• KURDÎ
No Result
View All Result
Pajk - Kürdistan Kadın Özgürlük Partisi
  • Anasayfa
  • Önder APO
    • Önderlik Perspektifleri
  • ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
  • AÇIKLAMALAR
  • DEĞERLENDİRME
  • GERİLLA
    • Gerilla Anıları
    • Gerillanın Kaleminden
    • Amargi
    • zeynep kinaci
  • Araştırma-İnceleme
  • Galeri
    • Resim Galerisi
    • Video
  • Anasayfa
  • Önder APO
    • Önderlik Perspektifleri
  • ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
  • AÇIKLAMALAR
  • DEĞERLENDİRME
  • GERİLLA
    • Gerilla Anıları
    • Gerillanın Kaleminden
    • Amargi
    • zeynep kinaci
  • Araştırma-İnceleme
  • Galeri
    • Resim Galerisi
    • Video
No Result
View All Result
Pajk - Kürdistan Kadın Özgürlük Partisi
No Result
View All Result

14 Temmuz’u Yaşayan Bir Halk, Tüm Cihan Üstüne Gelse De Yenilmeyecek

15 July 2021
in ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
A A
14 Temmuz’u Yaşayan Bir Halk, Tüm Cihan Üstüne Gelse De Yenilmeyecek
Share on FacebookShare on Twitter

Büyük bir irade savaşıdır ölüm orucu. Gün gün, saat saat, an an, dakika dakika, saniye saniye erirsiniz. Vücut depoladığı eski yağlarını, enerjiyi, karaciğerinde birikmiş enerjiyi gıdım gıdım tüketir. Onları bitirdikten sonra kaslara geçer. Sanıldığı gibi ölüm orucunda açlıktan ölmezsiniz. Bütün bağışıklık sisteminiz çöker, küçük bir soğuk algınlığı, küçük bir meltem, esinti zatürre yapar sizi ve şehit düşersiniz.

Bugün 14 Temmuz büyük ölüm orucunun 40. yıl dönümüdür. Bundan 39 yıl önce tarihte eşine ender rastlanır belki de bir başka örneği bulunmayan bir halkın, bir hareketin geleceğini, yürüyüşünü, zamanın akışını değiştiren büyük bir olay yaşandı Diyarbakır zindanında. Olayın bu kadar büyük olmasının elbette yaşanan coğrafyayla, bu coğrafyanın gerçek sahibi halklarla ve bu halklara gücü oranında elinden geldiğince öncülük etmeye çalışan hareketle çok yakından bağlantısı var. Halkların tarihinde böylesi günler öyle çok fazla yaşanmaz. 14 Temmuz gibi tarihi olaylar belki de bin yılda bir yaşanabilecek türden olaylardır. 14 Temmuz’un aynı zamanda Fransız devriminin de yıl dönümü olduğunu hatırlamakta fayda var.

14 Temmuz gerçekten de Kürt ve Kürdistan halklarının, bölge halklarının geleceğini çok yakından etkileyecek çok önemli değişimlere, çok önemli çıkışlara rehberlik eden, yol gösteren tarihi önemde büyük bir olaydır. Büyüklüğünün en önemli sebeplerinden bir de şudur: Çok keskin bir dönemece girersiniz, bir ayırım noktasına gelirsiniz önünüzde iki seçenek vardır. Artık dünya siyah ve beyazdır. Ya beyazı seçersiniz ya da siyahı. Başka alternatif yoktur, kalmamıştır, bırakılmamıştır. Bütün alternatifler ortadan silinmiştir. Siyahı seçerseniz belki yaşarsınız, kendiniz için bunu yapabilirsiniz. Beyazı seçerseniz tarihin tanık olabileceği en büyük acıları yaşamanız kaçınılmazdır. Belki hayatınızdan vazgeçmeniz gerekecektir. Ama bu ölüm sizi ölümsüzleştirecektir. Çünkü siz beyazı seçmekle mevcut durumu, statükoyu yerle bir edecek, yeni ve güzel olana yaşam imkânı ve kaynağı yaratacaksınızdır. Sizin tercihiniz, tarihin akışını değiştirecektir. Eskiyi temsil eden siyah artık yenilgi sürecine girecek, aydınlığın önü açılacak. Karanlık yırtılacak! O yırtılmış olan karanlık perdenin arkasından yükselen ışık huzmesine insanlar akın edecek, ona yönelecektir. Yani sen aslında beyazı seçmekle bu açmazdan kurtulmak isteyen herkes için yeni bir yol açmış olursun. Bu türden büyük olaylar korku ve kaosun hâkim olduğu süreçlerde sahne alır. Onları büyük yapan da budur aslında. Kaos ortamında kaosu sonlandırma süreci başlatmak, onu büyüklerin en büyüğü yapar.

Böylesi keskin dönemeçlerde süreci ne liberalizme etme ne esnetme ne normalleştirme imkânı vardır. Adeta bir bıçak sırtı durumdur bu.

Belki ilk duyanlar “bunlar çok keskin sözler, ağır sözler diyecektir. Eğer yaşananlardan haberiniz yoksa bunu söylemenize bir şey diyemem.  Fakat eğer o dönemde Diyarbakır zindanında yaşanılanlara vakıfsanız, ne olup bittiğini biliyorsanız, bundan haberiniz varsa bu sözlerin, bu değerlendirmelerin o dönemi anlatmakta yetersiz kaldığını bizzat sizin ağzınızdan duyacağımdan eminim.

Bilmeyenler “Bize de anlatın, gerçekliği biz de anlayalım” diyebilir. Ama anlatmanın kolay olduğunu size kim söyledi! Anlatmak kolay mı sanıyorsunuz? Dinlemenin de kolay olduğunu veya olabileceğini söyleyemem. Diyarbakır zindanında yaşananları dinlemek de yürek ister. Hele de anlamak….  Çünkü anlamak yapmaktır, gereğini yerine getirmektir. Anladığı halde anlamazlıktan gelmek ciddiyetsizliktir, sorumluluktan kaçmaktır. Bizim onlar için anlatacak hikayemiz olamaz. “Dinleyeceğim, anlayacağım” diyenleredir sözümüz.

PKK’yi bitirmek demek insanlığın sonunu getirmek demektir

Bugün birileri çıkmış PKK’yi bitirmekten söz ediyor. Tamam bitirmek isteyebilirsin bunun için canını dişine takabilirsin. Tüm imkanlarını, olanaklarını, paranı, ittifaklarını, teknolojini, toplumsal dayanaklarını, psikolojik savaş aygıtlarını, araçlarını her şeyini ortaya koyabilir, azgınca saldırabilirsin. Bunun için her şeyini hasredebilirsin. Ama bu senin kazanacağın anlamına gelmez. Eğer siz kavganın haksız ve kötü tarafıysanız çaresi yok en nihayetinde kaybedersiniz. Tarih, böylesi yüklenmelerin hüsranla sonuçlandığını bize döne döne anlatmaktadır. Bitirmek isteyenlerin bittiğini, savaşın haksız tarafında duranların sonlarının trajikomik olduğunu bilmeyen var mı?

Bilin ki PKK’yi bitirmek demek insanlığın sonu getirmek demektir. Çünkü PKK tarih boyu insanlığın imbiğinden süzülüp gelen onur, hakkaniyet, adalet ve özgürlük adına ne varsa özünü ondan alan, varlığını buna dayandıran bir ruhtur. Bu ruhu nasıl öldüreceksiniz? Ruhla uğraşırsanız, yüce değerlerle, ilkelerle, hakikatle başınızı belaya sokarsanız, perişan olursunuz. Hakikat tanrı gibidir. Kendisini inkâr edeni çarpar. Onun çarpması herhangi bir çarpmaya benzemez. Yerle bir eder. Bu nedenle PKK’yi bitirmekten söz edenlere 14 Temmuz’u yeniden hatırlatmak gerekecek.

14 Temmuz’u anlamadan, bilmeden bu hareket hakkında böyle ileri geri sözler etmek çok çiy kaçıyor. Hele de bu büyük laflar bu kadar yüz kızartıcı, adi suçlara batıp boğulmuş soysuz, ilkesiz insancıkların ağzında çıkınca durum daha bir komik kaçıyor. Özal, Ecevit, Demirel gibi bunlardan daha ilkeli ve onurlu kişilikler de benzer laflar etmişti. Onlar da PKK’yi bitirmek için yanıp yakılmıştı. Bugünkülerin yaptığı ucuz intikamcılık, hınç, hatta düşmanlık bile değil. Bu konuya daha sonra tekrar geleceğim. Ama yeri gelmişken ve unutmadan söylemeliyim ki, bitecek veya bitirilecek bir şey varsa o da gerçek dışılıktır, hakikatle başı belada olanlardır. Hakikate saygısı olmayanlar hakikatin tokadını yer. Gerçeğe saygısı olmayan gerçek tarafından bertaraf edilir. Olay bu kadar açık. Tarih bunu hep böyle yazdı, bundan sonra da böyle yazacaktır. Bu da tarihin yazılı olmayan kanunudur. Bu da böyle biline.

Biz esas konumuza dönelim. Otuz dokuz yıl öncesine gidelim.

12 Eylül faşist askeri darbesinin geliş amacı Kürdistan’daki ulusal uyanışa öncülük eden PKK’yi tasfiye etmekti. Elbette Türkiye’de yükselmeye başlayan devrimci demokratik hareketi de ezmeyi amaçlıyordu. Ama asıl düşmanı, hedefi PKK idi. Daha darbe öncesinde, sıkıyönetim döneminde hışımla yüklenmeye başlamıştı. Ve PKK’nin kadro gücünün büyük bir kısmı zindanlara doldurulmuştu. Düşünün ki bir davanın, bir hareketin gücünün beşte dördü tutsak düşmüş, zindanlara doldurulmuş. Geride kalan beşte birlik gücü ise 12 Eylül askeri faşist darbesinin erişemeyeceği alanlara kendisini zor bela atabilmiş, tasfiye olmaktan kıl payı kurtulmuştur. Yani bu hareket neredeyse 12 Eylül rejimi tarafından yok edilmekle karşı karşıya kalmıştır.

Askeri faşist rejim ele geçiremediklerini ‘kılıç artığı’ olarak görmektedir. Ve PKK’yi tasfiye etmek için ele geçirdiği bu beşte dörtlük güce yüklenmeyi önüne koyacaktır. Eğer bunları siyasal anlamda yok edebilirse, eğer bunları kendi varlık nedenlerinin dışına çıkartabilir, kendi ideallerinin, ilkelerinin, inançlarının, amaçlarının karşısına dikebilirse istediği sonucu elde edebileceğine inanmaktadır. Bu onun biricik amacıdır.

Tutsak aldığı PKK’lileri teslim alarak, ajanlaştırarak, itirafçı konuma getirerek bu amacına erişeceklerine inanıyorlardı. Bu nedenle itirafçılığı dayatmak ve ihaneti geliştirmek için ellerinden gelen her şeyi ama her şeyi yaptılar. Diyarbakır zindanını korkunç bir insan mezbahasına çevirdiler. Hedefleri netti; PKK’lileri bütün inançlarından, düşüncelerinden, umutlarından, geleceğe dair ideallerinden soyundurmak, bütün bunların kusmalarını sağlamak, birer ihanetçi, kendi özüne, kimliğine küfreden bir inkarcı haline getirmekti. Bu duruma düşürdüğü tutsakları Kürt toplumunun karşısına birer model örnek olarak çıkartmak bunlar eliyle Kürt toplumunu fethetmek istiyorlardı. Bununla Kürt toplumuna vermek istedikleri mesaj çok açıktı. Eğer bunda başarılı olurlarsa “bakın size Kürdistan kurmayı vadedenler, size özgürlüğü vadedenler, eşitliği vadedenler ne halde. Öncümüz dediğiniz, arkalarından yürüdüğünüz içinizden çıkarttığınız en iyilerinizin hali mecali bu!  Bu hayalin peşinden gitmek isteyenleriniz olursa sonları bunlarınkinden bin beter olur bilesiniz. Sakın ola buna bir daha yöneleyim demeyin yanarsınız, yakarız” demeye getireceklerdi. Amaç buydu. Yani Kürt toplumunu bir daha dönüşü olmayacak biçimde düşürmekti.

“İş-ken-ce”

Diyarbakır zindanında gerçekleştirilen sıradan bir operasyon değildir, Diyarbakır zindanında yapılan sıradan bir deney değildir. Diyarbakır zindanında yapılan tarihte benzeri olmayan akıl almaz bir despotik toplum mühendisliğiyle kökleri neolitiğe kadar uzanan Kürt toplumunu Türkleştirme projesidir. Yani Diyarbakır Zindanı Türk hegamonik güçleri açısından Kürdistan’ı Türkiyeleştirme, Kürtleri Türkleştirme stratejisinin her şeyi göze alarak ve her türlü yöntemi kullanarak başarabilme hayallerinin doruğudur.

Bunun için akla hayale gelmeyecek şeyler yapılmıştır. PKK’li tutsakları teslim alabilmek için, onları itirafçı birer hain haline getirebilmek için insan denilen yaratığın bağrından çıkabilecek ne kadar kötülük varsa hepsini de şaha kaldırarak hışımla yüklenmişlerdir. Şimdi bunları sizlere anlatmaya kalkışsam saatler değil, hatta günler de değil aylar yetmez. Hele bu çalışmanın sınırlarına hiç sığmaz.

İllahi de anlatmalısın diyorsunuz, ama bu çok zor. Düşünün ki, günün 24 saati Diyarbakır zindanında işkence haline getirilmiştir. Sabahıyla, öğleniyle, ikindisiyle, akşamıyla, gecesiyle, yatsısıyla zamanın bütünü işkencedir. Bir gün değil, beş gün değil, on gün değil, bir ay değil, bir yıl değil her an yıllarca süren işkenceyle PKK’li tutsaklar teslim alınmaya çalışıldı. İlk adım Türk olmayı kabul ettirmekti. Sorulan ilk soru “Türk müsün” dü. Hayır değilim, ben Kürdüm demek, kendi soyunu sopunu inkar etmemek en ağır suçtu. Aklını başına getirmek, kim olduğunu hatırlatmak (!) için temel dönüştürme aracı işkenceydi.

PKK’lileri Türkleştirmek için akıl almaz işkenceler yapıldı. Kürtlüğünü inkâr edeceksin, önce Kürt olmaktan vazgeçeceksin, ardından toplumsal, ulusal kimliğini örgütlü ve özgür kılmak isteyen ideolojinden vazgeçeceksin, dava arkadaşlarından ve partinden vazgeçeceksin, hepsine sırtını çevirip bana geleceksin, itirafçı olacaksın, ihanet edeceksin. Düşman bunu gerçekleştirebilmek için elinden gelen gelmeyen ne varsa her şeyi yaptı, denedi. Şimdi “Bu da ne? Ne demek ‘elinden gelen, gelmeyen her şeyi yaptı, denedi’ demek, şunun adını koysana işkence desene” diyerek homurdanan insanlarımız olduğunu hissediyorum. ‘iş-ken-ce’ üç heceli bir kelime. Ağır bir kavrammış gibi görünüyor. Ama bu kavramın Diyarbakır zindanında olup bitenleri tanımlamaya gücünün yetebileceğini mi sanıyorsunuz? Yetmez! Bu kavram yaşatılanlar karşısında hafif, hatta çok iddiasız kalır.

Düşünün ki, bu süreç içinde yüze yakın insan hayatını kaybetti. Yüzlerce insan ömür boyu sakat kaldı. Yüzlerce tutsak vereme yakalandı, yüzlercesi akli dengesini yitirdi. Düşünün ki zindanın her yanından feryatlar yükselmektedir. Canhıraş insan çığlıkları arşı alemi inletmektedir. Sizce bunu başarabilen bir uygulamanın adı işkenceden ibaret olabilir mi? Bu, vahşet kavramının da ötesine geçen bir durumdur. Zira düşman amacına ulaşabilmek için öyle bir uygulama geliştirdi ki tarifi imkânsız. Düşünün ki konuşmak yasak, öksürmek yasak, kaşınmak yasak, hapşırmak yasak, göz kırpıştırmak yasak, uykuda horlamak, sayıklamak yasak. Bu ne demektir? Bunun adı insan olmayı, insan kalmayı yasaklamak değilse nedir? Bütün insani refleksleri yasaklamanın başka bir izahı, adı olabilir mi? Peki insanı ve insanlığı yerle bir etmek için, insanı insanlıktan çıkartabilmek için yapılabilecek ne varsa gözlerini kırpmadan yapanlara insan diyebilmek mümkün müdür? İşte size Türk devletinin nemenem bir şey olduğunu anlama şansı.

Peki bütün bu barbarlık ötesi uygulamaları niçin yaptı? Ve neden esas olarak PKK’li tutsaklara karşı yaptı? Cezaevinde bir sürü örgüt vardı. DDKD, Özgürlük Yolu, Kawa, KUK gibi bir sürü Kürdistan’i örgüt vardı. Hiçbirinin üstüne böyle hışımla gitmediler. Batan mesaileri PKK’lileri birer itirafçı ve inkarcı hain haline getirmek içindi. Bu emellerine erişebilmek için her şeyi ama her şeyi kullandılar. Her yönteme başvurdular. Su, ekmek, sigara, hava gibi en temel insanı ihtiyaçları bile birer silah haline getirip tutsaklara karşı kullandılar. Düşünebiliyor musunuz gece yarısı saat üçte uykunuzdayken esas duruşta yatmak zorundaydınız. İnsan uykudayken esas duruşta nasıl yatabilir? İnsan uykudayken ne yaptığını bilebilir mi? Horlama yasaktır, ama insanın elinde midir yatarken horlayıp horlamamak? Sırt üstü esas duruşta yatmak yerine uykudayken yan dönüp dönmemek insanın elinde midir?

İnsani bütün reflekslerin yasaklandığı yüz yirmi kişinin doldurulduğu kırk hürce düşünün. Her gün bir kişinin hapşırdığını, öksürdüğünü veya gözünü kırpıştırdığını ya da uykusunda döndüğünü düşünün. Her yasak ihlalinde sadece ‘ihlal’ edenin değil herkesin işkenceden geçirildiğini bir hesaplayın. Bu her gün yüz yirmi kez işkence görmek demektir. Bunun gündüz-gecesi olmadığını da akılınızda tutun. Diyelim ki birisi uykuda horlamıştır. Hücrelerin kapısı sessizce açılır. Aynı anda bir işaretle ‘allah allah’ nidaları atarak aniden saldırıya geçerler. Uykudayken kafanızda patlayan sopa darbelerinden ve allah allah nidalarına karışan insan çığlıklarından düşmanınız bir tek şey elde etmek istemektedir. Yılgınlık, umutsuzluk, yenilgi ve pes ettirme. Pes ettirmek, anasından doğduğuna, bu dünyaya geldiğine pişman etmek, PKK’ye katıldığı veya bulaştığı güne lanet okutabilmek. Amaç bu. Eğer bunu başarabilirse gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.

İki yıl boyunca kesintisiz olarak geliştirilen bu uygulama yani vahşet karşısında herkes aynı dirayeti, direnci gösteremedi elbette. Öyle bir noktaya gelindi ki, üç koğuş dolusu itirafçı çıktı. Ama düşman bunu yeterli görmüyordu. Onlar sadece zayıf insanları düşürmekle ilgilenmiyordu. Onlar için önemli ve gerekli olan herkesten ve her şeyden daha çok PKK’nin öncü kadrolarını düşürebilmekti. Özellikle PKK’nin öncü ve orta kademe kadrolarını düşürmek, onları itirafçılaştırmak için vahşet uygulamasını her geçen gün biraz daha yetkinleştirdiler. Bu konuda büyük bir yaratıcılık örneği sergilediler. Düşürdükleri Şahin Dönmez gibi ihanetçileri de kullanarak, onların akıllarından da faydalanarak yetkinliklerine yetkinlik katmaya devam ettiler.

“Ölümüne bir karşı çıkış olmadan bu süreci tersine çevirmek mümkün değil”

İnat değil mi? PKK’liler de PKK’li olmakta ısrar ettiler, mahkemelerde çatır çatır PKK’yi savundular. Amaçlarını savundular, ideallerini savundular, Kürt halkını ve toplumunu savundular. Kürdistan gerçeğini yüzlerine haykırmaya devam ettiler. PKK’liler PKK’yi savundukça, Kürdistan halkını ve çıkarlarını savundukça üzerlerine daha bir hoyratça, daha bir hınçla ve daha büyük bir intikam güdüsüyle yüklendiler. PKK’liler her şeye rağmen insanı, insanlığı, kendi toplumsallıklarını ve halklarını savunmaya devam etti. Onlar bütün bu acılara kendi ideallerini mahkemede haykırabilmek için büyük bir vakarla katlanmaya devam etmeyi tarihi bir görev olarak görüyorlardı. Bütün bu acıları katlanır kılan gelecek nesillere siyasi savunma mirasını bırakabilmekti. Bu yaşananları resmi kayıtlara, tutanaklara, belgelere geçirerek ölümsüzleştirmekti.

Ama bir gün geldi siyasi savunma yapmamızı da yasakladılar. Mahkemelerde ne söyleyip ne söyleyemeyeceğimizi belirlemeye kalkıştılar. İşte o zaman yer gök bir oldu.

Mazlum Doğan arkadaş gelinen bu yeni durumu “mahkemelerde kendi davamızı savunabilmenin imkanları kalmamıştır. Dolayısıyla bu vahşete katlanmamın da bir anlamı kalmamıştır. Artık bu gidişe dur demenin zamanı gelmiş ve geçmektedir. Ölümüne direniş içine girmeden bu süreci tersine çevirebilmek mümkün değildir” biçiminde değerlendirmekteydi.

Mehmet Hayri Durmuş arkadaş, “yasaklamalarının açımızdan hiçbir önemi olamaz. Biz ne pahasına olursa olsun tarihi özgürlük davamızı mahkemelerde savunmaya devam edelim. Dişimizi sıkalım esas hakkında mütalaadan sonraki büyük savunma sürecine kadar dişimizi sıkmaya devam edelim. Bu bizim gelecek kuşaklara, tarihe, insanlığa, halkımıza ve partimize karşı yükümlülüğümüz” demeye devam ediyordu. “Tarihe notumuzu düşelim ondan sonra gerekeni yapalım. İsyansa isyan, direnişse direniş ama önce hakikatimizi tarihi belgelere geçirelim. Tarihe notumuzu düşelim, gelecek kuşaklara bu mirası bırakalım” diyordu.

Tarih Mazlum Doğan arkadaşı haklı çıkardı. Onun öngörüsünün hakikate daha uygun olduğu ortaya çıktı.

Mazlum Doğan arkadaş 21 Mart 1982’de kendi hayatına son vererek, Newroz gibi anlamlı bir tarihi dönemeçte ilk kıvılcımı çaktı. “Eğer ölümüne direniş içine girmezsek bu gidişatı durdurmak mümkün değildir” mesajını verdi. Mazlum arkadaşın eylemi düşmanda bir gerileme yaratmadı, tam tersine daha çok yüklendiler. Zira Şahin Dönmez gibi hainler düşmana “eğer Mazlum Doğan kendi hayatına son verecek noktaya gelmişse, demek ki dayanma sınırlarının sonuna gelmişlerdir. Birazdan yüklenirseniz sonuç alırsınız” aklını vermişti. Daha çok yüklendiler. İnsanlara dışkı yedirmekten tutun, cop sokmaya, insanların üstüne alkol dökerek yakmaya… varıncaya dek gemi azıya almış bir vahşet sergilemeye devam ettiler.

“Ateşi söndürmeyin, ateşi harlandırın, bu ateş yanmalı, gürleşmeli bu ateş sönmemeli”

Zulmün ve vahşetin bu denli pervasızlaşmasının ardından Mazlum Doğan’ın yoldaşları ondan aldıkları kıvılcımla 17 Mayıs 1982’de büyük bir ateş topu yarattılar. Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin, Necmi Öner arkadaşlar kendilerini cayır cayır yaktılar. Arkalarında düşmanı kahreden, insanlığı ve Kürt halkını yücelten bir bildiri bırakarak…

Dörtlerin kendini yakma eylemine müdahale eden ve ateşi söndürmeye çalışanlara Mahmut Zengin şöyle seslenecektir. “Ateşi söndürmeyin, bu ateşi harlandırın, bu ateş yanmaya devam etmeli, gürleşmeli bu ateş düşmanı yakmalı.”

Yangın eyleminin ardından olay yerine gelen Adli Müşavir yani Cezaevi Savcısı, kol kola girerek kendilerini tutuşup yakan ve yanarken etleri, kemikleri birbirine yapışan Dörtleri birbirinden ayırmalarını izlemektedir. Kendinden geçmemiş olan direnişçiler hala slogan atmaktadır. “Kahrolsun sömürgecilik, yaşasın özgürlük, yaşasın PKK”!.

Cenazeler, yaralılar birbirinden ayrılırken kiminin kolunun, kiminin bacağının bir parçası diğerinde yapışık giderken Dörtlerin haykırdığı sloganlar karşısında şaşkına dönen Savcı “ya rabbim, bu nasıl bir irade?” der.

Bu PKK iradesidir. Bilmeyene duyurulur, bu PKK’lilerin iradesi. Bizim bedenlerimiz birlikte yan yana bitişik erir, bizi birbirimizden bu haldeyken bile kopartamazsınız. Bir bu halimizle bile sizi kahredecek gücün sahibi olmaya devam ederiz. Biz yanıp kavrulurken de kendi hakikatimizi haykırırız: “Yaşasın PKK, yaşasın özgürlük, kahrolsun kölelik ve sömürgecilik, kahrolsun ihanet”.

12 Eylül faşist diktatörlüğünün o gözü kara, kadri mutlak bir tanrı gibi davranan temsileri bile PKK’liler karşısında “ya rabbim bu nasıl bir irade” diyecek kadar acizliğini, güçsüzlüğünü, yenilgisini itiraf etmişken bugünkü sonradan görme soysuzlar çetesi de ne ola ki? Neyse biz kaldığımız yerden devam edelim.

12 faşizmi Dörtlerin 17 Mayıs eyleminden de aklı başında, makul bir sonuç çıkaramadı. Çünkü Kürtlüğü ve PKK’yi bitirme emeli gözlerini kör etmişti. Bu eylemi de çaresizlik, ölüme kaçış olarak gördüler ve daha bir yüklendiler. Bir gün öncesinden daha beter azgınlaştılar. Vahşette sınır tanımazlık diyebileceğimiz reddede saldırganlık içine girdiler. Bunları burada anlatarak kimseyi üzmek istemem. Ama gidişat bir gün öncekinden daha beter hale getirilmiştir. Düşman hala PKK’li tutsakları itirafçılaştırıp ihanetçi hale getirebileceğine inanmakta yüklendikçe yüklenmektedir. Bu gidiş gidiş değildir. Vahşetin yumuşayacağına, duracağına dair en küçük bir işaret yoktur. Her şey bunun tam tersinin olacağını göstermektedir. Tutsaklar kural denilen uygulamaları kabul etmiştir, ama düşman bunu yeterli görmemektedir. Asıl amacına erişmekten başka seçeneğin olmadığını ulu orta bağıra çağıra ortaya koymaya devam etmektedir. “İtirafçı olacaksınız, sözde Kürdistan ve Kürtlük davasını devletimizin başına siz bela ettiniz, siz yerin dibine batıracak ve gömeceksiniz” demektedir. Artık mahkemelerde savunmaya da izin yoktur. Bizzat mahkeme heyetinin Mehmet Hayri Durmuş arkadaşa “yazılı olarak savunmalarınızı gönderebilirsiniz” demesine rağmen Mehmet Hayri Durmuş arkadaşın iki kez yazıp cezaevi yönetimine verdiği yazılı savunmaların bir teki bile mahkemeye ulaştırılmamıştır.  Cezaevini yöneten irade olarak 12 Eylül rejimin başı Evren ve şürekâsı Kürt ve Kürdistan kavramını duymak istememektedir. Askeri mahkemenin cezaevi yönetimine gönderdiği talimatların beş para değeri yoktur. Mahkeme heyetine emir komuta zinciri altında olduklarını hatırlamalarını sağlamak güç değildir. 12 rejimi kendilerine ait sıradan yasal bir prosedürü bile keyfiyetle engelleyecek kadar basitleşmiştir. Diyarbakır zindanı bütün yasal prosedürlerin rafa kaldırıldığı açık bir savaş meydanıdır. Ama bu savaş dengesiz bir savaştır. Bir taraf devlete, iktidara, mahkemelere, zindana, yani gücün en oylumlusuna sahipken eli kolu bağlı tutsakların irade ve inançlarından başka bir şeyleri yoktur. Ne içerde ne dışarda dayanabilecekleri bir yer, tutunabilecekleri bir dal bulunmamaktadır.

Tarihin o güne kadar tanık olduğu veya olabileceği en büyük tecridi yaşamaktadırlar. Dünyadan tamamıyla izole edilmişlerdir. Aileleriyle görüşmeleri birkaç saniye ile sınırlıdır. İşkenceyle getirdikleri görüşmeden işkenceyle geri götürülmektedirler. Belki varlıkları tutsaklara güç veriyor olabilir diye tutsakların avukatları da tutuklanarak cezaevine kapatılmıştır. Bununla vermek istedikleri mesaj hep aynıdır: “Siz ve devlet-iktidar olarak biz karşı karşıyayız. Bizim karşımızda siz tek başınasınız. Teslim olmaktan, ihanet etmekten başka seçeneğiniz yoktur. Her şey bizim elimizdedir. Yaşayıp yaşamayacağınıza karar verecek olan da biziz. Başka bir çıkış yolunuz yoktur.” demektedirler.

Zaten dünya ve Avrupa şimdi olduğu gibidir. “hep gelişmeleri kaygıyla izlemektedirler” insanlık dışı ve ötesi de demeyeceğim kainat ötesi vahşetin mimarları NATO’nun gözdesi olmaya devam etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti hala Birleşmiş Milletler ve NATO toplantılarında bu iğrenç vahşiler tarafından temsil edilmekte, ağırlanmaktadır. Tutsakların her tarafları yana bere içindedir, görünümleri Somali’de açlıktan kırılan Somali çocuklar gibi bir deri bir kemiktir, ama bu ne BM’nin ne NATO’nun ne de AET’nin umurundadır. 12 eylül askeri faşist diktatörlüğü ikinci yılını bitirmek üzeredir, Türkiye ve Kürdistan cendere altındadır, zindanlar birer mezbahaya dönüştürülmüştür. Ama kimin umurunda!

Metin Arslan

ShareTweetPin
  • Anasayfa
  • Önder APO
  • ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
  • AÇIKLAMALAR
  • DEĞERLENDİRME
  • GERİLLA
  • Araştırma-İnceleme
  • Galeri

©2020 PAJK Hemû mafên wê parastîne - Ji aliyê Pajk

No Result
View All Result
  • Anasayfa
  • Önder APO
    • Önderlik Perspektifleri
  • ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
  • AÇIKLAMALAR
  • DEĞERLENDİRME
  • GERİLLA
    • Gerilla Anıları
    • Gerillanın Kaleminden
    • Amargi
    • zeynep kinaci
  • Araştırma
  • Galeri
    • Video
  • Kurdi

©2020 PAJK Hemû mafên wê parastîne - Ji aliyê Pajk