Şerda Mazlum
Gülüşünde yaşamı yaratan kimdir, gülünce yüzünde güller açan ve gülüşüne kurşun işlemeyen kim? Gözünün damlaları yüreğinin büyüklüğünde olan kimdir, gözyaşının damlalarında evreni gizleyen kim? Ağlamak ya da gülmek? Ağlarken gülüyormuş gibi olmak ya da gülerken ağlıyormuş gibi? Evrenin çocuklarını düşünüyorum. Yaşamı tekmil acı olanları, bu acılara rağmen gülmeyi başaranları ve evrenin en güzel gülen, en güzel ağlayan çocuklarını. Onları düşünürken kendi çocukluğuma gidiyorum. Kaygısızca ağladığım ve güldüğüm günlere. Ağlarken de gülerken de gür sesimle avazım çıktığı kadar bağırdığımı hatırlıyorum. Öyle çok büyük gerekçelerimin olmasına gerek duymuyorum ağlamak ve gülmek için. Bazen annemle babamın siyah, beyaz düğün fotoğraflarında kendimi göremediğime ağlıyorum, bazen amcam evlendiği için beni artık sevmediğini düşünüyor ağlıyorum. Gülmek için ise fırsat kolluyorum. Çocuk yüreğimle büyüklerle dalga geçiyorum ve gülüyorum. Kemal Sunal filmlerine gülen büyüklerime gülüyorum, ya da çizgi film izlerken bir çocuk olan dedeme gülüyorum. Belki de diyorum ağlamak içinde gülmek içinde kendilerine gerekçe bulamıyor insanlar büyüyünce. Ya da bu insana dair doğal duygu edimleri için o kadar büyük gerekçeler arıyorlar ki aramaktan eylemeye vakitleri kalmıyor. Sonra büyüklerimi düşünüyorum.
Çerkez bir komşumuz vardı adı Mücella teyzeydi. Öyle bir gülüyordu ki kahkahasının sesi apartmanı çınlatıyordu. Ama ben o çocuk yaşıma rağmen Mücella teyzenin mutlu olmadığını ve içten gülmediğini biliyordum. O her güldüğünde içim acıyor, aslında onun kahkahayla ağladığını biliyordum. Mücella teyze gülerken ağlıyordu. Herkesin yanında ağlamanın ayıp olduğu, yaşanan acıların yürekten gözyaşı olarak dışa taşmasının hor görüldüğü bir toplumsal gerçekliğin içerisinden gelmenin yarattığı kendi duygularına yabancılaşmanın bir diğer biçimiydi gülerken ağlamak…
Aynı coğrafyanın mülteci bir mekânı olan Kadifekale’de ise gülerken ağzını beyaz tülbentleriyle kapatan, gülmekten utanan ama herkesin yanında gözyaşlarının yanaklarından süzülmesinden çekinmeyen insanlar tanıdım. Ağlamak hem de herkesin ortasında ağlamak ayıp sayılmıyordu bu mekânda. Acıların diyarında gülmek, kahkahayla gülmek garipseniyor ve çok görülüyordu buradaki yüreklere. Acıların kendilerine reva görüldüğü bu insanlara gülmek hem de kahkahayla gülmek yasaktı. Bu yasak adı konulmamış, hükmü çoktan verilmiş bir yasaktı. Acının çocuklarına gözyaşı dökmek mubah görüldüğünden sevinçlerinden ağlardı buradaki insanlar. Mutluluklarını da hüzünlerini de gözyaşlarıyla ifade eder olmuşlardı. Bazı normlar vardır toplum içerisinde ve bu normlar yazılı olan kanunlardan çok daha fazla geçerlilik taşırlar. Gülme ve ağlamaya dair bu normlarda yazılı olmamalarına rağmen insanların yüreklerine işlemiş. Çok gülmenin ardından mutlaka acı çekeceklerine inandıklarından her gülüşün ardından uyarmışlar birbirlerini çoğu zamanda kendi kendilerini dizginlemişler. Oysa yaşamın oluşum ve gelişim diyalektiğini incelediğimizde ağlamak ve gülmenin birbirinin ikiz kardeşi gibi birbirine yakın olduğunu görürüz.
Aslında o çocuk yüreğimle ve yaşımla anlam veremediğim bu çelişkileri şimdi daha iyi anlıyorum. Mücella teyze bir Çerkez kızıydı. Ve seneler boyunca kendini Türk bilmiş ve inkâr etmişti kimliğini. İçinde adlandıramadığı, tanımlayamadığı bir boşluk vardı. Bu da kendi duygularına yabancılaşmasını getirmişti. Hep mutlu görünmek kendini de başkalarını da buna ikna etmek zorundaydı. Kadifekale’de yaşayanlar ise kendi kimliklerini inkâr etmemiş, kendilerinden kaçmamış ama topraklarının acılarını unutamadıklarından, biraz da bu acılar peşlerini bırakmadığından sürekli ağlamışlardı. Buradaki insanlar gülerken bile ağlıyordu sanki. Gözlerinde ve sözlerinde anlam veremediğim bir hüzün, bir burukluk vardı. Hepsinin öyküleri yaralıydı. Yüzleri de ülkeleri gibi yaralı.
Ağlamak, yüzünü gözyaşlarıyla yıkamak ne kadar güzelse gülmek yüzünde güllerin açması da o kadar güzel ve anlamlı. Gülmek de ağlamak da insan olmanın en güzel eylemi. Tıpkı sevmek gibi. Etrafımda bulunan insanları izliyorum. Kimi gülmekten korkuyor sanki. Kaygısızca, rahat, içten ve bir ağız dolusu gülemiyorlar. Oysa kahkahayla gülen insanların ya da anlamlı bir tebessümle gözlerinin içi gülenlerin özgürlüğe yakın olduklarına inanıyorum ben. Özgür insanlar en güzel gülen insanlardır. Kendilerinden korkanların, hem kendilerine hem de çevrelerine güvenmeyenlerin rahat gülemediklerini anlıyorum insanları izlerken. Bazılarının her söylenene sırıtması ise tam bir hastalık halini almış. Başkalarının söylediklerini onaylamak ve pişmiş kelle gibi sırıtmak görevleri olmuş sanki. Bu türden sırıtmaları gülmek saymıyorum. Olacaksa gülüşler gökleri çınlatırcasına olsun, kahkahalarla. Ya da zarif bir ciddiyetle az gülen ama gülünce gözlerinin içinin güldüğü cinsten. Toplumsal cinsiyetçilik kalıplarının yüksek sesle gülmeyi, konuşmayı yasaklamasına karşın içten gülümseyişleri büyük bir özgürlük eylemi olarak değerlendiriyorum.
Ya ağlayışlara ne demeli? Ağlamaktan utanmak, gözyaşlarını gizlemek ne kadar zorsa duygulandığı anda ağlamakta o kadar zor. Ağlamayı becerebilmekte her şeye ağlamamakta engin bir yürek istiyor. Eskiden yağmurların meleklerin gözyaşları olduğuna inanılırmış. Ağlayınca yağmurlar gibi dolu dolu ağlamalı insan ve yüzünü kendi gözyaşlarıyla yıkamalı. Küçük çocukların ağladıklarında burunlarında oluşan balonlar gibi balonlar yapmalı belki de büyükler.
İnsanlar dışında gülen ya da ağlayan varlıklar var mı acaba? Mesela kuşlar hiç gülmez mi? Ya da bir ağaç baltayı gövdesine vurduğumuzda canı acıyıp ta ağlamaz mı? Peki ya tanrılar gülebilir mi ya da ağlayabilir mi? Taşın yüreği de taş gibi midir? Bunları düşünürken yine çocukluğuma akıp gidiyorum. İlkokulda Resim derslerinde çizdiğimiz resimler geliyor aklıma. Ve güneş. Güneşimiz her zaman gülümserdi. Sarı boya kalemlerimizle boyadığımız güneşe bir de kocaman gülen bir ağız çizerdik. Ya da kış resimlerimizi süsleyen havuçtan burnu, kömürden gözleri ve atkısıyla gülümserdi kardan adamımız. Neden kardan adam yapardık da kardan kadın yapmazdık? Belki kardan kadın yapsaydık o da ağlayacaktı.
Nedense ağlamak deyince kadınlar gelir aklımıza. Ağlamak kadınlara has olarak görülürken erkekler ağlamaz diye şarkılarda yazılmış. Erkeklerin insan olduğu unutularak.
Ağlamak ve gülmek, sevinç ve acının dışa vurumlarıdır aslında. Sevinçleriyle, acılarıyla, gülüşleriyle, gözyaşlarıyla insan insandır, yaşam da yaşam. Acılar ve sevinçler, gözyaşları ve gülüşler yaşamın farkına varmamızı sağlar. Yaşamımızda ve yüreğimizde en fazla iz bırakan anlar en fazla mutlu olduğumuz ve en fazla acı çektiğimiz anlara aittir. Gülüşlerde ağlayışlarda yürektense eğer unutulmazlar.
Ölmek gülmeyi de ağlamayı da unutmaktır. Gülmeyi bilmeyen insan ölüdür. Ağlamayı bilmeyen de öyle. Gözyaşlarımızda, gülüşlerimiz de içimizdeki insanı dışa taşırır aslında. Ağladığımız ve güldüğümüz şeyler yani neye sevindiğimiz, nelere üzüldüğümüz kişiliğimizin aynası olur. Ağladıklarımız ve güldüklerimizin büyüklüğü bizim büyüklüğümüzken küçük şeylere ağlıyor ve gülüyorsak bu da bizim küçüklüğümüzün göstergesidir.
Gülmeyi de ağlamayı da unutmayın. Ağlamak da güzeldir gülmek de. Hep ağız dolusu gülüşlerinizin olması, hep içten gözyaşlarınızın olması umuduyla