Canda SU
Toprak damlı evlerin hüznü bir başka olur. Kutsal alevin üstünü örten toprak kadınla gök arasında bir köprüdür aslında. Toprak damlar birazda bunu anlatır. Kutsal ateşin yakıldığı ateşgahlarına tahammül edemeyenlere karşı en çok toprak damlı evlerde durdular. Ateşin kutsallığını tüm insanlığa anlattılar. Laleş’te kendini ateşe adayan kadınların Kebanilerin ardılları olarak her gittikleri yerde ateşi korudular. Hephaistos’ta ateşin yararını, ateşten yararlanma sanatını Prometeus’ta, kutsal Alevi’de Hestia’da tanrılaştırdılar. Vesta tapınaklarında ateşi koruyan Roma rahiplerinin ilham kaynağı oldular. Kutsal ateşin yakıldığı ateşgahlarını tüm dünyaya anlattılar ama en çok onlar yalnız kaldılar. En çok Melek kültüründen gelen o kebaniler katliamlara maruz kaldılar.
Yüzünü güneşe dönerek dua etmekten hiç vazgeçmediler. Onları kötülüklere karşı koruyan güneşe inatla inanmaya devam ettiler. İnançlarını bir yaşam biçimi haline getirdiler. Tarihin en eski inancı olarak kendilerini korumayı başardılar. Melekê Tavus’un seçilmiş halkı olarak bütünselliklerini hayat-ölüm-hayat diyalektiğinde yarattılar. Ölümden sonra devam eden yaşamın bütünselliğini ruhların göçü olarak ifade ettiler. Ruhların başka bir bedende tekrar dünyaya geldiğine inandılar. Melekê Tavus’un itaatsizliğinin Êzdan tarafından af edildiğini ve Xweda’nın (Tanrı’nın) O’nu kendisiyle bir ve eşit kıldığına inandılar. Tanrısal özellikler atfedilen Tavus’un; güzelliğin, mükemmelliğin ve sonsuzluğun sembolü olduğunu bildiler.
Doğaya olan inançlarını güneşi, ateşi, suyu, havayı ve ayı kutsayarak anlattılar. Bir aydınlık ve ışık dini olan Êzîdîlik’i kötülüğün kuşatıcı çemberine rağmen korumayı başardılar. Güneş adına yeminler ettiler. Güneş ışınlarının ilk düştüğü yeri öpmeye devam ettiler. “Bi ve roje! (Güneş’e and olsun) ve Ez bi vê İşiqê sond dixwim” (Bu ışığın-aydınlığın üzerine yemin ederim ki!) dediler. Ellerini güneşe tutarak yüzlerine sürdüler. Sonra ellerinin içini yani avuç içini öptüler. Onun için bir güneşe olan inançlarını bir de aşklarını en çok avuç içlerini öperek gösterdiler ya. 72 fermana ve en son Şengal’de yapılan 73. Fermana Güneşin nuruyla karşı durduklarına inandılar. Anlamı güneşte buldular.
Güneşin yeryüzüne inmiş hali olarak kabul ettikleri ateşe saygıda kusur etmediler. Tüm anmalarında ateşi kullandılar. Kutsal mekanları olan Laleş’te ateşin sürekli yanmasından güç aldılar. Ateş o kadar kutsaldı ki ancak kendisi gibi kutsal olan toprak ile söndürülmesini kabul ettiler. Onun için hep toprak damlı evlerde durdular. Tek kutsal mekanları olan Laleş tapınağında ateşi yaktılar. Êzda’nın (Tanrı’nın) dünyayı ve canlıları Laleş’teki topraktan yarattığına inandılar. ‘Mor Kirin’ (vaftiz) törenlerinde kullanılan Kaniya Spî’nin iyileştirici gücüne inanan kadın ve erkekler bu suya girdiler. Dua ederken “Bira Xwedê bê hawara 72 miletan paşê were hawara Êzidixane!” (Allah ilkin yetmiş iki milletin yardımına koşsun sonra Êzidi halkının yardımına gelsin.) dediler. Xweda’nın yarattığı her şeyi sevmeyi dini bir ilke olarak benimsediler.
Etrafına Toq-çember çizildiğinde savunmasız beklediler. Hiç kimseye saldırmadıkları gibi kendilerini savunmayı da bilmediler. Çünkü onların lügatında savaş hiç olmadı. Toq çemberden çıkmak için birilerinin cennet kapısını çizmesini umut ettiler. Ancak öyle özgürlüklerine kavuşabilirlerdi. “Ölüm’ kelimesini hiçbir zaman sevmediler. Onun yerine ‘libasê xwe, kirasê xwe guherî (kıyafetini değiştirdi) dediler. Bedeni, ruhun bir kıyafeti olarak değerlendirdiler. Tıpkı yılan gibi derisini değiştiren ruhun yaşamaya devam edeceğine inandılar. Laleş tapınağının ön yüzünde yılan kabartmaları ile bunu anlattılar.
Doğu takvimini esas aldılar. Nisan ayının ilk çarşambasına ‘Çarşema Sor’ ‘Sersal’ dediler. Bir çocuğun saçlarını uzayana kadar hiç kesmediler. Çünkü saçların ruhların bir parçası olduğuna inandılar. Erkekler de saçlarını uzattılar. Kastlar arası farkları azaltan Ahiret Kardeşliğine inandılar.
Tüm bu kültürel zenginlik içinde ateşi koruyan ve ömürlerini inandıkları davaya adayan Kebani’ler Laleş’in korunmasını sağlamaya devam ettiler. Tarihte önemli direnişlere öncülük eden Mêyan Hatun, Xanzada Pîrmam, Xatûna Fexra’nın mirasına sahip çıkan kadınlardı bunlar. Melek kültüründen gelen Zerdüştlük’te ve Mazdekçilik’de olduğu gibi kadın erkek eşitliğini ve kadının önemli rolünü esas aldılar. İçteki çekişmeler ve ihanet karşısında toplumun çıkarları doğrultusunda bir tavır ve siyasi duruş sahibi oldular. Sözlü edebiyatlara konu olan birçok ağıt, jandıl ve şiirlerde yer aldılar. Bugün yaşadıklarının benzerini tarihlerinde tekrar tekrar yaşadılar. Örneğin Anqosî aşiretinin siyasi ve dini öncülüğünü yapan Şêx Mirza ile Osmanlı ordusu arasındaki bir savaşta Şêx Mirza yenilince yüzlerce Anqosî aşireti üyesi katledilmiş; kadınlar esir alınmaya çalışılmıştır. Bunun üzerine Anqosî aşiretindeki birçok Êzîdî kadın, Osmanlı ordusunun eline esir düşmemek için kendilerini Batman çayına ya da Dicle suyuna attılar. Tıpkı Bese Ana gibi, kadın özgürlük mücadelesinin öncü isimlerinden Beritan (Gülnaz Karataş) gibi… Kendini uçurumlardan atarken “Em in em jinên Kurdan e/ Mirin ji bo me erzan e / Lê namûs ji bo me giran e / Em lez kin bilezînin / Biçin ser pira Mala Badê / Bi desten hev bigirin û bavêjin / Avên çem behr u deryan e /Bila goştê me bibe xwarina mişk, mar u masiyan e / Lê can û cesede me nekeve deste eskerê bênamûs / Eskerê roma reş eskerê Tîrkan e” şeklinde dile getirdikleri stranları ile bu direnişi anlattılar.
Dengbêjlik geleneğini güçlü bir biçimde sürdürdüler. Memê Alan, Siyabend û Xecê, Filîtê Quto, Şêx Mirza, Derwêşê Evdi ve Edulê, Dawudê Davud, Cangîr Axa destanları ve anlatılarında önemli bir yer tuttular. Bugün Şengal dağında yankılanan Edulê’nin özgürlük çığlığıdır esasında.
Dağ kokularıyla dolu ezgilerini en güçlü şekilde temsil eden, Berdolavi (çıkrıkbaşı) şarkılarını seslendiren ve kültürlerinin, dillerinin en güçlü taşıyıcısı olan bu kadınlar, Şengal, Sibo Tel Xıdır ve Tılezer’de dünyanın gözü önünde Ağustos-Eylül ayında gerçekleşen katliamda toplu bir kırıma uğradılar. Bu kadınların isimlerini bilmiyoruz. Her birisinin hikayesinde saklı olan özlemlerini, umutlarını, aşklarını bilmiyoruz. Dünyaya “4 bin 500 Êzîdî kadın DAİŞ çeteleri tarafından kaçırıldı, toplu tecavüze uğradı, pazarlarda satıldı, katledildi” şeklinde servis edilen soğuk haberlerin soğuyan vicdanların duvarlarına çarptığını biliyoruz. Güneş sevdalısı bu kadınların, ateşi koruyan bu Kebanilerin isimlerini bilmediğimiz gibi sayılarının da ne kadar olduğunu net olarak bilmiyoruz. Sadece kadın özgürlüğünün kendi cehennemi olduğunu bilen, demokratik halkları tehdit eden kapitalizmin son icadı olan DAİŞ’e karşı Rojava’da Arin Mirxanların, Şengal’de YJA-STAR’ın öncülüğünde Kürdistan kadınlarının yaktığı direniş ateşinin Laleş ateşgahlarını koruyan Kebanilere umut olduğunu biliyoruz. Şengal’den Kobane’ye direniş ateşinin yükseldiğini biliyoruz.
Dünyanın, her 18 günde bir erkeklerin elinde el değiştiren, çetelerin ellerinden kurtulmayı başardıktan sonra aileleri tarafından “yüzkarası” diye katledilen, Musul’da kadın pazarlarında satılan, Telafer’de beş ayrı kampta tutulan, toplu zindanlarda ruhen ve bedenen katledilen kadınların yaşadığı vahşet karşısındaki sessizliği ürpertiyor. Kapitalist modernite kadınlara yönelik şiddetini sistemli bir şekilde DAİŞ eliyle uyguluyor. Ve bunu hayatın şifresini ilk çözen Êzîdî kadınlarının şahsında yapıyor. Buna karşı Kürdistan Kadın Özgürlük Mücadelesi öncülüğünde gelişen kadın direnişine daha fazla katılmak ve 25 Kasım’a bu ruhla “Şengal’den Kobane’ye direnişi yükseltiyoruz” diye katılarak koruyamadığımız Ezidi kadınlara özeleştirimizi vermek tarihi bir görev olarak biz kadınları bekliyor. “Bi ve roje! (Güneş’e and olsun) diyerek doğayla bağın en sade ifadesi olan bu kadınlar gibi güneş ışınlarının ilk düştüğü yeri öpmenin ve ellerimizi güneşe tutup yüzümüze sürmenin zamanı geldi de geçti bile. Bütün kadınlar bir olursak güneşin yasını alırız emin olun…