“Anlamın ve hissin yaşattığı insan, en güçlü insandır.” Bu sözü ilk defa beynimin her tarafını sararcasına, iliklerime kadar beni yaşamla buluşturan Önderliğimizin savunmalarında okumuştum. Savunmayı okuyup, bitirdikten sonra; bir yıldız gibi parlayıp da beynimdeki buzları eriten ve bana anlam okyanusunun yolunu gösteren Önderliğin savunmalarının verdiği enerji oluştu. Kendi kendime yaşamın anlamı nedir diye sorduğumda; ruhumun karanlıklar içerisinde, aydınlığı ararken, düşünce ve kelimeye döktüğüm söz şu olmuştu; “İnsan ömrü, sayısal zamana göre değildir” yanıtıydı.
Önderliğin “insanın ömrü yaşama anlam verebildiğin kadardır” değerlendirmesi sonucunda, bin yıllar önce yaşamış, doğal toplumun tanrıça kültürünün bir ferdi olarak hissetmeye başladım. İnsan, sadece bugünün zamanını ve mekanını yaşamıyor. Evrenin bir prototipi olan insan tabiatı, kendisinde bütün canlıların niteliğini taşır. Özü itibariyle tüm zamanları ve mekanları yaşarken, kendisinde de evrenin anlamını tanımlamakta ve anlamlandırmaktadır.
Önderliğimiz şahsında gerçekleşen, anlamın bedenleşmesi ve ruhsal bütünlüğün, özgür yaşam biçimine kavuşmasıdır. Özgür yaşam dediğimiz gerçeklik ise; doğru yaşamaktır, doğru yaşamı yaşayabilmek için, bunun arayışçısı olmak, kendini tıpkı bahar gibi yeniden yaratabilme eylemidir.
Özgürlüğü ruhta, evrende oluşturan enerji, sürekli hareket halinde ve kendisini farklılaştırarak oluşturmaktadır. O hiç durmayan, duramayan, cansızlığın tersi akışkan, canlı ve sürekli akan bir nehir gibidir. İnsanoğlu ve kızları olarak eğer yaşam bize tekrar ve sıkıcı geliyorsa demek ki bizde bir terslik var. Yaşamı, yaşamıyoruz demektir. İnsan nüfus oranını neredeyse %80’i, eğer yaşadığı rahatsızlıklar sonucu stres, huzursuzluk, yaşam heyecanı ve umudunu yitirmesi gibi sosyolojik ve psikolojik nedenlerle hayatını kaybediyorsa bunun köklü bir toplumsal çözümlenmeye tabi tutulması gerekir. Kendi kendimize, toplumsal varoluşumuzun, yaşam felsefesi ile kapsamlı ve çok boyutlu çözümlenmesi gerekmektedir. O zaman işe nereden başlayacağımız çok önemlidir. Sorunu doğru teşhis etmeden, nasıl ki bir tedaviyi başlatmak mümkün değilse, hele söz konusu toplumsal sorunlarımız ve yaşam felsefemiz ise sorununu hem tanımı hem de çözümü çok boyutlu ve kapsamlıdır.
Peki, ben kimim? Bu ilginç bir soru olarak gelebilir. Bu sorduğum soru ve çağımızın hastalığı olan kendini çokbilmişlik hastalığına kapılanlar, sistemin okullarında devletin papağanına dönüşenler hemen bu ne biçim soru diyebilirler. Tabii ki kim olduğumu iyi biliyorum, Kemal, Mehmet Ayşe veya… deyip kendi adını, kimin kızı olduğunu, hangi ulusun vatandaşı olduğunu veya hangi din ve cinsten olduğunu belirtip, işte sorunun cevabı diyecektir. Sorunların kaynağını, neyi soracağımızı, nasıl soracağımızı, kime soracağımızı ve kimden cevap alacağımızı bize düz bir çizgisel mantık ile öğreten, bizi bizden çalan, bizi bize yabancılaştıran, körleştiren, at gözlüğü ile dünyaya bakmamıza yol açan sistemi sorgulamadan, neyi, nasıl soracağımızı anlamalıyız. İnsanın toplumsal hakikatini, öz insan tabiatını anlayabilmesi için önce enerjimizi engelleyen, daraltan, bizi biz arasında yabancı setlerin ve zehirli maddelerin ruhumuza nasıl yerleştiğini ve hakikatimizin nasıl çarpıtıldığını anlamamız ve kendimizi tanımamızın birinci basamaklarındandır. Yani biz kendi hakikatimizden koptukça başkası oluyoruz. Başkalarının ruhunu duygularını, başkalarının alışkanlıklarını taşıyarak, insan başkasına dönüşmez. Doğada bir canlı, başka bir canlıya dönüşemiyor. Örneğin bir kuş, ceylana dönüşemez. Evrenin mikro kozmosu olan insan doğadaki bütün canlı ve cansızların bir prototipidir. Tabiatın başkalaşması aslında özde ve hakikatte bir şey olmamasıdır. Eğer ki biz kendimizi basit bir fizyolojik gerçekten ibaret görmüyorsak tabii.
Yine soruduğum soruya dönüyorum. Ben kimim? Size uzun bir liste yaparak günümüzde kendisini insan diye tanımladığı, canlının şimdiki somut halinde bir tablo ile ifade etmek istiyorum. Kendi nesli olan insanı, öldüren ve her çeşit barbarlığı yapan, insan kılıflı insan, sadece öldürdü ve öldürüyor denilemez. Bunu çok basit bir durum haline getiren zihinsel inşa aşamasıyla başlatmak ne kadar yetiyor? Tıpkı bir senaryonun filme çevrilmesi misali herkese ve kuruma bir iş bölümün nasıl dağıtıldığını, iyi ve kötü karakterler oluşturarak yaptığını belirtebiliriz. Fakir ve zengin olanlar, haklı ve haksız olanlar doğru ve yanlış yapanlar, akılı ve ahmak olanlar, güzel ve çirkin olanlar, canlı ve cansız, pasif ve aktif, karanlık güçler ve karanlık güçlerin peşinde olanlar… Evet, yaşamımız bir film senaryosu! Senaristi, iktidarcı güçler ve yaşamımızın ana işlevini yerine getiren devlet adamları tarafından yaşamımız yazılmakta, çizilmekte. Bizler de, bize çizilen rolleri oynamaktayız. Peki, biz insanlar o süper zekâlı, her şeyi bilen ve anlayan insanlar daha ne zamana kadar devletin elinde bir oyuncak olmayı kabul edeceğiz? Artık uyanma zamanı gelmedi mi? Geçti bile. Ama bazıları, bu uyanma zamanına ve kapısına uğramadan, derin uykunun sonsuz uykuya dönüşmesini hissetmeden göçüp, gitmekteler. Ve işin acı tarafı da sistemin iğnesindeki zehrini hepimiz içtik. Ancak bünyesi güçlü olan hakikat arayışçıları, kendilerini bu zehrin etkisinden kurtarmak için kölelik sistemin panzehri olan özgürlüğün ve hakikatin peşinden gittiler. Ama arayışı olmayan ve kendisini teslim edenler ise bu zehrin etkisine kendilerini kaparak, bu sistemin iyi çalışan, cansız, kendisinden bihaber robotu olarak toplumsal değerlerinden, insani karakter ciddi bir boşanmayı yaşadılar. Ama artık hakikatin yarattığı özgürlük, enerjisi güçlenmiş ve Önderlik şahsında bir sisteme kavuşarak, hakikatin yolunu ve ruhunu, güneşe katarak, tüm insanlığa bu özgürlüğün ve hakikatin yolunu şu güzel cümlelerle dile getirmiştir. “hakikat aşktır aşk da özgür yaşamdır.”
Bahar geldiği gibi nasıl ki doğamızdaki bütün bitki ve canlıları büyük bir sabırsızlıkla hemen uyanarak, yenilendikçe yeryüzü, canlanan bitki örtüleriyle cennete dönüşüyorsa, insanın da artık kış uykusundan uyanma ve başkaldırma zamanından geçmekteyiz. Gün yok ki yüzlerce insanın ölüm haberlerini duymadan TV izlemeyelim. Ama şu gerçeğin farkında değiliz, her gün ölen insanlarla ölen insanlığımızdır. Her gün vurulan gençlerle, vurulan gençliğimiz, geleceğimizdir. Ve her gün sokakta kurşunlanan çocuklar umutlarımızdır. Ve her gün Kürdistan’da Suriye’de ve Filistin’de vurulan yaşlılarımız, vurulan tarihimiz ve belleğimizdir. Ve her gün savaşların, acı gerçeğiyle ağlayan, ağıt yakan sitem eden analarımız, kanayan vicdanımız, yitirilen hakikatimiz ve insan bedeninden ayrılan özgür yaşam ruhumuzdur.
Bahar karakterli insanın “tekrar” dediğimiz şeyi yaşaması, tabiatın diyalektiğine ters düşer. “Tekrar” aslında çürümek, aşınmak ve yozlaşmaktadır. Tarihçilerin deyimiyle düşünen hayvan olarak tanımlanan insan, daha bin yıllar önce düşünüyorken, düşündüğü esnada da aslında oluşuyor. Varlığını oluşturan enerjisiyle kendini her anda farklılaştırarak, yaratarak, oluşum sürecini tamamlayabilen düzeye ulaşmıştır. Bugün insanın bilinçlenme ve gelişimi, evrensel dünyamızı tanımlayabilecek düzeyi yaşarken, günümüz dünyasında insanın bu kadar kendisine yabancılaşması ve kendinin kurdu olması, kendi toplumunu ve değerlerini her gün sisteme sunması ne yaman çelişki. Bu çelişki artık ömrünü tamamlanmış ve insanoğlu ve kızlarına “beni bu kısır döngüden çürümüş gerçekten çıkar” demektedir. Tarih bize, ey evrenin, yıldızların ve yeryüzündeki cennetin sahipleri, ben sana bu dünyayı ve doğayı yok etmek ve harabeye çevirmen için aklın ve bilmenin sırlarını öğretmedim, daha güzel bir dünya ve insanlık hünerlerini evren sahnesinde gerçekleştirmen ve tüm evrenin güzel ve gizem dolu anlamına söz ve sınırsız olan insan zekası, sezgisi ve özgürlüğün enerjisiyle hepsini kendinde temsil etmen için verdim.
Nasıl ki ruh bedenden ayrı düşünülemez bir gerçeklik ise insanın parçalanmış ve çarpıtılmış hakikatini bilince çıkartabilmemiz gerekir. Her şeyin öznesi olan kapitalist modernitenin yarattığı çarpık kişiliği bilince çıkartmak hakikatimizi anlayabilmemizin yegane yoludur. İnsanlık ve tarihsel toplumsallığımızı anlamadan, her gün çektiğimiz acılardan ve bizleri her gün yaralayan, öldüren, ahlaksız ve insanlık dışı bu canavar sistemin pençelerinden kendi toplumsal değerlerimizi kurtaramayız. İnsan kadar her şeyin üstesinden gelebilecek ve aşabilecek karakterde bir varlık yoktur. O zaman bize her gün aynı nakaratın sözcüklerinden ibaretmiş gibi çizilen, kapitalist sistemin, insanlık dışı, vahşi, acımasız ve anlamsız yaşam ağını parçalamak ve kendi özgür doğamıza kavuşmanın heyecanıyla kendi hakikatimize dönerek, özgür ve eşit sistemimizi kurmalıyız.
NEWROZ CİZRE