Emine ERCİYES
İnsanlık tarihi bin yılların birikimi olarak topladıklarını bugün insanlığına sunmaktadır. Bugün yaşadığımız kültürel renklilik, halkların çeşitliliği, dillerin zenginliği; sanatların, zanaatların, teknolojinin yaratımları bin yıllardan süzülen insan emeğinin tecrübesinin bir eseri olarak bizlere ulaşmaktadır. Bugünkü gelişmişlik düzeyimizi tarihin başlangıcında ilk düşünmeyi,konuşmayı, üretmeyi, paylaşmayı, toplumlaşmayı başaran insanlara borçluyuz. Bugünümüz o ilk insanların, özelliklede uzun yılların birikimini neolitik kültür olarak bütünleştirmeyi başaran ana tanrıça kadından mirastır.
Fakat aslında biz bunun böyle olduğunu pekte bilmeyiz. Bize öğretilen, insanın toplumsallaşmasının devlet sayesinde var olduğu, devletliliğin insanlığın doğal bir hali olduğu, devletsiz olunamayacağı, halkların başına felaketler, devletleri olmadığı için gelmiştir gibisinden bir sürü devlet mitolojileridir. Devletin var olması öyle meşrulaşmıştır ki, sisteme karşı olunsa da devlete karşı olmak, sistemi yaratanın devlet olduğunu,sistemin bütün kirlerinin devlet maskesi altında saklandığını düşünmek aklımıza gelmez. Devletin tanrısallığı işte buradan gelir. İşte bu noktada devlet kendini tanrı ilan eder. Devlet hiçbir yapısallığın yapmayı düşünmediğini yapabilmiştir. Kendini tanrıyla özdeş tutmak. Doğumunu tanrının sonsuzluğuyla eş tutmakla, kendini tanrı kadar büyük, yüce ilan etmekle, kendini tanrının gücünün arkasına saklamayı başarmıştır devlet. Bu yüzden ilk krallar kendilerini tanrı kral ilan etmeye kadar gitmişlerdir. Tanrı kadar güçlü, yıkılmaz ve ebedi olmak hırsıyla bunu yapmışlardır.
Bir zaman sonra insanları bunlarla kandıramayacakları, insanların tanrı olamayacağı yada tüm insanların aynı beşeri özelliklere sahip olduğu anlaşıldıkça bu sefer tanrı olmaktan vazgeçmek zorunda kalsalar da kendilerini tanrının elçisi, halefi olarak ilan etmekten vazgeçmemişlerdir. Tanrı adına kıtalar fethedilmiş, kılıç zoruyla insanlar hak yoluna çekilmeye gidilmiştir.Oysa adına fetihlere yürüdükleri din İslam, yani barış anlamına gelmektedir. Yine tanrı adına cennete giriş belgesi satanlardan tutalım, aydınları, kadınları, bilim adamlarını yakanlara kadar iktidar ve devlet olarak tanrı adı altına saklanarak ne cinayetler ve dalavereler çevrilmiştir. Oysa tarihte fakirlerin haklarını kazanmak için yola çıkan tarihin ilk fakirler partisi anlamına gelen Hıristiyanlık adına yola çıkmışlardır. İnsanın tanrılara kurban edilmesine son veren tarihin ilk vicdan devrimcisi İbrahim’in dini adına yola çıkanlar ise tarihte en çok katliamlara uğramış, katliamlar yapmışlardır. Yeniçağ’da ise insanlığın başına büyük belalar açacak milliyetçilik dinine kendi dinlerinden ilham alarak öncülük edeceklerdir.
Öyle bir gün gelmiştir ki tanrının adını kullanarak yaptıkları tüm sahtekarlıklar deşifre olma noktasına gelmiştir. İnsanlar yaşamın özünü yine doğada aramaya başlamış insan olmanın onur ve anlamını yakalamış, özgürlüğün, kardeşliğin, eşitliğin en değerli insani değerler olduğunu keşfetmişler ve bunu bilimle sanatla anlatmaya başlamışlardır. Elbette tanrı adına kılıç sallayanlara karşı durmak yiğitlik işidir. Hakikat arayışçıları kelle koltukta yinede buldukları yaşam hakikatlerini savunmaktan kendilerini geri tutmamışlardır. Yeniden doğuştur bu insanlık için. Bu yeni süreç yeniden doğuş anlamında Rönesans olarak tanımlanacaktır. Rönesans aydınlığı Ortaçağın karanlık bulutlarını ve gecesini parçalayan bir ay gibi doğacaktır insanlığın üzerine. Biraz olsun hafifleyecektir insanlığın yüreği. Oysa henüz insanlığı bir güneş gibi aydınlatıp ısıtarak tekrar yaşama çevirme günlerine gelmeden insanlıktan geri çalınacaktır yaşam umudu.
Tanrının bile arkasına saklanmayı beceren devlet ve iktidar sapkınları özgürlük savunucularının sloganlarını da alıp kendilerine mal etmenin yolunu bulacaklardır. Özgürlüğü liberalizm ideolojisine zemin yaparak muğlak zihinler yaratmış, toplumu parçalayan bireycilik ideolojisini yaratmışlar.Eşitliğihomojen toplum olarak tek tip yani renksiz cansız kitleler yaratmanın temeline koymuşlar, toplumu homojenleştirmek için toplumların renklerini kıyımdan geçirmişlerdir.Kardeşlikyerine ise üstün ulus kavramıyla halkların arasına nifak tohumları ekmişler, tarih boyunca görülmeyen katliamlar bu üstünlük kandırmacası adına yürütülmüştür. Tüm bunların asıl hedefi ise halkları en çok derinden soymanın, bu soygunlarla tekeller yaratmanın ideolojisini yaratmaktır. Yeni ideolojiyle yeni devlet modeli de belirmektedir artık: Ulus Devlet.
Ama devlet dinsiz olmaz, ilk doğduğu günden tanrının arkasına saklanarak bugüne gelmiş iken bugün yeni adıyla ve biçimiyle kendini yenilemiş gibi görünse de eski gelenekten kopamaz. Tanrısız ve dinsiz kendi ayakları üzerinde duramaz,dini ve tanrısı olmazsa baş aşağı tarihin dibine kapaklanacaktır. Yeniçağa göre yeni bir tanrı kim olabilir derken, baştan beri ortak kimliği kullandığı tanrının yerine bu kimlikte tek kendi adını yazmayı aklına koymuştur yeni devlet. Ayrı bir tanrıya gereği yoktur, kendini tanrı ilan edecektir. Yeni tanrı, ulus devletin kendisidir, dini ise milliyetçiliktir. Yüce tanrıların yerine küçük ve bencil ulus devlet geçerken, barışı, kardeşliği, fakirlerin çıkarlarını koruyan dinlerin yerine bencilliğin, gaspçılığın, savaş ve katliamların ideolojisi milliyetçilik geçmiştir.
Ulus devlet tanrısının temel iman şartları ise şunlardır. Kendini tanrılaştırırken kendi tanrısının gücünün yetersizliğini bilmektedir. Bu nedenle halkların kadim dinlerinide dincilik olarak kendi ideolojisi temelinde kullanmayı ihmal etmemiştir. Halklar milliyetçilikle uçurumlarla birbirinden uzaklaştırılırken, dincilikle hakların ahlak ve vicdanının dili olan din uygarlıklar arası çatışma aracı olarak milliyetçiliğin vicdan sömürü aracına döndürülmek istenmiştir. Cinsiyetçilikte yeni devlet tanrısının iman şartlarından biridir. Erkek egemenliğinin azamileşmesi kullanılan savaş, iktidar, tekel araçlarının her çağdan daha ucubeleşmesinde somutlaşmaktadır. Kadının bu sistemdeki yeri iktidara yaklaşmışsa erkeğe benzeşerek erkek çizgisine eklemlenmiş, toplumda ise her erkeğin kendi iktidar kompleksini tatmin aracına dönüşmüştür. Daha da önemlisi sistemin yaşamının temel gıdası olan metaya çevrilmesidir, hemde metaların metasıdır kadın. Yani hiçbir meta onsuz satılamaz kılınmıştır. Kadın her meta ile müşteriye sunulan bir eşantiyona çevrilmiştir. Öyleki her ürünün üzerine bir kadın yüzü,bir kadın bedeni resmedilecek, alıcıya ürüne ek bedavadan sunulacaktır. Kadınürünlerin kalitesinin reklam aracı olarak sistemin yalancı yüzünün gülümsemesi olarak kandırmaca da kullanılacaktır. En önemli iman araçlarından biride bilimcilik olacaktır. Tüm eski ve geri düşünceleri aştığını en gelişkin modern olduğunu bilim ardına saklanarak yutturmaya çalışacak, oysa bilimi en vahşi ölüm araçlarını üretmek için,tekellerine tekel katmak için kullanacaktır.
Devlet kimliğini değiştirse de işlevi aynıdır, misyon ve amacı aynıdır. Yeni modelin amacı sadece daha etkili olmak, daha çok alıcı bulmaktırki buda Yeniçağının asıl felsefesi ya da felsefesizliğidir. Her şeyi pazar metası kılmak, kendini herkese pazarlamaktır. Gelelim yeni model devletin yani ulus devletin kendini toplumlara pazarlama ve toplumları kendi zimmetine geçirme yeteneklerine. Halkların ulaştığı toplumsal form olan uluslaşmayı daha doğarken kimliğine kendi öz adı olarak yazar. Yani o ulusun has be has malıdır. Tek varlık nedeni ulusun çıkarlarıdır, refahıdır. O ulusun hizmetindedir. Ulus onu nasıl istiyorsa öyle örgütler yönetir, yönlendirir. Devlet bu taktikle tarihinin en büyük kandırma yeteneğini yaratmıştır. Ulusa hizmet ediyorum diyerek ulusu tamamen boyunduruğu altına almış, yapmak istediği katliamı ulus adına diyerek yüceltmiş, ulus elemanlarını kendini iktidarın devletin sahibi sanma hastalığıyla tamamen iradelerini ele geçirmiş kendine karşı çıkamaz kılmıştır.
Adına devlet kurulan ulusun hali böyleyken birde bu ulusla yıllarca aynı coğrafyayı paylaşan komşulara dayatılan vardır. Onlar yok sayılmaktadır, tek olan, ulu, yüce ve her türlü güçlülük kavramıyla pohpohlanan egemen ulusa benzeşmekten, onun içinden erimekten başka yaşam şansı tanınmamaktadır. Ulus devlet ideolojisinin en gerçek dışı ve vahşi yanı bu homojen ulus anlayışıdır. Oysa homojen ulus bir hayaldir. Dünyanın hiçbir coğrafyasında, diğer kültürlerden hiç etkilenmeden şekillenebilmiş, bağımsız tek başına var olagelmiş, kendini yaratabilmiş ve bugünde öyle yaşayabilen bir halk veya ulus yoktur. İnsanlık, bugün yaşanan kültür ve uygarlık düzeyini iç içe yaşam sayesinde, birbirlerinden alıp vererek, etkilenerek, ilham alarak, kısaca birlikte yaratmışlardır. Nasıl ki bir insan çocuğu toplumdan kopuk büyütülmeye kalkılsa yabani bir canlı gibi büyüyecek ise, ve aynı şekilde hangi toplum ortamında doğmuşsa ona göre şekil kültür kazanıyorsa, insan topluluklarıda tarih akışı olarak bildiğimiz kültür birikimlerinin etkileşimiyle şekil alırlar ve içinde bulundukları çağın özelliklerinden etkilenirler. Gökten zembille inmiş gibi,hiçbir kültürden uygarlıktan etkilenmemiş, komşularıyla alıp vermemiş, içiçe geçmemiş, bu anlamda “saf, katıksız ve asil uluslar” yoktur, olamaz. Ki saflığın ve asilliğin tanımı başkalarına karışmamak olamaz, asillik insanlık değerlerine saygılı olmak, korumak, bu uğurda mücadele etmektedir. Yoksa başka halklarla alıp vermemenin ne değeri yada ne anlamı varki, insanlığa ne faydası var ki? Hayatın başlangıç sırrı çeşitlilik ve farklılıktır. Bir ağacın iki yaprağı bile birbirinin aynı değildir. İnsanlık açısından ise güzellikler paylaşıldıkça hayat yaratılır, insanlık komşusundan öğrendiğini daha da geliştirerek yenilikler yaratmıştır.
Başka halklara ille kendisi gibi olmayı dayatma, kendi kültürünü, dilini dayatma zamanına gelindiğinde, burada asillik, değil alçaklık başlamaktadır. Bunu o halkı rencide ederek, aşağılayarak, erimeye zorlayarak yapma, eğer öyle boyun eğmiyor ise ki hiçbir insan topluluğu kimliği olan bu değerlerinde kolay vazgeçmez ve direnir, o zaman en vahşi katliamlarla, cinayetlerle yok etme ve kalanların üzerindede sürekli katledilme olasılığını hatırda tutarak teslim olmayı dayatma. İşte ulus devletin biricik ütopyası homojen toplumun gerçek yüzü budur. İşte ulus devletin tanrıya kendini şirk koşması budur. Tanrı insana kendi iradesiyle karar verme, amelde bulunma, yaptıklarının sorumluluğunu üstlenme hakkı vermiştir ki insanın yaptıklarına göre sevap ve günahlarını ölçebilsin. Ulus devlet ise insan iradesine tanrıdan daha fazla karışmaya cüret etmektedir. Ulus devletin biçtiği sınırlardan bir milim kayma kabul edilmez kılınmak istenmektedir.
Bunun için ulus devlet öncelikle zihinleri uyuşturma silahlarını toplumun üzerine çevirmiştir. Medya, sanat, spor, seks ile insanlığın beynini boşaltmış ve sanal dünyalarda yüzen bireyler yaratılmıştır. Neyi seveceği, giyeceği, beğeneceği, yiyeceği sistem tarafından belirlenmiş, bireysel refleksleri, beğeni, ret ölçüleri ölmüş uydu kişilikler oluşturulmuştur. Yaşam bir yalanlar aleminedönmüştür. Böyle bir bireyin toplumsallıkla bağı tamamen kopmuştur, çünkü onu yaratan şekillendiren toplum değil, sistemin demir pençesidir. Ki sistem bunu yaparken zaten ilk hedef bireyi toplumdan koparmaktır. Çünkü toplumun ahlaki kuralları bireylerinin böyle savrulmasına izin vermeyecektir. Sistem bireyi toplumdan kopararak bir taşla insanlığı her yanından vurmaktadır, insani yaşamsallığı katletmektedir. Bireylerin koptuğu toplum artık toplum olmaktan çıkar, insan yığınına döner, yaşanan toplumkırımdır. Birbirine benzeyen, ama birbirinden soyut, birbirini hissetmeyen, değil hissetmek algılamayan bir kalabalık yığını. Makineleşme denen durum, yada insana dayatılan makineleşme bu olsa gerek. Sadece deneni, ezberletileni yapan, gerisini, ilerisini, farklısını bilmeyen, düşünemeyen verili olana güdümlenmiş bir yürüyüş.
İnsanlığa özünü unutturma kavgasını en çok veren kapitalist modernite çağının uygarlık araçları olmuştur. Ulus devlet bunu başarma hırsıyla pervasızca insanlığa saldırırken, liberalizm bunu ince yöntemlerle çaktırmadan bilinçlere işlemeye çalışmakta, endüstriyalizm ise kapitalizmi güçlü, yenilmez, gelişkin göstererek insanları sisteme çekme ve göz boyamaya çalışmıştır. Nafile ulus devlet tanrısının gerçek Azrail yüzü ortadadır. Dört yüz yıldır insanlık tarihi boyunca yaşananları kat be kat aşan savaşlara ve ölümlere yol açmıştır. Bu katliamlar kendi ömrünü kısaltmaktayken o hırsını insanlıktan ve doğadan çıkarmaya devam etmektedir. Can havliyle insanlığa ve doğaya saldırırken kendi sonuna doğru yürümektedir.
Sistemin hesaplayamadığı insan doğasının kendine has karakteridir. İnsan zihni hiçbir çağda kendisine dayatılanlara karşın istenen yada beklenen refleksleri vermemiştir. İnsan ve toplum zihninin kendine has bir akışı vardır, kendine has algıları, tepkileri, seçimleri vardır. Ki tarih boyunca insan topluluklarına yön vermek isteyenler çok çıkmışsada bunların hiçbiri insanlık üzerindeki emellerine ulaşamamışlardır. İnsanlık bir yerlerde mutlaka bu niyetleri çözmüş, fark etmiş,deşifre etmiştir. Bunun sırrı ise yine insanlığın tarihten aldığı güçtür. Toplumsal hafıza insan bilincinin derinliklerinde tarihsel özü taşıyıp getirmiştir.Toplumun ahlaki birikimidir bu öz. Toplumu bir arada tutan, insanın varlık gücünün toplumsallığa dayandığı bilinciyle, insan ve toplum bağlarını dengeleyerek koruyan, yine politika ne kadar toplumdan çalınmış ve egemenlerin kendi iktidarlarını yürütme aracı haline getirilmek istense da oda toplumun hafızasındaki yerini korumuştur. Toplumun kendi yaşamını en iyi örgütlemesinin yol ve yöntemi olarak toplumun gözeneklerinde varlığını sürdürerek, yeri geldiğinde toplumun öz savunması olarak harekete geçmiştir. İnsanlığın gerçek tarihi yazısız kılınmış, yok sayılmış, dahada kötüsü çarpıtılıp barbar ilkel ilan edilip teşhir edilmiştir. Ama insan iradesinin ve zihninin sırrı işte yinede insanlık özünü unutmamayı başarmıştır. Ve fırsat buldukça tarih boyunca o öze dönebilmek için direnişlerde bulunmuştur. Zamanı tamamlamış, sınırlarını fazlasıyla zorlamış, egemenlikli uygarlıklara ve onun son versiyonu kapitalist moderniteye insanlığın tahammülü kalmamıştır. Ve insanlık tarihsel kökleri üzerinden yeni uygarlığı örgütlemeye yürümektedir. Bu yeni uygarlığın öncü güçleri egemen sistemin gelişmesiyle sistem dışında kalan, başta kadınlar olmak üzere, ezilen, horlanan, aşağılanan gerçek demokrasi güçleri olanlardır.İnsanlık, egemenlikli uygarlık çağından çıkardıkları dersler üzerinden, ahlaki ve politik toplum özüyle direnişi yükselterekdemokratik moderniteyi örgütleyeceklerdir.