Onsekizler; Çavreş Dağları

0Shares

Gece bardaktan boşalırcasına yağan yağmurdan eser bile kalmamış, güneş tüm ihtişamı ile yükselmişti. Umuda umut katanları güneşte ısıtmak istemişti. Ama dünya güneşe yüzünü dönmeseydi bile onlar zaten sımsıcaktı.

Kampa vardıklarında biraz dinlenip, sabah içtiması için toplanıp sıra oldular, “Rawestin, amadebin” komutu geldi, Hêvi arkadaş şaşkın gözlerle yanındakilere bakıyor, ne yaptıklarını anlamaya çalışıyordu. Okulda öğrencilerin yaptığı gibi “rahat, hazır ol” yapıyorlardı. Evde Kürtçe konuşmasına rağmen “Rawestin, amadebin” kelimelerini anlamamıştı Hêvi. “Kırk yıllık rahat, hazır olu niçin değiştirmişler” diye düşünmeden edemedi. Herkes hazır oldu beklerken, komutan arkadaş “şiyarbin” dedi ve “bi can, bi xwîn em bi te rene, ey Serok” sloganını attılar. Sloganı attıklarından sonra Hêvi’nin şaşkınlığına bir şaşkınlık daha eklenmişti. İçtima bitmiş, herkes dağılmıştı, ama Hêvi heval, R, Berivan ve Sozdar şaşırmış ve oldukları yerde kalakalmışlardı. Arkadaşlarından biri seslenince şaşkınlıklarını üzerlerinden atıp yürüdüler. Kendilerini çağıran arkadaş iki tane battaniye verdi ve “heval, kendinize uyuyacak uygun bir yer bulup uyuyun. Uzun bir yol yürüdünüz, biraz dinlenin” dedi. İki tepenin arasında akan küçük derenin kenarında yer bulduktan sonra uyuyacakları yerdeki taşları temizlemeye başladılar. Yanlarından geçen bir arkadaş;

“Yeni gelen herkes rahat uyumak için yerleri böyle eşeler, ama birkaç gün sonra taş dediğiniz şeyler size kum tanecikleri gibi gelir” sözlerini söyleyince Hêvi ve arkadaşları bu sözlere anlam verememişti. Oysa gerillanın her sözünün bir tecrübe olduğunu bilmiyorlardı halen.

Uyandıklarında öğlen yemeği hazırlanmıştı. Yemek yedikten sonra on sekizlerin hepsi toplanmıştı. Sorumlu arkadaş onlarla sohbet edecekti. Çember şeklinde, kimi toprağa, kimi taşın üstüne oturdu. Herkes pür dikkat arkadaşı dinliyordu. Arkadaş; devrimci yaşamın, mücadelenin sorumluluklarını ve kendilerinin nasıl yaklaşması gerektiğini anlatıyordu. Düşmanın verdiği alışkanlıklarla, kişilikle savaşılması gerektiğini vurguladığında yeni yaşamın kendisiyle savaşmak olduğunu anladılar. Bunlara anlam sonradan verilecekti. Sohbet bitmişti ve güneş de yavaş yavaş tepelerin arkasından kayboluyordu.

Yeni katılanlar, ilk günün verdiği yabancılıkla kendilerine gösterilen yerde ateş yakılmasını öğreniyorlardı. Eski bir arkadaş olan D. Kadın arkadaşlara, gerilla ateşi yakmayı öğretiyordu. “Özellikle duman çıkartmamaya dikkat edilmesi gerekiyor” dediğinde, bütün arkadaşlar çok merak ettiler özellikle Hêvi arkadaş duman çıkartmadan ateş nasıl yakılır merak ediyordu. İlk pratikleri dumansız ateş yakmak olacaktı. Düşmanla kıran kırana süren savaşta, dumanın yerleri deşifre ettiğini yoldaşlarına anlatıyordu D… arkadaş.

Artık uyuma vakti yaklaşıyordu. Bütün arkadaşlar yerlerini hazırlıyorlardı. D. arkadaş, dört yeni kadından oluşan kadınların mangasına iki battaniye ve bir de naylon götürerek, yerlerini nasıl hazırlamaları gerektiğini anlattı. D. arkadaş Suriyeli olduğu için Türkçeyi iyi konuşamıyor ve söylediği her kelime gülüşmelere yol açıyordu. Kendisine gülmelerine hiç aldırmadan anlatmaya devam ediyordu:

“Yere battani ser, bir battani ji örtü, nayloni kapat, etrafını da ji taş yap.”

Dört kadın yan yana uzanmış, uyumaya çalışıyorlardı. Ama bir türlü gözlerine uyku girmiyordu. Gündüz eski arkadaşların sürekli onlarla konuşması, ilgilenmesiyle, eskiyi gerilla arkadaşların deyimi ile düzeni düşünmeye fırsat bulamamışlardı. Ama gece kendi vicdanları ile baş başa kalmışlardı. Hiçbiri uyuyamıyordu. Heyecandan uykuları gelmiyordu bir an önce sabah olmasını istiyorlardı. Bu yeni yaşama adım atmak için sabahı sabırsızlıkla bekliyorlardı.

Sabah uyandıklarında eski arkadaşlara dün geceki hallerini anlatıp gülüyorlardı. Azad arkadaş, dişi ağrıdığı için, eliyle ağzını sıkıca kapatıp gülmeye çalışıyordu. On beş gün sonra Azad arkadaşın, çatışmada yaralandığını ve çatışma alanından dört-beş saat uzaklıkta elinde patlamamış bir el bombasıyla şehit düştüğünü ve düşman tarafından bulunup, alındığını öğreneceklerdi. Aradan yaklaşık dört ay geçtikten sonra Hêvi arkadaş koçerlerin çadırında, Azad arkadaşın şehit düştüğü yerde halen el bombasının bulunduğunu, iki tane kanlı kefiyesini koçerlerin aldıklarını ve özenle sakladıklarını öğrenecekti. Azad arkadaşın yarasının ağır olmadığı ve çatışmanın verdiği panikle, kan kesici iğnelerin vurulmaması ve müdahale edilmemesi sonucu kan kaybından şehit düşmesi, derinden etkileyecekti bütün gerilla grubunu ve öfkelendirecekti. Bir özgürlük savaşçısı böyle kolay, böyle çabuk şehit düşmemeliydi. Küçücük bir ihmalkarlığın bedeli bu kadar ağır olmamalı diye düşünecekti Hêvi arkadaş, ama yaşayacakları birçok deneyim, savaşta ilk hatanın son hata olacağını öğretecekti onlara.

Yavaş yavaş öğreniyordu yaşamın kuralını on sekizler. Üç gün olmuştu yaşamla tanışmaları, daha önce hiç yaşamamış, gözlerini dünyaya yeni açmış gibi. Üç günün sonunda üç grup halinde ayrıldılar. Ayrılma haberi derinden sarsmıştı on sekizleri. Onlar, üç gün boyunca en saf, en temiz duyguları ile devrimden sonra ne yapacaklarının hayallerini hep beraber kurmuşlardı. Ama bunu düşünmek için daha çok zaman geçmesi gerektiğini bilmiyorlardı bile. On sekizler hep beraber kalacaklarını, eylemlere beraber gideceklerini planlamışlardı. Re. arkadaş evden çıktığında, annesi gelirken ekmek ve un getirmesi için para vermişti, Re. arkadaş bu sohbetlerde:

“Ben de devrim olduğunda ekmek ve un alıp, gidip evin kapısını çalacağım ve “anne biraz geç oldu ama yepyeni bir insan olarak ekmek ve unu alıp geldim” diyeceğini söyleyerek, kendince ayrılık acısını hafifletmeye çalışıyor, ayrılıkların daha özgür ve güçlü bir beraberliğin mayası olduğunu anlatmaya çalışıyordu.

Evet, şimdi ayrılıyorlardı. Ama içlerinde yine beraber olmanın umudunu her zaman taşıdılar. Giderken on sekiz kişiydiler, ama sonra milyonlar olacaklarını biliyorlardı. Yeni bir insan olmanın amansız savaşına girmişlerdi, bu savaş her geçen gün onları daha fazla birbirine bağlıyordu. Daha çok arkadaşla tanışacak, çok arkadaşla oturup, siyah çaydanlıktan, plastik bardaklardan çay içecek, kaşıkları az olduğu için üç-dört kişi birlikte bir kaşıktan yemek yiyecek, çatışmada veya eylemde arkadaşları şehit düşecek; ateşin etrafında oturup, “buhar xweşe çaxe gulan” türküsünü söyleyecek, amansız kışlarda günlerce karın içinde yürüyecek ve daha çok arkadaştan ayrılacaklardı. Ve paylaşmayı, mücadeleye tutkunca bağlanmayı, sevmeyi, fedakarlığı, zor anlarda beraber olmayı, yoldaşlığı ve daha çok şeyi öğreneceklerdi.

On sekizlerin ayrıldığı gece durmadan yağmur yağıyordu. Ve bir aydan fazla yağmur dinmek nedir bilmedi. Arkadaşlarından ayrılmak Hêvi arkadaşa çok zor gelmişti. Bu, yağan yağmurun kendisini zorlamasıyla da birleşince ağlamamak için kendisini ne kadar zorlasa da bir türlü başarılı olamamıştı.

“Bakın arkadaşlar, zorlanıyorsunuz kolay değil dağlarda savaşmak, bunun için sizi anlıyorum. Ama yıllardır, savaşan arkadaşlar nasıl dayanıyor bu zorluklara? Çünkü onlar ülkelerini ve bu ülkede yaşayan insanlarını seviyorlar.”

Arkadaşlarını, mücadeleyi, Kürdistan’ı seviyorlardı. Ama neden? Yine de zorlanıyorlardı. Sadece sevmekle sorunlar çözülmüyordu, tek sorunları irade, savaşma azmi ve yurtseverlik bilincinin olmamasıydı. Onları zorlayan, yağmur, soğuk, açlık değildi, onları zorlayan kendi gerçekliklerini tanımamaları ve Kürt olmaktan ne kadar uzak olduklarını görmeleriydi. Bir Türk gibi düşünmeleri için yıllarca okulda Türkleşmeyi öğretmişti öğretmenleri. Belki onlarda başı kofili, ulusal kıyafetli annelerinden utanmışlardı. Veya annelerinin, babalarının Türkçeyi konuşamamasını yadırgamışlardı. Pop, arabesk vb. müzikler kendi öz dilleri ile söylenen türkülerden daha güzel gelebiliyordu onlara. Bundan dolayı dört bayan arkadaş sık sık radyoyu alıp, mangalarında pop müzik veya yabancı müzik dinliyorlardı. Arkadaşları eleştirdiklerinde, “müziğin dili evrenseldir” cevabıyla, eleştirileri kabul etmiyorlardı.

Onları en çok eleştiren ve yanlışlarını gösteren, doğruları anlatan, C… arkadaştı. Onun için C… arkadaşla bir türlü anlaşmıyorlardı. C. arkadaşla anlaşamazlardı, ama bir sorunları olduğunda ve bir konuda zorlandıklarında ilk başvurdukları kişi den C… arkadaş olurdu.

Acil bir görevden dolayı on altı kişilik gruptan on kişi göreve gitmişlerdi. Konumlanma noktasında dört kadın arkadaş, Pılıng ve C. arkadaş kalmışlardı. Pılıng arkadaş kadın arkadaşların çadırına gidip iki saat nöbet tutacaklarını söyledi. Pılıng arkadaş gittikten sonra dört kişi birden iki saat nöbet tutmaya karar vermişlerdi. Çadırın altında nöbet tutacak, ses geldiğinde çıkıp kontrol edeceklerdi. Ama derin bir sohbete dalmışlardı. R.’nin sesi güzel olduğu için türkü söylemesi için ısrar etmişlerdi. R. arkadaşların ısrarlarına dayanamayıp türkü söylemiş, Berivan, Sozdar ve Hêvi arkadaşlar da ona eşlik edince ses çok çıkmıştı. Kendi seslerinden dolayı C. arkadaşın “nöbetçi, nöbetçi” diye bağırmasını duymamışlardı bile. İkinci defa seslendiğinde R. sesi işitmişti ve C. arkadaşın “nöbetçi” diye seslenişini taklit etmişti. Bu bütün arkadaşlarını kahkahaya boğmuştu. R., C. arkadaşın günlük yaşamdaki konuşmalarını taklit ettiği sırada C. arkadaşın sesini yeniden duydular, bu defa daha yakın, yanı başlarından geliyordu sesi. C. arkadaş konuşmalarını duymuştu, hiç konuşmuyorlardı. Hepsi de kendi kendilerine, “yine bir nasihat verecek” diye düşündüler. Ama C. arkadaş sessiz olmalarını söyleyip gitmişti. Diğer gün yaptıklarının yanlış olduğunu, yoldaşlar ortamında bir daha kesinlikle böylesi çocuklukları kendilerine yakıştırmamaları gerektiğini, partide görevin kutsal olduğunu ve verilen her göreve doğru yaklaşılması gerektiğini eğitimde anlattı. Bu olay onlara çok büyük bir ders olmuştu.

Aradan birkaç gün geçmişti. R. “tutup onu bir ormanda bağladılar ağaca” türküsünü söyleyip ağlıyordu. Türküde, kurşuna dizilen bir insanı anlatıyordu. R.’nin ağlaması diğer arkadaşlarını etkilemiş ve üzmüştü. Bunun üzerine C. arkadaş R.’ye o türküyü yasaklamıştı. Dört arkadaş türkünün ismini yasak türkü koymuşlardı. Yasakladığı için o türküyü çok seviyorlardı ve söylüyorlardı. C. arkadaşı gördüklerinde hemen susuyor, gittiğinde tekrar söylemeye devam ediyorlardı. Onlar için arkadaşının taklidini yapmak, yanlış yaptığı şeylere gülmek, ciddiye almamak çok doğal şeylerdi. Yoldaşlığın yüceliğini, kutsallığını halen bilmiyorlardı. Arkadaşlara ağabey, baba veya bir sınıf arkadaşıymış gibi yaklaşıyorlardı. Oysa birkaç gün sonra yoldaşlarından ayrıldıklarında büyük bir acı duyacak, yaptıklarından pişmanlık duyacaklardı. Aradan bir ay geçmişti. Daha önce ayrıldıkları arkadaşlarla buluşacak, güç dağılımı yapılacak ve tekrar, ayrılacaklardı. Uçsuz bucaksız çerkem veya gerilla tabiri ile “cüce çam”, dedikleri ağaçların kaplı olduğu Çavreş dağlarındaydılar.

Kar ağaç boylarını aştığında,
Karadeniz’i, Akdeniz’i
Egesi, Marmara’sı
Olur Kürdistan’ımın
Çavreş dağları

Arkadaşlarıyla buluşmanın sevincini silah sesleriyle kutlayacaklardı. Grupta bulunan arkadaşların her biri bir kurşun sıkacaklardı. Bir kayanın üzerine konulan taş, nişan tahtalarıydı. İlk kez silah kullanacak olanlar heyecandan titriyorlardı. Bir tane sıktıktan sonra, silahın cazibesine kapılıp tekrar tekrar sıkmak istiyorlardı. Hiç kimse taşı vuramamıştı, kimi çok uzağa gitmişti, kimi de ıskalamıştı. Sıranın en sonunda olan R. arkadaşa sıra gelmişti. R. kumral, kısa boylu çok duygusal ama çok inatçı bir arkadaştı. Silahı eline alıp oturdu ve nişan aldı…

Mücadele arkadaşı

Devam edecek

 

Attachment