ArmancSarya
Kapitalist sistemin sloganı “Önce kadınları vurun!” dur. Her anlamda bir vurmadır. Kadının ruhu, duyguları, düşünceleri, bedeni, emeği, sevgisi, konumu yani kadının olan her şey vuruluyor. Kadın dünyası yok edilmek isteniyor. Bunun en korkunç yanı ise bugünlerde sıkça yaşanan kadın cinayetleridir. Gün yok ki bir kadının öldürülmesi olayı ile karşı karşıya kalmayalım. Her gün farklı yerlerde kadın cinayetleri oluyor.Toplum bir kaos içerisinde ve yine ilk kurban kadın oluyor. Hem kadın hem de toplum infaz ediliyor aslında. Kadın cinayetlerinin topluma en fazla kan kaybettirenbir durum olmasına rağmen engellenmemesi ise daha da acı. Katledilen her kadın,katledilen toplum demektir. Ama bunun ne kadar anlaşıldığı ise bir tartışma konusu.
Türkiye’de artık kadına şiddet önü alınamaz bir durum haline gelmiş. Toplum o kadar çok erkek egemen kılınmış ki, o kadar çok şiddet sarmalında boğulmuş ki kadınların öldürülmesi –bunu söylemek bir kadın olarak bana çok zor gelse de- sanki çok normal, sıradan bir olay gibi. Kendi sisteminin kölesi olan erkek acısını kadından çıkarıyor.Kadın karşısında erkeğin bu kadar şiddet kullanması aslında ne kadar çaresiz ve çözümsüz, ezik bir ruh hali içinde olduğunu gösteriyor. Sistem çok bilinçli bir şekilde erkeği katil, kadını kurban haline getiriyor. Kadın intiharlarının sebebi de aynı zihniyet ve uygulamalarıdır. Bir anlamı da jîyan, yani yaşam olan kadın yaşamdan koparılıyor.
Gel gör ki, kimse bu durumu ne doğru düzgün tahlil edip topluma açıklıyor, ne de buna karşı toplum vicdanını, aklını harekete geçirerek artık buna bir “dur” diyor. Bu konuda kadın örgütleri, sivil toplum kuruluşları da oldukça yetersiz kalıyor, yapılan protestolar sadece sokakta slogan düzeyinde kalıyor. Bir basın açıklaması ile sınırlı kalınıyor, hatta çoğu zaman bu da yapılmıyor. Ana haber bültenin bilmem kaçıncı sırasında yer alan üzücü bir olay olarak lanse ediliyor kadın cinayetleri. Toplum gözü kör, kulağı sağır, dili lal olmuş gibi bu olaylar karşısında.
Elbette ki kadına şiddetin bir coğrafyası ya da bir ülkesi yok, konu kadın olunca her toplumun içindeki ayıplar bir bir dökülüyor ortaya. En korkunç örneği Hindistan’da yaşanan toplu tecavüz olayı değil mi? İnsanın içi ürperiyor, duyduklarına inanası gelmiyor. Bu ne biçim bir alçaklık diyorsun yaşananlar karşısında, insanlık utanmalı bu durumdan. Ama maalesef insanlık sessiz, tepkiler cılız.
Kadın olmanın gittikçe daha da zorlaştığı, bir işkence ve zulüm haline geldiğinin daha çok yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Hâlbuki kadınlar toplumun kök hücreleridir. Toplumun hafızası, vicdanı, aklı, duygularıdırlar. Toplumun emekçi kesimidir, kutsal anadır kadınlar. İlk toplumsallık kadının yaratıcılığı, paylaşımcılığı, toparlayıcılığı, sevgisi üzerinden gelişmedi mi? İlk toplumsal bilinci yaratan, ahlakı topluma yediren kadınlar olmadı mı? Toplum tanrıça kadının özgür kişiliğinde oluşmadı mı? Toplumun ilk benimsediği kimlik kadın eksenli değil miydi? O kadar çok örnek var ki bu konuda, sanırım saymakla bitmez. Ama şimdi ise bütün kötülüklerin kaynağı kadın olarak görülüyor. Zayıflıklar kadının ruhu ve bedeni üzerinden izah ediliyor. Gerçekler o kadar çok ters yüz edilmiş ki,o kadar çok çarpıtılmış ki, insan hayrete düşüyor bu kadar yalan karşısında. Bu ne biçim bir akıldır ki yalan üretme konusunda bu kadar başarılı ve yeteneklidirler. Egemen erkek aklı bu kadar ahlaksızlığın, eşitsizliğin, köleliğin sorumlusu. Bugünde sokak ortasında ya da evde çocuklarının gözünün önünde kadınları katleden de bu aynı akıl. Ve ne trajik ki bunu aşk ve sevgi adına yapıyor. On ikisinde hayatı yeni yeni tanımaya başlayan küçük kız çocuklarını, evlilik denen kölelik durumuna sokan ve sonra öldüren de aynı çirkin akıl. Toplumu mahveden, toplumu toplum olmaktan çıkarıp, bir sürü haline getiren de hep bu aynı akıl ve onun uygulamaları. Bu yüzden her kadın cinayeti, katliamı, tecavüzü, intiharı yani bütün bu yaşananlar aynı zamanda toplumsallığın bitirilmesi oluyor. Kadın ile birlikte toplumun bütün insani, ahlaki, vicdani, kültürel, demokratik ve özgürlük değerleri öldürülüyor.
Yaşanan her olay o toplumun ne kadar düşürülmüş olduğunun da bir göstergesi. Toplumsal reflekslerin dumura uğramış olduğunun açık bir ifadesi, eğer toplumda anlam gücü yüksek olsaydı bu olaylar yaşanmazdı. Bu durumlar Türkiye toplumunun ne kadar köleleştirildiğinin, iradesizleştirildiğinin nişanesi. Yaşanan olaylara karşı tepkisiz kalınması ise herkesin bir ayıbı ve bu konuda herkes sınıfta kaldı. Toplumun en büyük kanayan yarasına kimse derman bulamadı, bir kısmı da bulmak istemedi.
Devletin bu olaylara karşı hiçbir refleksi yok. Sözde kadından ve aileden sorumlu bakanlık bile var ama bu bakanlığın oldukça boş işler ile uğraştığı bu olaylara karşı herhangi bir açıklama bile yapmamasından anlaşılıyor. Bir kadın sığınma evi açmak ya da kadınları geçici birkaç günlüğüne polis korumasına bırakmak yeterli geliyor bu kuruma. Kadın sorunu gibi bir gerçeğin sığınma evleri gibi marjinal uygulamalar ile çözümlenecek bir durum olmadığını henüz anlamış değiller. Beş bin yıllık iktidar sistemini çözebilecek bir düşünce ve uygulama gücüne ise hiç sahip değiller.Çünkü bu durumu yaratan devletin bir parçasılar.Devlet beş bin yıllık tecavüz kültürünün en somut ifadesi olarak sorunun temel kaynağı. Sorunun kaynağı nasıl çözüm gücü olabilir ki? Bugün Türkiye’de kadınları en aşağılayan, hor gören, değersizleştiren yerler devlet kurumlarıdır. Erkek aklının en yoğun olduğu yerlerdir. Türkiye’de kadınları öldürenlerin birçoğu devletin güvenlik güçleri olan polis ve askerlerdir. Kürdistan’da birçok kız çocuğuna tecavüz eden polisler ve askerlerdir. Bunları serbest bırakan da devletin çürümüş hukukudur.
Bunun dışında Türkiye’de medya ve basın aracılığı ile kadına ve topluma müthiş bir saldırı var. Bu da en çok dizi sektörü ile yapılıyor. Dizilerde topluma empoze edilmek istenen bir yaşam kültürü var. Dizi senaryolarında bir bütün medya sektöründe kadınlar alabildiğine küçük düşürülüp, erkeğin üzerinde her türlü uygulamayı yapabileceği birer nesne gibi ele alınıyor. Bir seks objesi olarak kullanılıyor. Genelev ve özel ev kültürü en çok dizilerde meşrulaştırılıyor. Kadına şiddeti meşrulaştırıyorlar. Kadın erkeği her anlamda tahrik eden bir varlık olarak yansıtılıyor. Toplum yirmi dört saat bu tür programların düşünsel bombardımanı altında. Bu da çok etkili oluyor. Kadın cinayetleri sadece haberlerde geçen, aslında çok haber değeri de olmayan bir olay olarak algılanıyor. İşin özü hiçbir zaman açıklanmıyor, gerçekler bütün toplumdan saklanıyor. Bir erkeğin bir kadına uyguladığı şiddet görüntüleri defalarca veriliyor. Bu insanların kafasında bir algı yaratıyor, bu görüntüler bile topluma şiddet uyguluyor.
Bütün bu yaşananlara dur diyecek olan kadınlardır. Kadınlar kendi özgürlüklerini kendileri alacaklar. Kimsenin kimseyi özgürleştirmesi gibi bir durum olamaz. Bu özgürlüğün tabiatına terstir. Toplumu bu durumdan kurtaracak olan da kadınlardır. Kadınlar kendi öz güçlerini açığa çıkararak mücadele edebilirler. Acılarını sessiz çığlıklar ile değil kulakları sağır edecek kadar yüksek sesle haykırmalılar. Beyinleri ve vicdanları sarsmalıdırlar. Kapitalizmin önce kadınları vurun sloganına karşı önce kadınlar özgürleşecek iddiası ile cevap vermeliler. Kadın denilince akla gelen o ezik, gözü yaşlı kadın tablosunu parçalayacak olan kadınların mücadelesi olacak. Bu yüzden kadın mücadelesi yürüten herkese çok büyük görevler düşüyor. Örgütlü olmak sadece sokağa çıkıp gösteri yapmak değil. Örgütlü olmak güç olmaktır. Güç olmak ise bilinçli, iradeli, cesaretli olmak ile olur. Kadın aklı kapsayıcıdır, yaratıcıdır, esnektir ve bu aklın pratikleşerek aşamayacağı engel olmayacaktır. Pratikleşme ise toplumsallaştıkça gerçekleşir. Kadınlar olarak bin yıllardır sömürülmekten dolayı belki kaybedecek bir şeyimiz kalmadı, ama bizden çalınan değerlerimizi geri alacağımıza olan inancımız ve kararlılığımız hâlâ var. Sistemin de en büyük korkusu bu…