• KURDÎ
No Result
View All Result
Pajk - Kürdistan Kadın Özgürlük Partisi
  • Anasayfa
  • Önder APO
    • Önderlik Perspektifleri
  • ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
  • AÇIKLAMALAR
  • DEĞERLENDİRME
  • GERİLLA
    • Gerilla Anıları
    • Gerillanın Kaleminden
    • Amargi
    • zeynep kinaci
  • Araştırma-İnceleme
  • Galeri
    • Resim Galerisi
    • Video
  • Anasayfa
  • Önder APO
    • Önderlik Perspektifleri
  • ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
  • AÇIKLAMALAR
  • DEĞERLENDİRME
  • GERİLLA
    • Gerilla Anıları
    • Gerillanın Kaleminden
    • Amargi
    • zeynep kinaci
  • Araştırma-İnceleme
  • Galeri
    • Resim Galerisi
    • Video
No Result
View All Result
Pajk - Kürdistan Kadın Özgürlük Partisi
No Result
View All Result

Bir Kadın Kırımı: Avrupa’da Cadı Avları-1

6 July 2014
in Genel
A A
Share on FacebookShare on Twitter

Ekin Erzincan

Utanılacak Şeyler Yazılmaz Ve Söylenmez

Okuldaki tarih dersinde Yahudi katliamı konusu işlenmişti. Bizlere bu derste, Yahudilerin nasıl ve neden katledildikleri, Hitlerin neler yaptığı her devletin burada oynadığı rol ve daha birçok olay anlatılmıştı. Dersin ardından, öğretmenimiz bizi bir gezintiye çıkarmaya karar verdi ve sınıfımızı birkaç gün sonra, Yahudi katliamının gerçekleştiği bir köye götürdü. Çok şaşırmıştım. Nedenine gelince, tarih kitaplarımızda Fransa’nın böyle olaylara karıştığına dönük herhangi bir bilgiye rastlanmıyordu, tabi hocamızın buna dönük bir vurgusu da olmamıştı. Zihnimi kemiren merak sonucu, hocama bu yaşadığım çelişkiyi sordum; “Neden ders kitaplarımızda Fransa’nın da yaptığı katliamlardan bahsedilmiyor?” Bana verdiği cevap samimi olduğu kadar, Avrupa’nın tarih anlayışını özetler gibiydi: “ Utanılacak şeyler yazılmaz ve söylenmez”.  Yani kısaca, Avrupa tarihçileri (istisnalar kaideyi bozmaz!) yazmak istediğini yazar, yazmak istemediğini yarım yazar, yazmaz ya da çarpıtarak yazar!

Avrupa sisteminin ve onun takipçileri olan tarihçilerinin çarpıttıkları birçok gerçeklik arasında cadılık daüzerinde durulması gereken bir olgu. Neden, yüz binlerce hatta bazılarına göre bir milyona yakın kadının yaşamına mal olan böylesi bir katliama dönük yapılan araştırmalar bu kadar cüzi kalmıştır?Yada bu konuda yapılmış az sayıdaki çalışmada da kadınlara dönük bu politik hattabana göre ideolojikmücadelenin çarpıtılması gereği duyulmuştur? Acaba, kadınların direniş geleneğinin taze anılarını ortadan kaldırmak için mi? Yeni nesillere bu mücadeleleri unutturabilmek için mi bu kadar çaba verildi?

 

Cadı avı adı altında gerçekleşen kadınkatliamına dönük yapılan çalışmalar, feminizmin gelişimiyle belli bir ivme kazanmıştır. Kadın gerçekliğini, tarihini açığa çıkarmayı temel görevlerinden biri olarak ele alan feminist akademisyenler, feodal çağın sonlarına ve kapitalist çağın başlangıcına denk gelen bu soykırımın nedenlerini araştırmış, bazı hakikatleri gün yüzüne çıkarmış ve yeni yorumlara kavuşturmuştur. Gerçekten, öğretildiği gibi cadılar, geceleri süpürgeleri üzerinde uçan, ayinler düzenleyen, sihir yapan, çocukları kaçıran, öldüren ve yiyen “miammiam” lar mıydı ya da kilisenin iddia ettiği gibi “erkeklerin cinsel üreme güçlerini elinden alan” dişi şeytanlar mıydı? Ya da bu kadınlar tarihten süregelen bazı geleneklerin takipçileri ve ataerkil sistemi tehdit eden belli bir kesim miydiler? Kuşkusuz cadılar üzerine yazmak bizi birçok alanı araştırmaya yönlendirir. Kısa da olsa, birkaç boyutuna değinmeye çalışacağım.

Her ne kadar cadılık kelimesi Avrupa’nın ortaçağının sonlarına kadar şekillenmemiş olsa da bu geleneğin eski bir tarihi geçmişi vardır. Cadı genellikle sihir, büyü yapan kadın olarak tanımlanır.Farsça büyü yapan anlamına gelen “caduger” kelimesinden türetilmiştir. Büyü kelimesinin kökenine baktığımızda ise, eski Türk dilinde bügi ya da bügü, Fransızcada “magie”, İngilizcede ise “magic”  kelimeleriyle karşılandığını görüyoruz. Yunanistan da ise “magos” denilmektedir. Ama tarihin daha da gerilerine gittiğimize, Pehlevî dilinde de büyü “magu” ve Perslerde tabiatüstü güçlere inanan ve kullanabilen Medlirahipler sınıfına ise “maguş “denilmekteydi. Büyücülük ya da cadılık, ilk insan topluluklarına kadar da götürülebilinir.  Yani büyü geleneğini Ortadoğu ile kökenlendirmek yanlış olmayacaktır.

SilviaFrederici’nin“Büyü, dünyanın canlı ve öngörülemez olduğu, su, ağaçlar, maddeler, kelimeler…yani her şeyde bir güç olduğu inancına dayanır. Böylece her olay, anlamı çözülmesi ve kişinin iradesince yönlendirilmesi gereken esrarengiz bir gücün ifadesi olarak yorumlanır” değerlendirmesi de büyünün doğanın merkezde olduğu bir inanış olduğuna dikkat çekmektedir. Tarih boyunca, büyücülük birçok biçimde kullanılmıştır ama ortaçağda genellikle “Büyüler” hasta insanları ya da hayvanları iyileştirmek, kaybedilen ya da çalınan eşyaların bulunmasına, geleceğin öngörülmesine, birilerini âşık etmeye, muskaların hazırlanması… vs. için kullanılırdı. Bundan kaynaklı toplum içerisinde en sık başvurulan kişiler bu kâhinlik, şifacılık, ebelik, büyücülük yapan ihtiyar kadınlardı.

Eski Roma’da, diğer dinlere ve inançlara karşı hoş görülü bir yaklaşım sergilense de, Roma imparatorluğu Hıristiyanlığı resmi dini olarak kabul ettikten sonra, hakim sınıf “cadılığı” kendisine bir tehdit olarak algılamıştır. Bu nedenle bazı kadınlar cezalandırılmıştır, öldürülmüştür ama katliama varan bir furya başlatılmamıştır. Cadılığın kötü, negatif ele alınmasında ve teşhir edilmesinde Hıristiyanlığın büyük bir payı olduğunu ifade etmek yerinde olacaktır. 15. yüzyıl ortalarına gelince, Avrupa’da yaşanmış olan yoğun savaşlar, halk ayaklanmaları, enflasyonlar, sefalet, açlık, veba salgınları toplumu “kırıp geçirmiş”, sistemi ciddi bir ekonomik ve toplumsal kriz içerisine sürüklemiştir. Bu kargaşa döneminde birçok ülkede (Fransa’nın güneyinde, İtalya, İsviçre ve Almanya da) cadı avları başlatılmıştır.  Cadılık, Heretikliğin(sapkın mezhepçilik) devamı olarak ele alınmıştır. İsviçre de cadılara “herege” ya da “waudois” denilmesi de bu bağlantıyla ilgilidir. Bu ülkelerde cadılık Hıristiyanlığa yani Tanrıya, doğaya ve devlete karşı en büyük suç ilan edilmiştir. 16. yüzyılda, Avrupa da cadılığa karşı ardı arkası kesilmeyen yasalar çıkartılır. Örneğin; İngiltere de, 1542, 1563, 1604 yıllarında parlamentoda üst üste üç yasa çıkartılarak cadılara karşı yapılacak bütün uygulamalar meşru hale getirilir. Papalık bildirisi (8. İnnocent,SummisDesiderantes) yayınlanır, kilisenin cadılığı yeni bir tehdit olarak gördüğü duyurulur.   Yine, 1532 de Katolik olan 5. Charles tarafından, Emperyal yasa Carolina çıkartılıyor ve cadıların ölümle cezalandırılacağı hükmü veriliyor.

Birçok ülkede, Katolik kiliseye bağlı engizisyon mahkemeleri yeniden devreye sokulur ve kadınlar peş peşe orada yargılanırlar. Ama bunu söylemekte fayda vardır, Protestan inancının benimsendiği ülkelerde de “cadı avları” yoğun yaşanmıştır. Protestanlığın kurucusu Martin Luther,Masabaşı konuşmalarından birinde,şöyle demişti: “Bu cadılara hiç acımayacağım: Hepsini yakacağım!”  Aynı zamanda, birçok yargıç, avukat, devlet adamı, felsefeci (Pascal, Descartes), yazar (Shakespeare), bilim insanı (Kepler, Bacon, Bodin) bunlara destek vermiştir. Ondan kaynaklı, birçok konuda olmasa da, bu konuda belli bir ortaklık, işbirliği yaratıldığı söylenebilir. 

Genelde yargılanan kadınlar, dilencilik yapan yaşlı, yoksul, dul, köylü kadınlardı. Bu “cadı avı” furyası toplum içerisine de yayılınca, herkes herkese şüpheli gözüyle bakmaya başlayınca, bu mesele kısa yoldan çıkar elde etmeye dönüşünce, erkeklerin ve zengin kadınların cadılıkla itham edildiği olaylar da görülmüştür. Tıpkı günümüzün terörist yaftalaması gibi cadılık da muhalif olan tüm kesimlere karşı kullanılan bir tanım olmuştur.Bu kadınlar büyü yaptıkları, ruhlarını ve bedenlerini şeytana sattıkları, çocuk kaçırdıkları, öldürdükleri ve kanlarını emdiklerini, kürtaj yaptıkları, erkekleri iktidarsız kıldıkları, onları iğdiş ettikleri, yine insanlara, hayvanlara ve ürünlere zarar verdikleri, cinsel sapkınlar(hayvanlarla ilişki) oldukları iddialarıyla yargılanırlardı. Ama aynı zamanda, bir kadının çok “çirkin” olması, gündüz uyuması (gece şeytanla buluşmuştur ondan dolayı uykusuzdur), Pazar ayininde fazla içten dua etmesi (fazla günah işlediği varsayımından hareketle)gibi bir o kadar komik sebeplerle de yargılanmışlardır. Yani gerçekleştirilen birçok infaz, sadece büyücülükle ilgili olmadığını göstermektedir.

Engizisyon mahkemelerinde yargılanan kadınlar zindana atılır, mahkemenin önüne çıkartılmadan önce soyulur, tüm vücudu kıllardan temizlenir ve şeytanın işareti olan leke ve benler aranırdı. Sonra sorgulama başlatılırdı. İlk başta, özellikle şeytan ile birlikteliğin ve birleşmenin ayrıntıları sorulur, yaşlı kadınlardan cinsel fantezilerini anlatılması beklenirdi. Bu sorgulamalar sonucunda, suçlu gereken itirafları yapmamışsa işkence odasına götürülürdü. İşkence odaları, genelde yer altında, penceresiz ve iki mum ışığından başka aydınlatmanın olmadığı yerlerdi. Orada yeniden suçun itiraf edilmesi istenirdi, yine olmadıysa işkencelere geçilirdi.

Engizisyonun en büyük işkence icadından birisi ‘Böğüren Boğa’dır. Metalden yapılmış olan bu boğanın karnındaki kapağa suçlu canlı olarak konur ve ardından kapak kapatılır. Boğa ateşe tutulurken içinde kavrulan mahkûm bağırmaya başlar. Bu da boğanın böğürmesi gibi ses çıkarmasını sağlar. Sesin şiddetine göre kişinin suçunun ne kadar olduğu anlaşılır. Şayet suçlu hiç bağırmadan can verdiyse, suçsuz olduğu söylenir. Başka bir işkence yöntemi ise, soğuk su ile gerçekleştirilirdi.  Soğuk su deneyinde ise kadın suya eli ayağı bağlı olarak atılır, su yüzeyine çıkarsa cadı olduğu ispat olmuş olurdu, sonra yakılarak infaz edilirdi. Boğulursa suçsuz bulunurdu.Ayriyeten, iğne ile suçlunun vücudundaki herhangi bir ben, leke ve cinsel organına batırılıp kadının acı hissedip hissetmemesine bakılırdı. İnanca göre şeytan ile birlikteliğin göstergesi olan işaretler acı hissi taşımazdı.  Birçok durumda suçlunun şeytanla ilişkiye girip girmediğine bakmak için suçluya tecavüz edilirdi. Suçlu olarak görülen kadınların çoğu yakılarak öldürülmüştür. Yakılma esnasında suçlunun özellikle kızları getirilirdi, anne yakılırken ibret olsun diye annesin yanında kırbaçlanırdı. Sanırım, bu kadar örnek, bu engizisyon mahkemelerinin acımasızlığını ve sadizmini ortaya koymak için yeterli olacaktır.

Birçok kadın, suçsuz olduğu halde ona yöneltilen suçları kabul etmiştir çünkü ya işkence görerek öldürülecekti ya da suçlamayı kabul edip öldürülecekti. Ondan kaynaklı, birçok kadın bu işkencelerden kurtulmak için suçlamaları kabul ederdi. Bu tutanakların, işkence altında alındıkları için bir geçerlilikleri ve gerçekçilikleri yoktur.

Soruşturmanın, dava ve infazın giderleri suçlunun kendisinden ya da yakınları tarafından ödenirdi. Ayriyeten, bir cadının peşine düşen askerlerin tükettikleri alkol, cezaevinde cadıyı ziyaret eden rahibeye yapılan ödemeler, infazcıların özel korumalarının iaşe ve ibatesi suçlu görülen tarafından ödetilirdi. Kilise hukukuna göre, mirasçı olup olmadığına bakılmaksızın, cadının mülkiyetine el konulurdu. Bundan kaynaklı, cadı avının ilerleyen süreçlerinde bilinçli olarak zengin kadınların ve erkeklerin yargılandıklarına tanık oluruz. İşin en ilginç yanı, bir örnek dışında (Bask bölgesinde), toplum içerisinde yaşanan bu kadar zulme ve katliama rağmen, toplumsal bir başkaldırış olmamasıdır. Toplumu öyle bir korku sarmıştır ki, hiç kimse sesini çıkarmaya cesaret etmemektedir.

Kadınların böyle bir teröre maruz kalmalarının gerçek temel sebepleri nelerdi acaba?

ShareTweetPin
  • Anasayfa
  • Önder APO
  • ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
  • AÇIKLAMALAR
  • DEĞERLENDİRME
  • GERİLLA
  • Araştırma-İnceleme
  • Galeri

©2020 PAJK Hemû mafên wê parastîne - Ji aliyê Pajk

No Result
View All Result
  • Anasayfa
  • Önder APO
    • Önderlik Perspektifleri
  • ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ
  • AÇIKLAMALAR
  • DEĞERLENDİRME
  • GERİLLA
    • Gerilla Anıları
    • Gerillanın Kaleminden
    • Amargi
    • zeynep kinaci
  • Araştırma
  • Galeri
    • Video
  • Kurdi

©2020 PAJK Hemû mafên wê parastîne - Ji aliyê Pajk