Roza amed
Kürt Özgür Kadın Hareketi bünyesinde Medya Savunma Alanlarında çalışmalarını yürüten Jineoloji Akademisi son süreçte yaşanan kadın ve çocuklar üzerinde gelişen şiddet ve cinayet olaylarıyla artmış olan toplumsal şiddettin nedenlerini ve bunu önlemenin yol ve yöntemlerini ve buna karşı geliştirmiş oldukları projeleri tartışıyor. Jineoloji Akademisi ile bu konuları konuştuk.
Toplumsal şiddeti neye bağlıyorsunuz? Toplumsal şiddet hangi etkenler üzerinden kendisini topluma yayıyor? Hangi toplumsal katmanlar üzerinden gelişiyor?
Jineoloji Akademisi: Şiddetin nedenleri konusunda ortaya atılan bir çok görüş var. Şiddeti insan doğasına atfeden Freud gibi bilim adamları “saldırganlık insanın doğasında var” diyerek şiddetin meşrulaşmasına olanak sağlamışlardır. Öncelikle tüm canlılardaki kendini savunma, koruma refleksi ile şiddetin birbirinden ayrıştırılması büyük önem taşıyor. Öz savunma bir canlılık özelliğidir, total bir yaklaşımla onu da şiddetle özdeşleştirmek insanı-toplumu tüm saldırılar karşısında savunmasız bırakmak anlamına gelir. Şiddet sadece psikolojik, hormonal bir olay değildir. Böylesi değerlendirmeler yapanlar, örgütlü şiddet kurumlarının toplumda yarattığı şiddet kültürünü yadsıyarak, şiddeti münferit, bireysel, psikolojik bir olgu haline getirmiş oluyorlar.
Şiddet kültürünü üreten, geliştiren asıl kurum devlettir. Devletli, sınıflı uygarlıktan önceki dönemde kendini savunma daha yaygınken, ölümlerin büyük bölümü hastalık, hayvanların saldırması, yaşlılık, doğa koşullarının etkisi ile olur. Antropolojik araştırmalar da göstermektedir ki toplu şekilde öldürülmeye dair bulgular devletli uygarlıklarla birlikte başlamaktadır. Avcılık kültürünün de etkili olması muhtemel olmakla birlikte, bu kültürün etkin olduğu neolitik öncesindeki süreçte de toplu biçimde öldürmelere dair bulgular yoktur. Muhtemelen kavgalar olmuştur, böylesi tek tük bulgular olmakla birlikte münferit olarak değerlendirilecek olanlar bunlardır. Günümüzde yaşananlar değil. Şiddet; insanın köleleştirilmesi, elinden bir şeylerin alınması için zor kullanmak, öldürme de dahil olmak üzere, tecavüz, taciz, yaralama, kendini savunma, koruma ve yaşama olanaklarının elinden alınmasını ifade eden kapsamlı bir zor biçimidir.
Örgütlü şiddetin kurumları olan devlet ve ordular bilindiği üzere erkeklerin etkin oldukları kurumlardır ve başta kadın olmak üzere, özgür-doğal topluluklar üzerinde şiddet uygulayıp onları köleleştirerek gelişmişlerdir. Ordu ve devlet şiddet tekelidirler ve bize yıllarca propaganda edildiği gibi toplumun düzeni yada güvenliği gibi bir misyonla değil, başından itibaren gasp için ortaya çıkmışlardır. Bu nedenle şiddet toplumda başta bu kurumlarla ve bu kültürün temsilcisi olarak erkekler tarafından yayılmıştır. Ancak şiddeti erkeklikle bağlantılı kılan şey öyle bahsedildiği gibi erkekteki hormonların saldırganlığa yol açmasından ziyade, şiddete dayalı kültürün eril özellikleri öne çıkararak, ona bu şiddet yoluyla avantaj sağlamasıdır. Bu avantajdan faydalanan bazı erkekler hem ailede kadın ve çocukların baskı altında tutmak için, hem de toplumda kendinden fiziki, sosyal statü veya farklı bakımlardan zayıf olan erkeklere karşı şiddeti alabildiğine geliştirerek topluma yaymışlardır. Çok az sayıda kadın da böylesi erkeksi değerleri temsil ederek bunda rol sahibi olmuşlardır. Ancak genel olarak kadınlar şiddet mağduru bir konumdadırlar.
Toplumsal şiddetin en çok kadın ve çocuklar üzerinden gelişmesini neye bağlıyorsunuz?
Jineoloji Akademisi: Öncellikle şiddetin toplumsal bir olgu olmadığı gerçeğini öğrendiğimizden beri, pek doğal bir durum yaşamadığımızı da anladık. Yoksa alıştırılmış bir düşünce tarzı ile hemen herkes kadınlara ve çocuklara uygulanan bu vahşeti kendisince haklı gerekçelere sığdırmıştır. Çünkü şiddet bir eğitim-terbiye tarzı olarak yaşamımızda kalıcılaştırılmış, olumlu sonuçları olduğuna inandırılmıştır. Belirttiğiniz üzere şiddet en çok kadın ve çocuklar üzerinden geliştiriliyor ama genel olarak erkeklerin de hem şiddet uygulayan hem de üzerinde şiddet uygulanan olarak dâhil edildiği bir şiddet toplumu yaratılmaya devam ediliyor. Sadece fiziki bir müdahale olmayıp daha çok ruhsal, düşünsel sindirmeye yönelik bir biçimlendirme yöntemi olarak da kullanılmıştır. Şiddet nedir diye sorulsa ilk aklımıza gelen herhalde kaba dayak, fiziki işkence, herhangi bir araçla öldürme vb. şeyler olur. Ancak insanların açlıkla terbiye edilmesini, kendi adına karar veremeyecek kadar iradesizleştirilmesini nasıl tarif edeceğiz? Kendi gölgesinden bile korkan, güvensiz, silik kişilikler yaratarak aslında sağlıksız bir toplum oluşturma çabasında şiddet önemli bir faktör olmuştur. O yüzden de atasözü haline de getirilen ‘ağaç yaşken eğilir’ sözünden de anladığımız gibi dik duran ne varsa eğilmesi-ki insanlar ağaçlar gibi rahat bir şekilde eğilemiyor- gerekir. Bunun için öncelikle iradenin kırılması gerekir. İradesiz çocuklar iradesiz bir toplumun zemini olduklarından bu yöntem daha da zenginleştirilerek devam ettirilir. Okulda öğretmenlerimiz bizi disipline etmek için şiddet uygular. Ailede baba namus bildiği kadını başka erkeklerden korumak için döver, öldürür. Sokakta tahrike geldiği için taciz, tecavüz eder. Askerlikte de insan olma kimliğinden sıyrılıp, sistemli şiddet uygulayıcısı haline gelir. Yaşadığını başkasına yaşatmakla görevli olur ve bu sistemin devamı için iyi bir yasa koruyucusu olur. Bunları neden belirtiyoruz? Çünkü şiddetin kim-kimler tarafından uygulandığı ve sebeplerini doğru ele alabilirsek, neden en çok kadın ve çocukların şiddete maruz kaldığını da anlayabiliriz. Aslında zora dayalı bir toplumsal ilişki tarzının geliştirilmesiyle başlayan ezen-ezilen ikilemi, kadın-erkek kimliklerine biçilen roller her yönlü mitolojik, felsefi, dinsel ve de bilimsel olarak sorgulanamaz, değiştirilemez yasalar haline getirildi. Özellikle toplumsal yaşamı devlet olgusuyla bir tutan zihniyet, teklik üzerinden yaşamın farklılıklarını ortadan kaldırmak için fiziki müdahale de dahil her yönlü operasyonlar yürütmüştür. Adeta bir mühendis gibi her şeyi kullanılacak bir malzeme gibi kendi çalışmasına uygun hale getirmeye çalışıyor. Buna gelmeyeni de cetveliyle ölçüp, kesip, biçiyor. Örneğin çok kaba gelebilir ancak yaşadığımız vahşete baktığımızda, erkek terörünün kadına da, çocuklara da bu şekilde yöneldiğini görebiliyoruz. Erkeğin binyıllardır kendine ait gördüğü ve ona itaat eden kadının küçücük bir direnişi bile öldürülme sebebidir ki kölenin efendisine isyanı suçtur, ceza gerektirir. Suç-ceza kanunlarını tanrıların buyrukları gibi kadına hükmetmekte kullanıyorlar. Bu hükmetmenin kurumları da kutsal hale getirilir ki asıl sorun bu kurumlarda iktidarın istenilen şekilde işlememesi sonucu ortaya çıkar.
Yani aslında son dönem kadın katliamlarının, kadında gelişen karşı duruşla, direniş ile bağlantılı arttığını söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle erkeğin kendi egemenlik alanı olarak gördüğü kadının bir arayışa girmesinden, gerçekleri görmesinden bu kadar rahatsız olması aslında onun güçsüzlüğünü de ortaya sermektedir. Ancak kadın direnişini kazanıma çevirecek bir yaşam alanı örgütlenemediğinden erkek tüm güçsüzlüğüne rağmen kadının çaresiz olduğunu biliyor ve yaptıklarını meşrulaştırıyor. Çünkü yaptığını meşru gören, tabiri caizse sırtını sıvazlayan hemcinsleri, hükümeti, anayasası, polisi, töreleri, mitolojisi, dini, onun efendi olduğunu ispatlamış bir bilimi var. Bu kadar dengesizlik sonucunda kadın erkek ilişkisinde gelinen aşama göstermiştir ki artık mızrak çuvala sığamıyor. Ne aşk edebiyatı, ne de kutsal aile bağları durumu kurtarmaya yetmiyor. Çocuklar konusunda da aslında durum pek farklı değil. Sürekli her yerde sloganlaştırıldığı gibi çocuklar geleceğimiz ise o zaman yaşanan bu ahlaksızlığı ne ile tanımlayacağız? Öyle ki gelecek tecavüzle tacizle öldürülüyor. Demek ki bu çocuklar geleceğimizdir sözünü doğru okumak gerekir. Erkek egemen sistemin gelecekten kastı aslında kendi hanedanlığının devam etmesidir. O yüzden sağlıklı bir kuşak yetiştirmek gibi derdi olmayan bir zihniyetin açıkçası sadece kaç çocuk olması gerektiği ile ilgilenmesi de anormal gelmiyor. Çünkü ataerkil bakış açısında çocuk daha fazla işgücü, daha fazla asker, daha fazla doğum makineleri demek.
Kısacası kadınlar ve çocuklar üzerinden kendini devam ettirmek isteyen sömürü sisteminin var olma tarzı şiddet olmaktadır. Toplumlara hükmetme biçimi olarak şiddet bir kültür olarak her yönlü yaygınlaştırılmıştır. Eşitliğin, özgürlüğün, sevginin olduğu bir toplumda şiddete neden ihtiyaç duyulsun ki?
Son süreçte Türkiye’de kadın ve çocuklara yönelik tecavüz ve cinayetlerin artmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Jineoloji Akademisi: Kadın ve çocuklara dönük tecavüz ve öldürmelerin artmasında Türkiye’de maço karakterli, herkese sayıp söverek, hiçbir muhalif sesi dinlemeden iş yürüten faşizan bir hükümetin işbaşında olması belirleyici rol oynamaktadır. Tayyip Erdoğan erkekler için bir rol modeli olarak toplumda bu kültürün gelişmesinde etkilidir. Bu çerçevede Türkiye’de gittikçe artan kadın katliamları ve tecavüzlerde ataerkil tarihsel kültürle birlikte iki olgu öne çıkıyor;
Birincisi; kim ne derse desin bildiğini okuyan, yüzlerce insanı, özellikle de kadın ve çocukları öldüren polisini ödüllendiren, pervasızca doğayı tahrip etmekte sakınca görmeyen, yoksulluk ve işsizlik artarken açıkça hırsızlık yapmasına rağmen etrafına dayılanan bir iktidar toplumda şiddet ve tecavüz kültürünün gelişmesine tetikleyicidir. Zaten cinsiyetçi, kadın düşmanı yanlarından hiç bahsetmeye bile gerek yoktur. Bununla sıradan bir erkeğin küçücük bir kız yada oğlan çocuğuna tecavüz etmesi arasında bağlantı olmadığını düşünenler yanılıyor. Yapılan bir çok araştırma da göstermiştir ki tecavüz cinsel güdülerin şahlanması ile olmuyor yalnızca, sadece küçük bir kısmı böyledir. Feminist yazar Maria Mies’in tecavüzü tetikleyen asıl dürtüye ilişkin; “aşağılama, tecavüz etme, işkence yapma, erkeğin efendi olduğunu gösterme arzusudur” değerlendirmesi oldukça yerindedir. Bir kadına dönük tecavüz tüm kadınların tehdit edilmesi anlamına gelir. Kürdistan’da örneğine bolca rastladığımız biçimde hem kadınları hem de muhalif kesimleri, ezilen halklar açısından da tecavüz direkt devlet eliyle bir caydırma ve cezalandırma aracı olarak kullanılmıştır/kullanılmaktadır. Tecavüzle birilerine dersleri verilmiş, hadleri bildirilmiş olur.
İkinci husus ise; tecavüzü yaygınlaştıran inançlar ve bunların yaygınlaşmasını sağlayan araçlardır. Filmler, diziler, internette yaygınca yer bulan pornografi teoriyi, tecavüz de pratiği şekillendirir. Tecavüzcülerin büyük bölümü sapık, hasta yada deli değil, oldukça “normal”dirler. Ancak bir çoğunun kafasında medyanın, edebiyatın, hatta bilimsel denilen araştırmaların yada cinsiyetçi kültürün yarattığı tecavüzcülüklerini meşrulaştıran nedenleri vardır; kadınların tecavüzü arzulayıp kışkırttığı, bundan zevk aldıkları, küçük kız çocuklarının ensest fantezileri kurdukları, meslek sahibi kadınların cinselliklerini kullanarak yükseldikleri, fahişelerin şehvet düşkünü oldukları için bu işi yaptıkları, karısını-sevgilisini dövmenin aşkın yoğunluğunu ifade ettiği yönündeki düşünceler bunlardan sadece bir kaçıdır. Evli olan çiftler arasında tecavüz olabileceği ise zaten kabul görmez. Tecavüze ilişkin kadınların polise yaptıkları başvuru, mahkeme süreçlerinde tecavüze uğradıklarını kanıtlamalarının istenmesi de, kadınlar açısından tekrar tekrar tecavüze uğrama anlamına geliyor. Sonuç olarak; tecavüz bir devlet tarafından geliştirilen, göz yumulan erkek egemenliğinin ifadesi olan bir kültürdür. Son zamanlarda Türkiye’de bunun yaygınlaşması devletin bu kültürü yüceltmesinden kaynaklanmaktadır.
Kadınlara dönük erkek terörü konusunda da şunları söyleyebiliriz; erkeklerin tüm hakaretlerini, tecavüzlerini, emeklerinin, bedenlerinin sömürülmesine karşı çıktıkları anda öldürülüyor kadınlar. Erkeğin elinde tek iktidar ve erkekliğini sürdürdüğü alan karısı, sevgilisi sıfatından başka anlam yüklemediği, mutlak köle olarak gördüğü kadındır. Onu kaybettiğinde artık bir hiç olduğunu bildiğinden gerçekleştiriyor bu katliamları. Daha çocukluktan itibaren aşırı abartılan, kof bir biçimde şişirilen erkeklik hep üstün olmak zorunda olduğunu düşünüyor. Oğlan çocuklarını yetiştiren aileler, okullarda ders veren öğretmenler, medyada erkeklik vurgularında erkeğe zengin olması, cinsel performansının güçlü olması, dediği dedik olması empoze ediliyor. Bunlar olmadığında erkeklik eksilmiş oluyor. Sonuçta tarif edilen erkekliğe ulaşamayan erkekler büyük bir buhrana sürükleniyor. Bu nedenle erkeklik kültürünün sorgulanması ve yeniden inşası gerekiyor. Çünkü bu cinayetler iflas eden erkekliğin ifadesidir. Erkekler bu abartılı özelliklere sahip değiller. Bunun kompleksi ile daha zayıf gördükleri kadın ve çocuklara dönük saldırganlıkları ile kendilerindeki eksiklikleri telafi etme arzusu ile hareket ediyorlar. Sorun sadece yansıyan olaylar değil, mevcut eril kültür her gün yeni sapıklar, caniler, katiller yetiştirmeye devam ediyor. Kadınlar kadar erkeklerinde bu kültürü daha derinden sorgulaması gerektiğini düşünüyoruz.
Toplum şiddetten nasıl arındırılabilir?
Jineoloji Akademisi: Toplumda, özellikle de kadın ve çocuklar üzerinden yaygınlaştırılan şiddettin son bulabilmesi için öncelikle insan olarak uyuşturulmuş vicdanlarımızı uyandırmamız gerekiyor. Şiddetin bir suç olduğuna inanır ve bilirsek mutlaka buna karşı bir refleksimiz de olacaktır. Çünkü reflekslerimiz bizi eyleme geçirir. Artık görünen, yaşanan olaylar o kadar normal geliyor ki bir çok kişi umutsuzca sadece kendi başına gelmemesi için dua eder konuma getiriliyor. Fakat gerçekler değişmiyor. İnsanlar öyle bir hale getirilmiş ki ılık suya konulan kurbağa misali her geçen gün etrafını saran ateşin yakıcılığını hissetmeden yaşıyor. Bu yüzden toplumda güzel bir yaşam için umudu yaratacak bir hareketlenme gerekli. Böyle gelmiş böyle gitmez diyebilecek bireylerin yetiştiği alanlar açmak önemlidir. Yaşamın her alanını devletin denetiminden çıkaracak halk örgütlenmeleri ilk adım olabilir. Niye? Çünkü toplumun güvenliği, sınırları ekonomisi adı altında devletin resmi politikası haline getirilen ve evde, işyerinde sokakta, yani toplumun her alanında şiddet meşrulaştırıldığından bu alanları ortak yaşam alanları haline getirmek, insan ilişkilerinin adaletsizlikten arındığı bir alan olarak topluma açmak bir umut yaratacaktır. Aslında nasıl ki şiddet bir kültür olarak yaygınlaştırılmışsa, buna karşı duruş da kültürel olmalı. Yoksa Erdoğan’ın çıkıp birilerini idam edelim demesi bu şiddetin asıl sorumlularını gizleme amaçlıdır. Eğer onun gibi düşünürsek – Erdoğan unutmuşsa bile biz unutmadık- en ağır cezayı hak eden kendisidir. Çünkü şiddetsiz, sömürüsüz bir yaşam için örgütlenip, en demokratik bir şekilde sokaklarda haklarını isteyen kadınların ve çocukların vurma, öldürülme emrini veren kendisiydi. Kadın çocuk ayrımı yapmadan öldüren bir sistemin başbakanı olarak şiddet karşıtı olduğunu söylemesi inandırıcı bir şey değil. Hatta diğerlerini de aşan bir tarzla, şiddet toplumunu bir ihtiyaç olarak insanlara kabul ettirerek, kendi misyonunu eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor bile diyebiliriz. Bu açıdan şiddeti önleyecek temel felsefe tabi ki şiddet yüklü toplumsal algıları değiştirmeye yönelik bir kültürel mücadele olmalıdır. Özellikle şiddet üreten kurumları deşifre edip alternatif örgütlenme önemlidir. Örneğin orduların bir savunma gücü mü, yoksa iktidarların kendini sürdürme gücü mü olduklarını ortaya koymak gerekir. Toplum kendini kimden ve niye koruyor? Niye özel olarak birileri toplum adına, topluma şiddet uygulayarak bunu yapıyor? Sürekli toplumu paranoyak bir şekilde tutmanın kimlerin işine yaradığını görmemek için kör olmak gerekir. Kargaşa yaratarak kendini kurtarıcı olarak sunması da işin görünen kısmı. Bir diğeri de aile kurumu. Kadın erkek ilişkisini toplumsallıktan koparıp özel bir durummuş gibi dokunulmazlık sağlanan bir alan oluyor aile. Aslında böl, parçala, şiddet uygula zemini de diyebiliriz. Kocasıdır, babasıdır, kardeşidir, amcasıdır yani tanıdığıdır, bildiğidir. İstatistiklerde de gördüğümüz gibi en yüksek oranda bu tanıdıkların şiddeti tavan yapmış durumdadır.
Çünkü ilişkilerdeki sorunsallık şiddet üreten bir durumda. Erkek egemen koşullardaki evlilikler birbirini bitirmeye götürüyor. O yüzden evliliğin, erkeğin reis, kadının da onun denetimindeki karısı olarak artık yürütülemediği ortada. Karşılıklı iradeye dayanmayan bir birlikteliğin sevgi barındıramayacağı bir hakikat olup, acı sonuçlarıyla da her gün yüz yüzeyiz. Bu açıdan baktığımızda kadının daha çocukluğunu bile yaşamadan yangından mal kaçırır gibi erkenden evlendirilmesinin nedenlerini daha doğru değerlendirebiliriz. Yani ataerkil sistem açısından, kadını denetim altında tutmanın en güvenceli yeridir evlilik kurumu. Böyle ele aldığımızda aslında ne yapılması gerektiği de parça parça da olsa görünmeye başlıyor. Bin bir hileyle, yöntemle kadına kapatılan kamusal alanda Kürt özgürlük mücadelesiyle birlikte, kadının açığa çıkardığı kazanımları doğru sahiplenmek kadınlar için bir yaşam alanı açtı. Özellikle siyasetin demokratikleştirilmesinde belediyelerin kadın bakış açısıyla toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak olması önemlidir. Kadınların yaşadıkları sorunlara küçük-büyük, önemli- önemsiz ayrımı yapmadan kadınları da ortak ederek, birlikte çözüm aramak hem de yerelden bunu yapabilmek bir değişim yaratacaktır. Çünkü toplumda yaşanan, özellikle de kadına yönelik gelişen şiddetin münferit olmadığı gün gibi aşikârken, çözümünün de bireylerle sınırlı gelişemeyeceği bir gerçekliktir. Örgütlü bir güçle karşı duruşun yanı sıra yeni yaşam alanları da örgütlemek temel bir ihtiyaçtır.
Toplumun şiddetten arınabilmesi için hangi kurum ve kesimlere rol düşüyor?
Jineoloji Akademisi: Toplumun şiddetten arınmasının yegane yolu demokratik kültürün gelişmesi, toplumun kendi öz yönetim ve öz savunma güçlerine kavuşması ile gerçekleşir. Toplumdaki her kesim, her cins, her kültür, her sınıf kendi öz örgütlenmesini ve onun savunma gücünü oluşturdukça başkalarının kendi çıkarlarına dayalı keyfi yönetimleri, yasaları ve uygulamalarına karşı mücadele edebilecektir. Öz savunma da bunu koruma anlamı taşıyacaktır. Bunun bilincini oluşturacak akademiler, bu bilincin pratiğe yansımasını sağlayacak kurumlar, bu kurumların proje ve planlamalara kavuşturulması ile bunlar gerçekleştirilebilir. Bu nedenle kadın örgütlerinin devletten kendilerini koruyacak yasalar çıkarması, kadın ve aile bakanlıklarının sorumlu davranması için baskı yapması gerekir. Sığınma evleri ile sınırlı projeler geliştirmeleri bu sorunların aşılmasında yeterli değildir. Bunları bu çabaları tümden hiçleştirme anlamında belirtmiyoruz. Devletin bu konuda teşhir edilmesi doğrudur ancak asıl sonuç alıcı olan kadınların kendi öz örgütlenme, alternatif yaşam alanları yaratma ve öz savunma gücünü oluşturması ile olur. Trajikomik biçimde AKP’li aile bakanı Ayşegül İslam’ın çocuklara yönelik tecavüzlere karşı annelere “çocuklarınıza bağırmayı öğretin” tespiti insanda güler misin, ağlar mısın kabilinden bir hissiyat yaratıyor. Bu hanımefendinin yaratıcı fikri aslında devletten bu konuda “gölge etmesinler başka ihsan istemeyiz” dedirten bir yaklaşımı, en fazla da kadın özgürlük hareketlerinin benimsemesi gerektiğini ifade ediyor.
Kadın özgürlük hareketlerinin örgütlenme, bilinç ve deneyimleri bu şiddete karşı daha sonuç alıcı çalışmalar yapabilme olanağına sahiptir. Ancak bu gücü sonuç alıcı biçimde organize etme ve kendi öz gücüne dayalı olarak geliştirmeye ihtiyaç var. Kalıcı sonuç almanın yegane yolu kadınların kendi çözümlerini kendi öz güçlerine dayalı olarak geliştirmesinde yatmaktadır.
Bunun için kadın bilimi olarak ne öneriyorsunuz. Herhangi bir çalışmanız var mı?
Jineoloji Akademisi: Tekrar belirtmeliyiz ki öncelikle toplumsal sorunların kaynağını doğru analiz etmek gerekir, bu şekilde alternatif çözümü geliştirilebiliriz. Günümüz biliminin nasıl yapılandırıldığını, şiddeti meşrulaştırma zemini olarak nasıl kullanıldığını araştırdıkça insanı hayrete düşüren bilgilerle de karşılaşıyoruz. Özellikle kadın-erkek, insan-doğa ilişkisini tanımlayan bilgilerin hangi amaçla geliştirildiğini bugün yaşadıklarımızdan daha iyi anlayabiliyoruz. Şiddeti insan doğasına indirgeyen bir bilimle, büyük balık küçük balığı yer felsefesini geliştiren bir zihniyetle, güçlü olan yaşamda kalır diyerek daha daha güçlü olmanın yolunu başkalarını yok etmek üzerinden öğreten bir bakış açısının nelere yol açtığı ortada. Yani aslında kadın üzerinden tüm toplum şiddet cenderesi altına alınmıştır. Bu açıdan baktığımızda, yaşamın her alanında erkekliğin baskın olması itibariyle kadın başka bir şekilde, kendi özgür iradesiyle yaşayabilmenin ihtimalini bile düşünememektedir. O yüzden de kadın düşüncesinde yaratılan korkaklığı aşmadan, varlık olarak erkeğe göre tanımlanma ya da erkeğin bir uzantısı gibi değil de kendi doğasıyla tanınmadan, mitolojide, dinde, felsefede adına uydurulmuş binlerce yalanları deşifre etmeden, kadın kendi adına düşünmemeye ve düşündüğünü de ifade etmemeye devam eder. Çünkü kendi adına düşünebilmek, hissettiğine anlam verebilmek için kendi hakikatini, tarihini, özgür yaşam felsefesini bilmesi gerekir. Yani kadın şimdi içinde bulunduğu durumun aslında onun gerçeğini karşılamadığını bilmeli ki bunu aşma mücadelesinde olabilsin. İşte tam da bu aşamada jineoloji büyük bir sorumluluk üstlenmekte.
Yıllardır süregelen kadın özgürlük mücadelesinde bir sıçrama yaratan Kürdistan kadın özgürlük mücadelesinin kazanımlarını projelendirip yaşamsallaştırmak, tabi ki dünyadaki tüm kadınlar için bir prototip olacaktır. Bazı özgünlükleri olsa da, tüm kadınların yaşadığı durumların farklı olmadığını dünyanın her yerindeki kadın kırımlarından görüyoruz. Ülkesi, dili, rengi fark etmiyor. Tacize, tecavüze, kırıma uğraması için ‘Kadın’ olması yeterli bir sebep. Sadece bundan bile yola çıksak, tüm kadınların kendi deneyimlerini birleştirmelerinin ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. Kadınların bir araya gelip kendilerinin ne yapmak istediklerine karar vermesi ilk adım olmalıdır. Bu çalışmalar esasında zihniyet oluşturma çalışmalarıdır. İstediklerini hayata geçirmeleri için çok yönlü çalışmalar yaptıklarında, engel olan ne varsa onunla mücadelede ilk olarak kendi meşru savunma gücünü oluşturabilmeliler.
Meşru savunma gücü derken aslında fiziki de dahil düşünsel, ruhsal tüm boyutlarıyla kendini koruyacak bir yaşamın örgütlenmesinden bahsediyoruz. Yani bütünlüklü olarak özgür yaşam felsefesiyle kendini korumaktan bahsediyoruz. Tarihin sayfalarından bir örnekle kadın direnişlerinin olduğunu görebiliyoruz. Tarihte İskenderiyeli kadın filozof Hypatia M.S. 415’te o dönemin iktidarının yasalarına karşı çıktığı için, o dönemin ilk Hıristiyanları tarafından fikirlerinden dolayı ölüme mahkum edilir. O ise hiçbir ölüm tehdidine aldırmadan kendisinin ortaya koyduğu felsefeyle kendisini savunur. Yani önemli olan kadın olarak kendi yaşamını oluşturmadaki bilinç kadar bunu savunabilecek irade ve kararlılık olmaktır.
Bütün bu bahsettiğimiz, çalışmaların yaygınlaştırılması ve kurumsallaştırılması da aslında bu irade ve kararlılığının gerçekleştiği, gerçekleşeceği alanlardır.
Jineoloji olarak bu alanları Akademiler yoluyla yaşamsallaştırma hedefindeyiz. Tarih, felsefe, din, etik, estetik, bilim, ekonomi, kültür, sanat ve demokratik bir toplumu inşa etmek için gerekli bir çok akademi bu amaca hizmet edecektir. Toplum içerisinde yaşanan sorunlar olmakla birlikte, bu sorunlardan arınmanın zemini ve istemi de mevcuttur. Özellikle kadınlar bir çıkış kapısını gördüğünde birçok zorluğu göze alarak, mücadele ediyorlar. Kadınlar sadece katliamlar ile değil, başarıları ile de gündeme geliyorlar. Jineoloji çalışmaları bütün bu birikimlerin, kazanımların mirası üzerinden şekillenen, kadın mücadelelerinin tarihini kendine referans yapan bir bilim. Bu açıdan Jinelojiyle insanlığın temel öz değerlerine kavuşacağı, demokratik bir modernitenin kurulabileceği bir toplum yaratmak temel çalışmamız olmaktadır.