GERİLLA DEFTERİNDEN 2
-Ne oldu Zeynep, rahatsız mısın diye sordu Rojhan?
-Hayır heval. Ama çok yoruldum. Artık dizlerim beni taşımıyor.
Bunları söylerken sesi hırçın ve ağlamaklıydı. O an Rojhan, onu bu duruma getirenin yalnızca yürüyememesi olmadığını anladı. Zeynep en fazla da yorulduğu, grubun gerisinde kaldığı, diğer yoldaşları gibi güçlü, kuvvetli olamadığı için, kendi kendine kızıyordu.
Yeniydi Zeynep. Dağlara geleli henüz çok olmamıştı. İzmir’den katılmıştı. Ailesi yurtseverdi. Bu yüzden düşman baskılarını derinden yaşamışlardı. Babası defalarca tutuklanmış, günlerce işkence görmüştü. Hatta bu işkenceler yüzünden yarım insan haline gelmişti. Bu yüzden sağlığına göre iş bulamıyor, çoğu kez eli boş dönüyordu eve. Çünkü şehirlerde iş bulmak için ya okumuş olmak gerekiyordu, ya da insanı insan olmaktan çıkartan, hayvanların bile yapmakta zorlanacağı ağır işlerin üstesinden gelebilecek, güce-kuvvete sahip olmak. Düşman baskısından ötürü köyden çıkıp şehre geldikleri günden sonra, yarı aç, yarı tok büyümüştü Zeynep. Ve büyüdüğünde babası kendi elleriyle onu dağa göndermişti. Zeynep tüm yaşananların bütün öfke ve acıların intikamını alacaktı.
Genç yaşına rağmen bu ağır görevi tereddütsüz omuzlamıştı Zeynep. Bu yüzden gelişinden sonraki katılımı da güçlü olmuştu. Kısa sürede arkadaşları tarafından sevilmiş, o yaşına rağmen sergilediği olgunlukla da saygı kazanmıştı. Kendini hiçbir zaman yeni görmemiş, çalışmakta kendini geride tutmamıştı. Ama bu ilk kar yürüyüşü ona ağır gelmişti işte. Çok gururlu olduğu için de, bu hale gelmeyi kendine yedirememişti.
Rojhan bunu anladığı için sakince;
-Haydi kalk Zeynep, yavaş yavaş yürüyelim. Bu arada bende sana bir-iki şey anlatacağım” dedi.
Zeynep’in elinden tutup kaldırdı. Yürümeye başladılar.
-Vietnam’daki gerilla savaşını duymuşsundur Zeynep. İşte o devrim sırasında, bir Amerikalı general yanında bir grup askerle gerillaların sığınaklarını bulmak için bir operasyona çıkmak istemiş. Fakat gidecekleri yolu tanımadıklarından bir öncüye ihtiyaçları olmuş, sonunda köyün çobanı olan küçük bir çocuğu zorla alıp yola koyulmuşlar. Çocuk yürümüş, onlar da ardından gitmişler. Yürümüşler, yürümüşler yol bitmemiş. Askerler yorulmuş, söylenmeye başlamışlar. Ama çocuk sanki yola yeni çıkmışçasına hızla yürümeye devam ediyormuş. Sonunda General bağırıp çobanı durdurmuş:
“Hey çocuk, biraz dursana! Biz çok yorulduk, bir mola verelim. Sende yorulmadın mı? diye sormuş.
Çocuk generalin terleyen, kıpkırmızı olan yüzüne bakmış ve alaycı bir gülümsemeyle;
“Bayım” demiş. “Bu topraklar bizim topraklarımız. Ben daha önce bu topraklarda çok gezdim. Buraları iyi tanırım. Bu topraklarda beni tanır. Bu yüzden de beni yormaz. Şu an ayağınızı bastığınız bu topraklar üzerinde yürümekten sadece yabancılar yorulur” demiş.
Anlıyor musun Zeynep? Belki sen bir düşman askeri değilsin bu topraklar üzerinde ama hala dağlara yabancısın. Bu yürüyüşte bu kadar yorulduysan nedeni, dağlara alışamadığından, dağların da henüz seni tanımadığındandır. Üzülmene ve kendine kızmana gerek yok. Yapman gereken dağlara ve kendine biraz zaman tanımak.
İnan bana, yeni bir savaşçıyken hepimiz senin gibiydik. Hatırlıyorum da ilk yolculuğumda sanki dağ-taş üzerime gelmişti. Küçük bir sırtı aşarken bile, sanki Ağrı dağına çıkıyormuşçasına yorulurdum. Tepeler, vadiler, ağaçlar, sular hep bir ağızdan, “yapamayacaksın Rojhan” diye bağırırlardı sanki bana. Ama ben her şeye rağmen “yapacağım” dedim. Ve sonunda bu topraklara, onun bir parçası olduğumu, onunla yaşayabileceğimi, kanıtladım. Bu topraklar kutsaldır, kendi adına savaşmak için yola çıkmış olsa bile, öyle kolay kolay insanı kabul etmez. Dener, iradelerini sınar. İşte ben o sınavdan geçtim ve savaşı kazandım. Ve inan bana, o günden sonra daha az zorlandım.
Farzet ki, çıktığın tepe üzerine baktığın taş şimdi etrafını çevreleyen bu kar canlı ve irade sahibi. Onlara karşı saygılı ol ama güçlü bir duruşla, onların da senin iradene saygılı olmasını sağla. Eğer savaşmazsan yenilirsin. Ve bir ömür boyu zorlanırsın. Yürüyüşlerde düşebilirsin, canın acıyabilir, hatta bazen kalbin yerinden çıkacakmış gibi hızlı atar. Ama sen, pes etmeyeceksin. Böyle mücadele ettikçe, bir gün bakacaksın ki, doğaya hükmeden sen olmuşsun.
Rojhan durdu ve Zeynep’e döndü:
-İşte o zaman sende, böyle yolda zorlanan arkadaşlarına rastlayacak ve onlara dağların dilinden söz edeceksin. Sonra da ellerinden tutup yürümelerine yardım edeceksin.
Rojhan konuşmasını bitirdiğinde Zeynep’in biraz daha rahatlamış olduğunu gördü. O sırada noktaya yetişmişlerdi.
-Bak noktaya da geldik zaten. Haydi gidelim, sabaha kadar dinlenirsen birşeyciğin kalmaz.
Arkasını döndüğü sırada Zeynep seslendi:
-Heval Rojhan!
Rojhan Zeynep’e baktı. Zeynep devam etti.
-Biliyor musun, bir gün komutan olursam, senin gibi güçlü, yoldaşlarını seven, onlara hep yardım eden bir komutan olacağım.
Rojhan, Zeynep’in elinden tutup kendine çekti. Birbirlerine sarıldılar. Rojhan hafifçe Zeynep’in saçlarını okşarken;
-“Hayır Zeynep” dedi. “Benden daha güçlü olacaksın…”
Gorton’a vardıklarında saat henüz gece yarısını gösteriyordu. Hedefledikleri noktaya ulaşmışlardı. Hepsi de çok yorulmuştu. Bırakılsa bir an içinde uykuya dalabilirlerdi. Ama hava çok soğuktu. Gece boyu yürümüşler ve terden sırılsıklam olmuşlardı. Şu an uyusalar belki yaşamlarının en güzel, en tatlı uykusu olurdu ama herhalde uyuyacakları son uykuda olurdu.
Üstelik yapmaları gereken çok iş vardı, güneş çıkmadan önce. Manga yerlerindeki karlar temizlenmeli, kamufulaj yapılmalıydı. Ayrıca tepe yerinin kontrol edilmesi, mevzi varsa karlarının atılması, yoksa yeni mevzilerin kazılması gerekiyordu. Güvenlik tedbirleri iyi olmak zorundaydı. Çünkü düşman yakındı ve orman örtüsü Akdağ’daki kadar sık değildi. Hem tedbirler geliştirilmeli, hem de fazla iz çıkarılmamalıydı. Üstelik Sêsmal’den sonra havanın sisli olmasından yararlanarak gündüz hareket etmişler ve bazen sis dağıldığında köylülere görüntü vermişlerdi.
Bu yüzden hızla tedbirlerini almaları ve dinleneceklerse de ondan sonra dinlenmeleri gerekiyordu. Arkadaşlar manga yerlerini temizlemeye çalışırken yönetim de, güvenlik tedbirlerini tartışmak için biraraya geldi. Normalde bir tepeci, bir de gözcü grubunun çıkması güvenlik için yeterli olabilirdi. Ama Gorton’un yumuşak arazisinden yani her yerden rahatlıkla gidiş gelişlerin olabileceğinden ötürü, ayrıca bir devriye grubu çıkartmak daha uygun olacaktı.
Bunu netleştirdikten sonra sıra kimlerin gönderileceğine geldi. Normalde tepe sırası bayan arkadaşların takımındaydı. Yarın ki tepe görevlilerinin onlar olması gerekiyordu. Fakat durumun hassas olduğunu düşünen Tabur komutanı Ferhat arkadaş, bayan arkadaşların yerine erkek arkadaşların gitmesini önerdi. “Üstelik bayan arkadaşlar yolda zorlandılar, şimdi hepsi çok yorgundur” cümlesiyle konuşmasını bitirdi. Söylediklerinde doğruluk payı olsa da, alttan alta güvensiz bir yaklaşımın söz konusu olduğunu anladı Rojhan. Bu yüzden söylenene karşı çıktı. Ve onun ısrarları sonucu tepe, gözcü ve devriye grubu, bayan arkadaşların takımından çıktı. Arkadaşlar tepeye giderken duyarlılık ve gizlilik konusunda sıkı sıkıya tembihledi.
Noktada kalanlar işlerini bitirdiğinde sabah olmak üzereydi. Herkes manga yerini temizlemiş, ağaçlardan ince dal getirip çamurlu toprağın üzerine atmış, üzerine de naylon ve battaniye sermişlerdi. Böylece iyi-kötü dinlenmek için oturabilecekleri bir zemine sahip olmuşlardı.
Hava hala soğuktu. Ateş yakmak içinse çok erkendi. Bu yüzden oturdukları yerde, iyice birbirlerine sokulmuş, yarı uykulu yarı uyanık halde güneşin çıkmasını beklemeye koyulmuşlardı. Rojhan ise bir o mangaya bir bu mangaya gitmiş, arkadaşların durumunu sormuş, onlara moral vermek istemişti.
Hava aydınlanır aydınlanmaz, tepecilerle bağlantıya geçti Rojhan. Olumsuz bir durum olmadığını öğrendi. Ardından gözcü ve devriyelerle de bağlantı kurdu. Onlardan da aynı cevabı alınca, devriyelere 7’de, gözcülere 12’de görüntü vermeden noktaya inebileceklerini söyledi. Sonrada meraklı ve sabırsız gözlerle onu bekleyen yoldaşlarına ateş yakabileceklerini belirtti.
Saat ‘7ye gelirken noktadaki tüm arkadaşlar yemeklerini yiyip uyumaya başlamışlardı bile. Ayakta kalan yine Rojhan’dı. Mangaları gezdi. Güneşin altında parlayan bir şey olup olmadığına baktı. Nöbetçileri kontrol etti ve gelip manga ateşinin yanına oturdu.
Kafasını çevirip arkasında yatan bayan arkadaşların yüzlerine baktı. Hepsi de yorgunluktan çok derin bir uykuya dalmışa benziyorlardı. Saçları dağılmış, bazılarının soğuktan yüzü yanmıştı. Bese ile Newroz aynı battaniyeyi paylaşmışlardı. Helin, anne karnındaki cenin gibi ayaklarını karnına çekmiş, bu haliyle doğmaya hazırlanan bebeği hatırlatıyordu.
Gerçekten de insanlar alınlarından damlayan terler ve ellerindeki nasırlarla güzeldiler en fazla. Ve uyurken ki yüz ifadeleri onların en saf, en yalın görüntüleriydi.
Önündeki ateşe döndü. Alevleri seyrederken geçmiş anıları geldi aklına;
‘91-’92 kışında katılmıştı partiye. Gerillaya ayak bastığı ilk yer ise, kendi doğduğu topraklar olan Dersim’di.
Dersim, Kürdün en eski mekanlarındandı. Binlerce yıllık insan ve toprak ilişkisinin en güzel, en doğal örneğiydi Dersim. Topraklaşan insan, insanlaşan toprak gerçeğiydi.
Tandırdan yeni çıkmış, bir tepsi Zerfet kokusuydu Dersim. Yaşlı bir ninenin başına taktığı Kofi, dedenin ayağındaki çarık. Ama insanlar, dağları, köyleriyle bir bütün yara-bere içinde bir halktı o.
Araziyle doğal bir kaleydi Dersim. Dik dağları, derin yarları, geçit vermeyen engel ve ulaşılmaz tepeleriyle, labirentli bir ana kucağıydı. Onur ve namusları için, evlerini, sıcak yataklarını, sevdiklerini bırakıp soğuk yükseklikte zorlu kayalara sığınan insanların, “eşkiyaların” yurduydu.
“Güllerin bedeninde
Dikenleri teker teker koparırsan,
Dikenleri kopardığın yerler
Teker teker kanar.
Dikenleri kopardığın yerleri
Bir bahar falan sanırsan
Kürdistan’da bir yer kanar
Kürdistan’da devlete inanırsan
Eşkıya kanar…”
İşte yüzyıllardır, eşkıya diye nitelendirilen insanların kanadığı yerdi Dersim. Haydar beyden, Alişer’den, Seid Rıza’dan beri. 7’sinden 70’ine herkesin kanunsuz ve devlet karşıtı olarak görüldüğü bir mekandı.
Gizemli öyküler anlatılırdı Dersim’de. Her dağın, her suyun, her vadinin bir hikayesi vardı. Munzur suyunu Dersim’li olan-olmayan herkes bilirdi. Munzur dağlarının altından doğardı. Ama tek bir kaynaktan değil. Kırk tane gözeden. Fışkıra fışkıra topraktan çıkar, köpürür, köpürür, bembeyaz bir suya dönüşür. Eğer dikkatlice bakılmazsa, topraktan fışkıranın, su mu süt mü olduğunu anlamazdı insan.
İşte bu olağanüstü güzellikteki pınarların bile bir öyküsü vardı yaşlı Dersimlilerin dillerinde. Derlerdi ki:
Munzur genç bir delikanlıymış, o yörelerde yaşayan. Çobanlık yaparmış hep. Bir de dedesi varmış. Halk tarafından sevilen, akıl danışılan, eli-eteği öpülen bir insanmış.
Bir gün uzak yerlere gitmiş dedesi. Köyleri gezmiş köylülerin gönlünü hoş etmiş. Yolda dönerken bir ağacın altında oturmuş. Ve birden canı sıcacık bir helva istemiş.
O sırada Munzur köyde hayvanların önündeymiş. Birden bire içine doğmuş dedesinin uzak bir yerde oturduğunu ve sıcak helva düşlediğini. Koşarak gitmiş, ninesine söylemiş. Ninesi inanmamış ona. Ama “herhalde Munzur’un canı istiyor da, bana söyleyemiyor” deyip bir tabak helva yapıp eline vermiş.
Munzur koşmuş, koşmuş, koşmuş, saatler sonra dedesini ağacın altında bulmuş. Sıcak helvayı vermiş ona. Dedesi şaşırmış. Kendi kendine de “bu çocuk Hızır soyundan” demiş. Munzur yine koşarak köye dönmüş. Hayvanlarını toplamış ve süt sağmaya başlamış.
O sırada dedesi girmiş köye. Köylüler koşup eteğini öpmek istemişler. Ama o durdurmuş köylüleri. Eteği öpülecek biri varsa o da ben değilim, Hızır’ın oğlu Munzur’dur deyip onu göstermiş. Ve köylülere olanları bir bir anlatmış.
Bunun üzerine köylüler koşarak Munzur’a doğru gitmişler. Sütünü sağdığı sırada kendisine doğru koşan topluluğu görünce korkmuş Munzur. Kovasını kaptığı gibi koşmaya başlamış. Koşmuş, koşmuş. Derken önüne bir kaya çıkmış. Kayadan atlayayım derken aşağı düşmüş. Kovasındaki sütte dökülüp kırk ayrı yere dağılmış. Ama köylüler Munzur’u arayıp bulamamışlar. Munzur erenlere kavuşmuş.
Köylüler boynu bükük köye dönmüşler. Ertesi gün bir daha bakmak için oraya gittiklerinde, sütün döküldüğü 40 yerden. 40 ayrı suyun süt gibi fışkırdığını görmüşler. Kırk gözeden fışkırıp sonradan birleşen suya da Munzur suyu adını vermişler.
Rojhan işte bu diyarlarda doğmuştu. Köyü Dersim merkeze yakın bir köy olan Merxo Köyü’ydü. Küçük, şirin, yeşil bir köydü Merxo. Hepsi hepsi 20 kadar evdi. Ama insanlarının büyük bir ülkeyi, özgür toprak hayallerini sığdırabilecek kadar kocaman yürekleri vardı.
Rojhan doğduğunda henüz 50 yıl geçmemişti katliamın üstünden. Hala canlı tanıkları yaşıyordu. Bu yüzden diğerlerinde olduğu gibi, Rojhan da anasından ninni yerine ağıtlar dinlemişti bebekken. Büyüdüğünde kendi toprakları üzerinde bir yabancı gibi görülmenin, devlet karşıtı olarak adlandırılmanın acısını yaşamıştı.
Her şeyiyle Dersim olmuştu Rojhan. Asiliği, savaşçılığı, duygusallığı ve sakin görünen doğasıyla. Hatta anası daha çocukken ona “gözlerin bile, Dersim’in kanla sulanmış toprağının renginde” demişti. Yüzünün çizgileri daha çocukken keskinleşmişti. Zarife ve Beselerden bu yana bütün Dersim kadınlarının yüzüne işleyen acı ve direnişin çizgileriydi bunlar.
İlk katıldığı zamanı, hatırladı. Aldığı ilk yeni savaşçı eğitimini, bu eğitimde herkesi şaşırtan başarılarını. Gerilla yaşamının mütevazi ayrıntılarındaki militanlaşma çabaları geldi aklına.
İlk eylemi, düşmanla silahı elinde ilk karşılaşması. İlk kurşunu sıkışı anasının ağıtlarına cevap verme biçiminde olmuştu. Bir yolculuktu onun için devrimcilik. Bir gece Merxo’dan çıkışıyla başlayan yolculuk onu dağlara, yasak bölgelere ulaştırmıştı. Ovacık’a, Munzurlara, Aliboğaza, Yılan dağına, Haydaranlara, Kırımızı Dağa, Sultan Babaya ve Zel’e götürmüştü. Acemi bir savaşçı olarak başladığı yolculuğa bir komutan olarak devam etmişti.
‘95’te Önderlik sahasına gitmek için yola çıktığında ‘98’ cezaevinde kendini yakan Rotinda da yanındaydı. Güneye kadar beraber yürümüş, çeşitli zorlukları, kritik anları, açlığı, susuzluğu ve yorgunluğu paylaşmışlardı beraber. Ama hiçbir zaman morallerini yitirmemişler. Özellikle Rojhan ve Rotinda’nın sayesinde, düşmanla burun buruna oldukları ova geçişinde dahi, gülüşlerini yüzlerinden eksik etmemişlerdi.
Önderliği gördüğü ilk an geldi aklına. Ne yapacağını şaşırmış, ne diyeceğini bilememişti. Önderlik tokalaşmak için elini uzattığında sağ yerine sol elini uzatmış, sonra geri çekmiş, sağ elini ileriye götürmüş, sonra ikisini de gövdesine çekip kaskatı çekilmişti. Kumral yüzündeki yanakları kızarmış, alnında terler birikmişti. Önderlik ise bu heyecanı doğal karşılamış, gülümseyerek, “hoş geldin Dersim’li kız” demişti.
Sonrasında geçmişti bu heyecan. Yerini sevgi, bağlılık, merak ve anlama istemine bırakmıştı. Önderlik her zaman onun savaşçı ve asi duruşuna değer vermiş daha fazla güçlendirmek için ise bazen yüklenmişti. Dersim’e olan bağlılığı biliniyordu. Geri dönse gerçekten çok fazla şey de yapardı. Ama sonuçta ulusal bilince erişmek, zaten düşman tarafından paramparça edilmiş coğrafya ve halk içinde bunu besleyecek her türlü yaklaşım ve anlayıştan arınmak militanlaşmanın temel görevi oluyordu. Bu yüzden de düzenlemesini Amed’e yapmıştı Parti Önderliği. Giderken ona, “Dersimli yüreğini Amed’e akıt” demişti.
En fazla da kadın konusu üzerine yoğunlaşmıştı orada. Eğer savaşacaksa, komutanlık yapacaksa bu kadın kimliğiyle olacaktı.
Madem ki güçlüydü savaşta bunu, kadının gelişimi için kullanacaktı. Ve bununla geçmişte kadına karşı geliştirilen güvensizliği yıkacak, güçlenen yoldaşlarıyla egemenliğin silahlarını elinden bir bir alacaktı.
Bu düşüncelerle yönelmişti Amed’e. Ve işte şimdi buradaydı.
Önünde yanan ateşe birkaç odun daha attı. Ve uzandı.
Nöbetçilerin “heval Kobra” diyen sesleriyle ayağa fırladı Rojhan. Silahına sarıldığı anda, Kobra’nın dönüş yaptığını ve kendilerine doğru geldiğini gördü. Arkadaşlara dönerek;
-“Yere yatın, kımıldamayın” diye bağırdı. O sırada ‘acaba tepeciler mi görüntü verdi’ diye düşünürken, kobranın ilk roketinin, bir kayanın altında üzerine kırmızı bir battaniye sararak yatmış olan arkadaşa değdiğini gördü. Demek ki battaniyeyi görmüştü kobra. Bir şeyleri saklamak için artık çok geçti. Arkadaş şehit düşmüş ve düşman noktayı tespit etmişti. Hemen tabur komutanının yanına gidip “ben tepeye çıkıyorum” dedi. Ferhat arkadaş engellemek için bağırsa da, o çoktan uzaklaşmıştı.
Aklındaki tek şey, tepedeki bayan arkadaşlardı. Yetişmeli ve onlara yardım etmeliydi. Daha tepenin yarısındayken indirme helikopterlerinin noktanın üzerinde uçtuğunu gördü. Bu düşmanın son taktiğiydi. Küçük bir birim ya da bir keşif helikopteriyle görüntüyü alıyor, anında 25-30 helikopterlerle kuşatma yapıyordu. “Uçar birlik” deniyordu bu taktiğe.
Çok kısa bir zaman diliminde noktanın etrafındaki tüm tepelere asker dolmuştu. Toparlanmaya fırsat bulamamıştı arkadaşlar. Güç dağılmıştı. Bayan arkadaşlar kayıp vermişti. En son toparlayabildiği arkadaşları bir vadiden yukarı doğru çıkarmak için çabalarken gördüler arkadaşlar onu. İki yeni arkadaşın silahlarını omzuna takmış, ellerinden tutup çekerken…
29 Ocak sabahı başlayan çatışma akşama kadar devam etti. Taburun bir bölüğü imha oldu. 12’si bayan olmak üzere toplam 22 arkadaş şehit düştü. 1 kişi de ihanet edip düşmana sığındı.
Bayan takımından yalnızca bir arkadaş kurtuldu çatışmadan. Yeni katılmış Üniversiteden gelen Güneybatı’lı Helin arkadaş.
Çatışmanın üzerinden 6 ay geçmeden Helin arkadaşta 4. Bölgedeki su noktasında, adaşı küçük Helin’le birlikte nöbetçiyken, noktaya sızma yapan operasyon gücü tarafından şehit düşürdüler.