Anlatılır ki, çok evvelce önceleri… İnsan henüz bağı bostanı, tarlayı bilmezken… Meyveyi kopartıp yemeyi yeni yeni öğrenmişken… İşte böyle bir zamanda bir insan varmış… Tek başına yaşarmış. Sanmayın ki kimi kimsesi yokmuş. Varmış. Ektiği tohumlar, beslediği toprak, suladığı otlar, budayıp beslediği meyveleri varmış.
Bunlarla o kadar zaman geçirmiş ki. Tohumun, toprağın, güneşin, sabahın, akşamın, suyun dilini öğrenmiş, çözmüş. Artık kendi kendine bahçe yapmanın bilgeliğine ulaşmış. Bilgileri o kadar çoğalmış ki içinde yaşadığı doğa ona büyük bir eve dönmüş. Ama öyle bir ev ki içindeki her şeyiyle konuşur, anlaşırmış. Hoş sohbetmişler. O konuşurmuş, ama diğerleri ona fısıldarmış.
O anlamış ki her ne ararsa kendi özünde, içindeymiş. İnsan toprağın, suyun, ekilenin, dikilenin, esenin bilgisini kendi içinde de taşırmış. İnsan kendisinden öncesinin bilgisini kendi içinde ararsa bulurmuş.
O bilmiş ki kendisi de toprağın, taşın, suyun, ağacın, meyvenin, çiçeğin ardıllarındanmış. Bir anası, ebesi, soyup sopu gibi bakarmış doğasına. İçinde yaşadığı büyük evi oymuş. Hâk’a dokunurken damarlarını teninde hisseder, bilir, tanır, görür, yaşarlarmış. Ta o zamanlar hâk diye toprağa derlermiş. Sonrasını şimdi herkes biliyor.
İşte o insan da evinin her bir köşesini dayayıp döşer gibi bakıyormuş toprağına; kutsalı hâk’kına. Onun bahçesine rüzgar bile değerken ektiği sebzelerini okşayarak geçermiş, kırmazmış. Onun yetiştirdiği ağaçlarına fırtına bile kopmadan önce haber verir, gürbüz kılarmış. Çünkü yüreğinin incisi doğayla konuşur, hal danışırmış. Bir ananın binlerce kilometre uzaklıklardaki çocuğuyla fısıldaşması gibi. Sezip bilmesi gibi.
Derken bu insan bir gün uykudayken, ağzından içeri kocaman simsiyah bir yılan girmiş. Midesindeki ağırlıkla birden irkilen o insan, uykusundan uyanmış ama ne görsün. İçinde tarif edemeyeceği kadar büyük bir ağırlık. Acı. Ürküntü. Zorba. Zulüm. Ceberut. Daha önce hiç hissedip yaşamadığı bir yük içendeymiş.
Yılan yerini bulmuş gibi kendinden emin, sakin yerleşmiş o insanın midesine.
Gel zaman git zaman yılanla insanın ortak yaşamı başlamış. Yılan ne zaman uyusa, o da uyurmuş. Ne zaman uyansa o da uyanırmış. Ne zaman acıksa, hareket etse, kıvransa o da…
Öyle bir hale gelmiş ki bağını bahçesini, meyvesini kuşunu, deresini, suyunu, hele bir de toprağını bile unutur olmuş. Unutmuş. Bütün yaşamı içindeki zorbayla yaşamaya ayarlanmış. Bütün hisleri, iç kuvveti, şafağı, akşamı içindeki karayılana göre olmaya başlamış.
Derken yine bir gün uykudayken ağzından içeriye giren simsiyah, kocaman yılan çıkıp gitmiş. O an ki bedenin rahatlamasıyla birden kendine gelen o insan kalktığı gibi çığlıklar atmaya başlamış. Kurtuldum, kurtuldum diye bağırarak dağı taşı inletmiş. Bağırmaktan yüreği kopmuş. Özgür oldum hissi onu delice coşturmuş.
Derken etrafına bakmaya başlamış. Bakınmış, bakınmış. Ağaçların kimisi kurumak üzere, kimisi kurumuş. Ektiği tohumlar büyümüş ama sararıp solmuşlar, ezilmiş, birbirine dolanmışlar. Arkına, suyuna, çapasına bil cümle bütün emeklerine bakmış, bakınmış. O da nesi hiç birini artık tam tanıyamıyormuş. Sadece az buçuk, hayal meyal aklına geliyormuş bir şeyler.
İçindeki zorbayla, bilgelerin kötü nefis olarak hep tanımladığı o siyah yılanla yaşamaya o kadar alışmış ki, kendini unutmuş. Her şeyini o zorbaya göre ayarlamayı öğrenmiş. Eskiyi unutmuş.
Ya üzerine bastığı toprak. Hani o hâk’ı bildiği. Onunla konuşmuyormuş. Etmiş etmemiş toprak artık sessizmiş. Yok gibi. Bir hiç gibi. Kupkuru. Ölü gibi. Cansızmış.
Özgür oldum diye bağıran sesi soluğu da cansızlaşmış birden. Ölgün. Ölü. Takatsiz.
İşte hikayenin sonu; yılan gitmiş ama o halen özgür değilmiş. Çünkü kendini unutmuş. Onun için özgürlük yeni yeni başlıyormuş.
Hikayeler her zaman gerçeğin iyi bir anlatıcısıdır. Eskiden bilgelerin çıkınında her zaman hikayeler dolu olurmuş. Çünkü hikayelerin dilinde tanrısallık, iç kuvvetin kutsallığı varmış. Onları çıkarıp dağıtırlarmış. Özellikle de çocuklara. Derim ki hikayesi olmayanın bilgisine çok inanmayın. Yaşanmamış, denenmemiştir yüreği onun. Sadece almış, biriktirmiştir. Bir cimri gibi. Çağımızın profesörleri gibi.
Çok evvelce bir zaman önce değil ama daha dün Abdullah’ın babası Ömer fıstık ağaçlarının altında oturuyormuş. Tarlada çalışan Abdullah’a seslenenlere, ses eder. Der ona dokunmayın, onunla uğraşmayın. “Ona dokunmayın, onun alnında fetih yazılıdır.”
Babasının bilgeliğine çok ilgili olan Abdullah yine hayatının birçok dersini babası Ömer’in öğrettiklerinden alır. Onun yaşamının hikayelerinden öğrenir. Oğlu yıllar sonrasında edindiği birikimleri anlatırken – ki o zaman on yaşlarındandır- şöyle ifade eder:
“Babam, alim olmanın düzeyine, derecesine göre ölçülerini koyuyordu: ‘Bir sigara kağıdını’ diyordu, ‘yastığının altına sok. Sen o yastığın işte biraz yükseldiğini fark edersen, iyi bir alim olduğunu kanıtlarsın.’ Ve unutmadım, ‘sigara kağıdı ne kadardır? Yastığın altına sokuldu mu, yastık yükselmiş’ diyeceksin, yani fark edeceksin. Oysa bugün kimileri için değil sigara kağıdı, yastıklarının altına kütük koysak, değiştiğini fark etmeyecekler.”
Benim Önderliği anlama merakımı uyandıran şeylerden biri de onun çocuk yaşlardaki gözleriyle dünyaya bakabilmektir. Çok merak ettiğim bir bilgidir. Önderliğin ne hissettiğini; öfkesini, sevincini, korkusunu, hayıflanmalarını, incinmelerini, coşkularını, haykırışlarını… Yani hikayesini. Hikayesinin baş kahramanlarını. En özelde anne ve babasının öğrettiklerini. Çocukluğunun hikayesini.
Çünkü bizim, yani biz kadınların hikayesinin başlangıcı oraya kadar gidiyor. Tanrıça anaların öz oğluyla bağımızın kökeni oraya kadar gidiyor. Çocukluğuna.
Bir hikayeyle başladık, ama niyetim Önderliğin yaşam hikayesini anlatmak değil. Niyetim bizimle olan hikayesi için birkaç şey söylemektir.
Biz kadınların zorbayla, kötü nefis ile yaşadığı binlerce yıldan sonra, kendini unutmuşluğu. Ektiğinden, eylediğinden habersizliği. Toprağını unutmuşluğu. Dört duvarlara kapanmışlığı. Bağı bahçesi, tarlası, ekini gibi sararmışlığı, solmuşluğu. Emeği gibi kaybolmuşluğu. Belki biraz, hayal meyal kalmıştı elinden kimi şeyler. O da bulanık, kaoslu.
Biz kadınların her şeyini o zorbaya, yalancı ve zalim erkeğe göre ayarlamışlığı. Ve bu kadar unutulmuşluktan sonra Önderlikle birleşen hikayemiz. Onun Kürt halkının özgür önderi olma hakkaniyetiyle birleşen yeniden kendi olma, bir ulus, bir kimlik olma gerçeğimiz.
Toprağımız bizimle konuşmazken, susmuşken. Aynen biz kadınların kendine küsmüşlüğü gibi! Kadınlar dün yaşam iken bugün yaşama en çok küsenler! İşte biz böyle iken; kurumuşken, ölmüşken, cansızlaşmışken, çaresizleşmişken, yok gibiyken, bir hiç gibiyken. İşte biz böyle iken onunla doğuş, diriliş, varoluş hikayemiz başladı. Biz onunla yaşam olduğumuzu öğrendik. Kadına bu kadar önder, bu kadar yoldaş… Kadının bu denli bağlı olduğu, uğruna feleğin çemberlerinden geçmekten sakınmadığı yaşam önderi… Bizim tanrıça analarımızın temiz çocuğuyla olan hikayemiz…
Önderliğin çıkış noktası özgürlüğü, öz gücü, öz yönetimi, öz benliği elinde alınmış bir toplumun çocuğu olmasıdır. Sömürülen toplumunu fark ettiğinde içi titreyecek kadar toprağının gencidir. Savrulmaz. Kırılmaz. Çare peşindedir. Çünkü en çaresiz bir toplumun en dipten gelen köylü bir çocuğudur.
Güçsüzdür. Güç alabileceği pek bir şey yoktur etrafında. Önüne çıkan da tercih etmeyeceği bir güçtür. Yoksa devlet okullarında güçlenmiş, bir yere kadar gelmişti.
Dili kendine ait değildir. Diline dönme arayışındadır.
Vatanı gömülmüştür. Vatanının insanı, genci olma kavgasındadır. Yarınsızdır. Kendisi olabileceği bir yarının yangınındadır her günü, saatiyle. Kavgayla, çabayla, inançla ördüğü çocukluğunun terk edeni olmak istememektedir. Bir başınadır. Toplumsuz, örgütsüzdür.
Kadın da güçsüzdür, dilsizdir, herkesindir, yarınsıdır. Toplumunun en çok inkar ettiğidir. Çocuğunun bile hor baktığıdır. Kimsesizdir. Görülmeyen, dinlenmeyendir. Bakmayın kavga ettiğine, hep yeniktir, hepten yenilmiştir gayri.
O daha çocukken gözünün önünde yaşananlar, adeta onun da kişiliğinde tekrarlamaktadır. Bacısına, oyun arkadaşlarına, komşu kızlarına yapılan neyse, başına gelenler de aynıdır. Hikaye ortaktır. İkisi de ezilen ulustur, kimliktir, insandır. İkisi de çaresizliği, itilmişliği, bir başına kalmışlığı yaşar. Abdullah’ın çocuk gözlerinin önünde cereyan edenler unutulmamıştır. Kendisini hatırladıkça, kadını da hatırlayacaktır. Kendisi oldukça, bir o kadar bütün kadınların olacaktır. Kendisini güçlendirdikçe bütün kadınlar güçlenecek; güçsüzlüğü asıl gücü olacaktır.
“Benim bacım; onu hiç görmemiş olanlar, iki günlük yoldan geldiler, ‘istiyoruz’ dediler. Birkaç çuval buğday, birkaç kuruş para karşılığında geldiler, aldılar. Bu ilişkiyi hala yadırgıyorum. Hiç hoş görmedim. ‘Böyle ilişki mi olur’ dedim. Birkaç günlük yoldan gelmiş adam bir de adeta feodalliğin serfi, ağanın çömezi, bizim bacıyı götürdü. ‘Ne yazık oldu’ dedim. Tabii, yine de gücüm yetmiyordu. Gitti.
Yine hatırlıyorum (ki bunlar en erken yaşlarda yaşadıklarımdır), temiz niyetli bir kızı yine zorla bir eve vermişlerdi. Böyle çok amansız, sille tokat vermişlerdi. Kız, adama boyun eğmiyor, kaçıyor. Hatırlıyorum, ben de okur-yazardım, ‘bana da biraz okur-yazarlığı öğretir misin’ diye ilk defa yanı başıma kadar gelen bir köy kızıydı. Öyle gelip satırlara bakıyordu. Halen aklımda, ona ancak bir-iki sözcük söyleyebildim, başka bir gücüm olamadı.
Başka bir gücüm olmadı. İşte bugün ben onun intikamını alıyorum, hala onun intikamı peşindeyim. Bu bir toplumsal düzeydi ve böyle olacağına, varsın hiç olmasındı.”
Ki koşup geldiği yaşam; okuluyla, memurluğuyla, üniversitesiyle pek bir şey vermeyecek. Zaman gelecek terk-i diyar edecektir. O çocukluğunun izini sürecektir. Böylece güçlenecek, yeni bir dilin sahibi olacak, ülkesinin insanını kadınıyla, erkeğiyle etrafına toplayacaktır.
Yine onun yaşam hikayesinden, onun dilinden küçük bir parçasını öğreneceğiz kadına yakınlığının, diyecek ki;
“Zayıf insanı genelde iyi tanırım, çünkü kendim çok zayıftım. Güçlendirmenin ne anlama geldiğini iyi bilirim. Kadın psikolojisini de biraz tanırım; tanımakla yetinmem, bir de çözümlerim; hatta onunla da yetinmem, yaşama yeni temellerde özgür olarak katılmasını sağlamayı da bilirim. Kendi kişiliğimde bunu gerçekleştirdim.”
Ezilen toplumların erkeği, kadınlaştırılıyordu bir diğer yandan da. Kadın ne kadar özgürlüğe muhtaçsa erkek de öyle idi. Kadın özgürleşirse, erkekte özgürleşirdi. Birinin özgürlüğü diğerine bağlıydı. İç içeydi. Ama neden dünyada o kadar devrim olmuştu da, hiçbir önder bu bilince ulaşmamıştı. Kadının özgürlüğüne böyle yaklaşan hiçbir insan önder çıkmamıştı? Yoktu böyle bir insan, yoktu. Olanlarda henüz bilinmiyordu. İşte bu hepimizin sırrı. Gerçeğimizin sırrı. Çocuk Abdullah’ın gözlerinin sırrı. Oradan bakabilenin, o gözler ile dünyaya bakabilenin ifşa edip, paylaşabileceği bir sır aynı zamanda.
O her şeyden önce kabul edecektir ki, kadında ezilen bir cins olarak özgür olmalıdır. Nasıl ki bir ulusun özgürleşmek için ordu kuruyor, parti oluşturuyor, hareketler geliştiriyor; bu kadınların da hakkıdır. Böyle demekle kalmayacak, bunun için yollar arayacak, yöntemler deneyecek, düşünceler inşa edecektir. Kadınla Önderlik arasındaki dostluk, bütünlük böyle çoğalıp, uygarlık tanrılarını kıskandıracak, zıvanadan çıkartacaktır.
O özgürlüğe susamış bir insan olarak kölelikle kavgasını büyütecektir. Köle kadınla, yılan soğukluğunda bir kadınla yaşarken yine de umutludur. Çünkü özgürleşebilir, özgür kadın doğabilir diye. Yılanla yaşarken bildiğimiz hikayenin dışına düşecek; kendini unutmayacak, hatırlayacaktır. Köle kadının gerçeğinin karşısında hışım gibi inmeyecektir kadının üstüne. Arayacaktır. Yaşanması gereken kadın nasıl olmalıydı; özgür bir kadınla yaşamak isteyen kendisi nasıl olmalıydı? Tanıyacaktır yalancı, zalim, klasik, yere çalınması gereken erkeklik kültürünü. Buna kendisini yakın görmeyecek, kopacaktır. Erkek ölecek. Yeniden doğacaktır. Ve o halen çocukluğuna ihanet etmemiş Abdullah’tır. Hiçbir tanrının kulu olmayan, tanrıçalara aşkın gerçek savunucu olma sözünü vermiş biri olarak.
Onun başı dara düştüğünde, tanrılar bütün hileleriyle ona saldırdığında en önde ona kadınlar koşacaktır. Ve kölelikte ısrar eden, erkeğin düzenine koşan kadınlar bırakacaktır onu. İhanet ve direniş yine bir kez daha iç içe geçecek. Arınma devam edecektir. Asil, soylu kadınla yaşamın serüveni daha bir netlik kazanmış olacaktır. Önderlik gerçeği artık bütün kadınların hikayesine ulaşacak kadar derinleşip, yücelecektir. O artık sömürge bir ulus olan kadınların Önderi olacaktır.
Tek bir gerçek işleyecek artık; evrenin en müthiş ikilisi olan kadın ve erkek, Önderliğin şahsında etrafında kenetlenen kadınlar ile bir kez daha muhteşemleşecek. Kölelikle özgürlüğün savaşı halen yeryüzünde en sıkı bir şekilde devam ederken Önderlikle kadın, özgürlüğün kendisi olacaktır. Özgür önder ile özgür kadın gerçeği beraber yürümeye devam edecektir.
Önderlik yol açtıkça, yol arkadaşı olan kadınlar buna layık olmanın ilmini dokuyacaklar bu topraklara. Tanrıçalar yeniden dile gelecek. Zaman yeniden eğrilerek öncesine, unutulmuş olanlara. Karşılıklı birbirini besleyen, birbirinden yücelen, varlaşan bir ilişkiye dönüşecek. Tanrısal bir ilişki. Gerçek bir aşk ilişkisi. Aşksızlığın kördüğümlerinde biten kadın için de erkek için de aşkın ilkeleri oluşacak. Yücelen yücelten, değerleşen değeri büyüten, çare olan çare bilen, başaran başarmayı öğretebilen. Aşkın böyle böyle kanunları yazılacak. Bir toplumun yeniden kendini varlaştırmasının kilimi dokunacaktır; nakış nakış, kare kare, ilmek ilmek.
Ben az şey söyledim, söylemeye çalıştım. Eminim siz daha fazlasını anladınız. Çünkü bu hepimizin ortak hikayesi.
Kendi hikayeni mi arıyorsun. Abdullah’ın gözlerinde yaşama bak! Orda senin de yaşamından izler var. O yaşamın izinde senin de öykülerin var. İzini sür; ulaşacağın yer kendin olmak olacak, kendini bilemenin aşkı, tutkusu olacak.
NUPELDA ENGİN