu seslerine yalnızlığın verdiği bir titremeyi de katıyordu. Bir anda sessizleşen vadide, geriye yakılıp-yıkılmış evler ve boylu boyunca uzanmış kavaklar kalmıştı.
Hava kararır kararmaz vadiyi terk etmek üzere yola koyulan birliğimiz gece yarısına doğru belirlenen noktaya ulaştığında bölge komutanımızı bizi beklerken bulmuştuk. Bütün arkadaşlarla selamlaştıktan sonra konaklamak üzere bir yer tespit edilmişti. Kendisi ve çevresi üzüm bağları ve badem ağaçlarıyla kaplı olan noktamızda bazı arkadaşlar daha geceden birer taş ellerine alarak badem kırmaya başlamışlardı. Birlik komutanının kırmayan ve ikna eden uyarısından sonra ilk başta küçük kahkahalar duyulmuş fakat sonra gürültüler kesilmiş ve herkes bu işi sabaha bırakarak uyumaya koyulmuştu.
Sabahın erken saatlerinde herkes uyanık bir şekilde hazır bekliyor ama kimse hareket etmiyordu. Gabar’da, havanın açılmasıyla birlikte yapılan keşiften sonra normal yaşama geçiliyordu. İkinci günün sabahı da artık alışmış olduğumuz hazır bekleme durumunun tepecilerden arazide düşman olmadığına dair alınan cihaz tekmilinden sonra sona ermesiyle normal yaşama geçilmiş, günlük planlama ve çalışmaların düzenlemesi yapılmıştı. Bir manga arkadaş erzak getirmek için Çırav alanına gidecek, noktada kalan diğer arkadaşlar da etraftaki bademleri toplayacaktı.
Göreve gidecek manga yola çıktıktan sonra noktada kalan bizler iç düzenlememizi yapıp badem toplamaya koyulmuştuk. En atik olanlarımız ağaçların tepelerinden bademleri düşürüyor, daha sabırlı olanlar ise bademleri tek tek yerden toplayıp teneke veya torbalara dolduruyorduk.
Herkes sessizce çalışırken bu sessizlikten sıkıldığı anlaşılan Redur arkadaşın türkü söyleme önerisine ilk başta kimse yanaşmamış görünse de arkadaş şakalarıyla herkesi rahatlatmış ve yeni savaşçı eğitimini bitirerek birliğimize yeni katılmış olan Mordem ve Emin arkadaşlardan türkü söylemelerini istemişti. Mordem ve Emin arkadaşların söylediği türküleri herkes kimi zaman kahkahalarla kimi zaman sessizce eşlik ederek dinliyordu. Biz böyle moralli ve gayet gürültülü bir şekilde çalışırken birlik komutanından gelen talimatla gülüşmeler ve türküler bir anda yerini sessizliğe bırakmıştı. Düşman alanımıza girmişti. Toplanılan bademler aceleyle torbalara doldurularak belirlenen yere konmuş, iki arkadaş onları saklamakla görevlendirilirken diğer arkadaşlar “ne olmuş, kim söylemiş, neredelermiş” sorularını fısıltılarla kendilerine ve diğerlerine sorarak hızlı adımlarla noktaya dönmüşlerdi. Düşmanın bize böyle bir karşılama töreni hazırlayacağını hiç beklemiyorduk.
Düşmanın arazide olduğu haberini göreve giden arkadaşlar getirmişlerdi. Yola çıktıktan kısa bir süre sonra arazide düşmanı görünce bir timleri takviye olarak tepecilerin yanına giderken geriye kalanlar ise bir an önce noktaya haber vermek üzere geri dönmüştü.
Herkes toplandıktan sonra bölge komutanımız hemen bir düzenleme yapmıştı. Bölük komutanı K. arkadaş bir takım arkadaşla birlikte düşmanın geldiği yönün sağına geçecek, noktada kalanlar ise onların arkasındaki araziye uygun bir şekilde mevzilenecekti. Tepeciler en ön tarafta, yerlerinde kalacaklardı.
Herkesin yeri belli olduktan sonra bölge komutanımız durumun ciddiyet ve aciliyetini dile getirmişti;
“Çabuk olun! Düşman tepecilere doğru ilerliyor”.
Saat öğlenin on ikisine doğru ilerliyordu. Sabah saatlerinde hava o kadar sıcak olmasına rağmen şimdi kuzey batıdan büyüyerek gelen bulutlar gökyüzünü çevrelemiş yağmurun haberini veriyordu.
Düşmana görünmemek için kendimizi çalı ve ağaçların arkasına gizleye gizleye hızlı bir şekilde belirlenen yerimize gittik. Dürbünle, önümüzü ve düşmanın hareketlerini keşfederek hedefimize ulaşmıştık. Düşmanın bizi göremeyeceği sık bir ormana girince kayalık ve sık ağaçlarla kaplı uygun bir yer bularak orada durduk. Bulunduğumuz yerden düşmanın tuttuğu bütün tepeleri görebiliyorduk.
İkindi vaktine doğru artık iyice ağırlaşan bulutlar daha fazla dayanamayıp yükünü hafifletmeye başladı. Bunca yıldır Gabar’da ilk defa Eylül ayında yağmur yağıyordu. Tüm şiddetiyle yağan yağmur insana ilkbahar yağmurlarını hatırlatıyordu. Yağmur o kadar yağmıştı ki bütün yaz boyunca kuruyup çatlamış olan toprak suya doymuş ve artık üzerinde küçük su birikintileri ve gölcükler oluşmaya başlamıştı. Tabii bu arada biz de soğuktan tir tir titriyorduk.
Bazı arkadaşlar buldukları kaya altlarına sığınmalarına rağmen yine de ıslanıyorlardı. Kış aylarındaymışız gibi üşüyor ve vücudun titreyişine engel olamıyorduk. Hem ıslanmanın doğurduğu soğuk ve hem de artık hepimizin gözünde kesinleşen eylemin heyecanı birbirine karışıyordu. Hepimiz bir yandan titriyor, bir yandan da kaçamak bakışlarla etrafındakileri gözlüyor acaba yanlış anlaşılıyor mu diye düşünerek kaygıya kapılıyorduk.
Birlik komutanımız K. arkadaşla yaptığımız keşfi tamamladıktan sonra K. arkadaş, hem Şervîn arkadaşı, onun da fikrini almak üzere keşif yerine çağırmam ve hem de diğer arkadaşlara bu akşam için hazır olmalarını söylemem için beni noktaya göndermişti.
Şervin arkadaşa keşif yerine gitmesini söyledikten sonra halen üşüyen arkadaşların yanına giderek o akşam için hazır olmalarını söyledikten sonra keşif yapılan yere döndüm. Gittiğimde K. arkadaş Şervin arkadaşa tepeleri tarif ediyordu. Yanlarına gidince K. arkadaş diğer arkadaşların durumunu sorduktan sonra karşımızda hedef olarak duran üç tepeden hangisini vurabileceğimizi sordu. Sonra tepecilere yakın olanı tepecilerin vuracağını ekleyince hedef seçeneğimiz ikiye düşmüştü. Kısa bir sessizlik olunca sorusuna kendisi cevap vermişti;
“Bence ortadakini vuralım, biraz çıplak ama sorun değil. Zaten diğeri bize oldukça uzak düşüyor, içlerine o kadar girmek de iyi olmaz”.
Ortadaki çıplak tepe uygun görülmüştü. Balıksırtına benzeyen tepenin uzunluğu ancak yüz metre kadar vardı. Tepenin yamaçlarında çalılıklar ve tek-tük ağaçlar vardı, tepedeki ağaçlar ise daha önceki operasyonlarda kesilmişti.
Hazırlıklar tamamlanana kadar, gündüz yerini geceye bırakmıştı. Daha doğrusu gündüz geceyi bize armağan etmişti. Artık sadece düşmanın mevzilerinde yaktığı ateş geceyi ve gecenin içinde de kendini aydınlatıyordu. Havanın kararmasıyla birlikte bulutlar da dağılmış, yıldızlar kendilerini göstermeye başlamıştı. Adeta dans ediyor ve bize gülümsüyorlardı.
Takımımız tepeye doğru yürümeye başlamıştı. Gecenin sessizliğine bizler de sessizlikle yanıt veriyorduk. Gündüz yağan yağmur bütün ot ve çalıları yumuşatmış, geceyi sızma için uygun hale getirmişti.
Bir süre yürüdükten sonra artık tepeye yaklaşmıştık. Tepeye onların tahmin etmedikleri yönden yaklaşıyorduk. Düşman, yönünü tepecilerin olduğu tarafa doğru vermişken bizler tam aksi yönden, arkalarından onlara doğru ilerliyorduk.
Bir yere kadar beraber geldikten sonra savunma grubunu kendi yerinde bırakarak dört kişilik saldırı ve beş kişilik takviye grubu olarak ilerlemeye devam ettik.
Düşmanla aramızda kırk-elli metrelik bir mesafe kalmıştı. Gündüz keşif yaptığımız yer oldukça uzak olduğundan yamaçlarda gizli mevzilerin olup-olmadığını bilmiyorduk. Askerlerin mevzilerinden konuşma sesleri kulağımıza gelmeye başlamıştı. O esnada takviye grubundan yanımıza gelen bir arkadaş, sağ tarafımızdan seslerin geldiğini, düşmanın hareket ediyor olabileceğini söylüyordu.
Bunun üzerine takviye grubu komutanı Şervin arkadaşı çağırıp ona düşmanın hareket halinde olmadığını, soğukkanlı olmaları gerektiğini ve orada beklemelerini söyledikten sonra biz ilerlemeye devam ettik. Sızma şeklinde ilerleyerek mevzilerine iyice yaklaşmıştık. Artık tepenin zirvesinde yanan ateşi ve etrafındaki bir kaç askeri daha rahat görebiliyorduk. Subay olduğu anlaşılan birinin aniden duyulan “Kimse benden izinsiz mermi sıkmasın” sözleriyle kendimizi yere atmıştık. Bir süre öyle beklerken her birimiz acaba bizi gördüler mi diye düşünmekten kendimizi alamıyorduk. Fakat bu kadar yakınlarında olmamıza rağmen halen ateşe başlamamış olmaları görmediklerinin bir işaretiydi. Kalp atışlarımızı saydığımız bir bekleyişten sonra kulaktan kulağa fısıldayışlarla, çok dikkatli bir şekilde ikişer ikişer ilerlemeyi kararlaştırmıştık. Newal ve Zınar arkadaşlar, bizi takip edecekler, ilk mevziinin düşmesiyle birlikte onlar da bizler ilerlerken geride kalanları temizleyecek ve savunmamızı yapacaklardı.
Rêdûr arkadaşla kah sürünerek kah kaz yürüyüşüyle mevzilere on metre kadar yaklaşmıştık. Önümüzdeki ilk mevzi içinde ateş olmayan nöbetçi mevzisiydi. Daha fazla yaklaşıp-yaklaşmama konusundaki kısa bir tartışmadan sonra ilerlemeye karar vermiştik. Nefeslerimizi bile tuttuğumuz bir sızmadan sonra mevziiye yarım metre kadar yaklaşmıştık.
Askerler duvarları yüksek olan mevziinin içine oturmuşlardı. Dışarıdan sadece mevziiye yaslamış oldukları silahlarının namluları gözüküyordu.
Gabar’dan tek bir çıt bile çıkmıyordu. Sanki herkes ve tüm Gabar, biraz sonra duyulacak sesten haberi varmışçasına kulaklarını açmış çıt bile çıkarmadan bekliyordu. Noktada kalan diğer arkadaşlar eylemdekilerden daha heyecanlı ve sabırsız bir şekilde “Ha patladı, ha patlayacak” dedikleri bombanın sesini bekliyorlardı.
Sessizlik, Gabar’ın ve Gabar’ı bekleyenlerin sabrını taşırmak istemezcesine fazla uzun sürmeden bozulmuştu. Önce gecenin karanlığında parlayan mavi bir ışık, sonra karanlığı delercesine bir patlama ve onunla birlikte Rêdûr arkadaşın kleşinden, kükreyen bir aslanı andırarak fırlayan mermiler bütün geceyi bir anda doldurmuştu. Bu sesler içinde askerlerin çığlıkları dahi duyulmuyordu. Kurşunlarımızla arayı fazla açmadan biz de tepenin zirvesine ulaşmıştık. Mevzilerde ölü askerlerden başka kimse kalmamış, hepsi kaçmıştı. Çok hızlı fakat dikkatli bir aramadan sonra üç silahla birlikte geri çekilmeye başlamıştık. Her şey beş dakika bile sürmemişti. Savunmadaki arkadaşlara yaklaştığımızda daha düşman kendini toparlayamamış, tek bir mermi bile atamamıştı. Savunma grubumuz tepeyi BKC ve B-7 ile vuruyor, izli mermiler gecenin yüzüne desenler çizerek tepeye saplanıyordu.
Savunma grubunun ilk mevzilerine yetiştiğimizde genç Emin ve Özgür arkadaşları mevzide görmüştük. Geldiğimizi onlara haber verirken cihazımız olmadığı için bizden haberi olmayan bölük komutanımız K. arkadaşın bağıran sesini duyuyorduk;
“Geldiler mi”?
Arkadaşlar geldiğimizi ve hem de bir kaç silah getirdiğimizi haber verdiklerinde inanmayarak “Ne silahı? Beş dakika olmadı. Şimşek mi oldu bunlar” diye sorarken BKC ile de durmadan taramaya devam ediyordu.
Saldırı ve takviye grubu yola çıktıktan sonra arkadaşlar sonunda BKC’ye doymayan K. arkadaşı yerinden kaldırmış ve onlar da yola çıkmışlardı. Düşman daha yeni yeni etrafını tarıyor ve tüm olanların sorumlusu olarak gördükleri hain karanlığı attıkları ışıldaklarla yaralamaya çalışıyordu.
Tepeden iyice uzaklaştıktan sonra bize yetişen K. arkadaş, grubu durdurup eylemin nasıl geçtiğini ve yaralı olup olmadığını sormuştu. Yaralı kimse yoktu. Fakat sadece ben kendi bombamın parçasıyla elimden hafif yaralanmıştım. Gerçi bu yara moralimi bozmuyordu. Çünkü düşmana beni yaralama zevkini tattırmamıştım. Yaram pansuman yapılırken diğer arkadaşlar da kaldırılan silahları inceliyorlardı. Üç silah kaldırıp hiç bir kayıp vermemek herkese büyük bir moral vermişti. K. arkadaş eylemin sonucu olarak alınan iki G-3 ve bir A-4’ü görüp incelediğinde;
“Hiç çalışmamış, herhalde onlara çalıştıracak fırsatı vermediniz. İşte böyle vurup şimşek gibi de içlerinden çıkılmalı” diyerek herkesi kutlamıştı.
Pansuman karanlıkta yapılabileceği kadar yapılıp gündüze ertelendikten sonra noktada bizleri merakla bekleyen arkadaşları fazla bekletmemek üzere hızla yola koyulduk. Yürüyüşe başlamamızla birlikte ilk kez eyleme katılmış olan Emin yoldaş yanıma gelerek silahımı almak isteyince, ona silahımın bende kalmasının daha iyi olacağını ama isterse bir G-3 taşıyabileceğini söyledim. Emin yoldaşın yüreğinden gözlerine ve oradan da yüzüne ve bütün vücuduna taşan sevinci gördüğümde ilk katıldığım eylem ve o günkü heyecan ve mutluluğum aklıma gelmişti. İlk eylemden sonra ben de çocukluk hayallerim ve hedeflerime yaklaşmanın mutluluğuyla aynı böyle sevinçliydim. Ve bugün de aynı duygular halen yüreğimden taşıyordu. Tüm bunları düşünürken nasıl geçtiğini anlamadığım yürüyüşün sonunda, noktaya ve arkadaşlara ulaşmıştık. Fakat o noktada kalmayıp Gabar’ın daha iç kısmına, derinliklerine geçmek üzere yola çıktık. Eylemin başarısıyla morali birkaç kat artan bölüğümüz yeniden yürüyüşe geçmişti. Yorgunluk o an için bizleri rahatsız etmiyor, bir şeylere cevap olabildiğini düşünmenin verdiği moral gücümüzü arttırıyordu. Yürüyüşümüz sonucunda sabah olmadan yeni noktamıza ulaşmıştık.
Düşmanın hareketini keşfetmek üzere çıkartılan grup, sabahleyin düşmanın halen oralarda olduğu haberini vermişti. Fakat bu durum fazla devam etmemiş, düşman aynı gün yenik bir şekilde geldiği yere, kendi sahasına dönmüştü. Kendi sahamızda yine galiptik. Agît’i bağrına basmış Gabar yine sözünü tutmuştu. Düşman, yine her sefer olduğu gibi bedelini ödeyerek geri gitmişti. Gabar’da her eylem Agît’in, Agîtlerin ve Gabarlıların intikamı içindi. Her eylem onların özgürlük hayalleri için…
Gerilla Anıları