Nûpelda ENGİN
Sancı hıncını tutmuş süpürüyor yaşamımıza ah’ı. Öyle sanır ki hep yerde kalacak yüreğin ah’ı, binlerce yüreğin ah’ı. Sessizlik saklamak için bütün canhıraşlarımızı, kasavetimizi, eseflerimizi doluyor suskunluğumuza. Oysa kadınız… Oysa ne de üryanız…
Sancının tuttuğu yürekte, bilincin sükûtuna gömüldüğü dimağda doğar mıydı ki aşk, sevda, güzellik, irade, insan, yaşam… Ya hiç kopar mıydı çığlık… Ya hiç büyür müydü umut…
Sancının sarsıldığı, bilincin gürlediği, çığlığın koptuğu, umudun büyüdüğü zamanlar çatınca mı yeniden doğardı kadında? Zira kadın güzelleşirse, güzelleşirdi bütün insanlık da. Hâlbuki insanlık kadının elinden doğmuştu, tanrıça-analar neözoğullar ve kadınlar yetiştirip, güzelleştirmişti.
Ya şimdi;ana suskun, gölge, yarım, ahuzar eyler, bir yokluğun acısına dövünür, zamanı eğirir kirmeninde. Ama artık ruhunu ellere kaptırmış bir yabancıdır kendine. Ki biri dese en kutsanandın, en sayılandın, kutsaldın, yüceliklerin bir toplamıydın, inanır mıydı kendine! Ya şimdi bir kez daha inanır mı kendine kadın? Dışlanmışlığı yakasından söküp atar mı, inanır mı kendine? Öyle ya “rab üflemiş, o da doğurmuştur.” Bütün öyküsü bu kadardı. Yani erkeğin kaburga kemiğinden var olmanın hikâyesi…
Özoğulları neredeydi peki? Hiç dönmeyecekler miydiler? Onlar da susacak mıydı anaları gibi? Analarının öyküsü oğullarının öyküsü, oğulların öyküsü anaların öyküsüne dönecek, ebet-ezel böyle mi sürecekti yaşam sırrı? Zira gökler zapt edilmişti, yeryüzünün tanrıçaları, gökyüzünün tanrılarınca binlerce fethe uğramış, talan edilmiş, tarumar edilmiş, sarsılmış, paramparça edilmişti. Yeryüzünün tanrıları, gökyüzünün dokunulmaz efendilerine dönüşmüş, insanla evrenin arasındaki küskünlük garip hüznünü kaç asırdır korumuştu. Gökyüzü böyle kükremeye, esmeye devam ede dursun yeryüzünde ana tanrıçalar çırpınışlarıyla, son nefeslerini vermemekte ısrarlı. Halen isyankâr, halen itirazcı, halen geçimsiz… Tıpkı Üveyiş Ana gibi.
Bir ana her günü, her anı kavga; kavgalı yaşamla, kavgalı öyle kalmışlığına. Ama ödünsüz kavgasından, herkesle kavgalı. Kavga bakışlı, kavga yeminli, kavga sözlü bir ana. Yitik olsa da çaresiz değil, tutunacak dalı olmasa da umutsuz değil, yüreği sımsıcak, elleri emek örgülü, gözleri çakmak çakmak bir ana… Üveyiş Ana.
Bir oğul her günü kavga, her günü yitikliğe, köhnemişliğe karşı kavga. Kavgalı bir çocuk. Anasının kavgasından kaçamayan bir çocuk! Ne var ki anasının da kavgasını aşıp, sınırlarını zorlayıp tutunursa yeni yaşama, oturmazsa anasının dizinin dibinde, o vakit yaşama bir diyeceği olan, çocuk. Çocuk yüreğineözgürolma sezisini, kavgasını ekerekbüyüyen, hayata akan bir oğul… Ele avuca sığmamak içinfır fır kaçıp yaşama koşan bir oğul… Anasına söyleyecek sözü olan bir oğul… Anasına özgürlük ruhuyla yaşamın feri olarak dönecek olan oğul…
Oğul ki andını tanrıça-analara layık bir özoğul olmaya ferman eylemiş,kaç yeniden doğuş sancısı yaşamış bir oğul…
Oğul ki yeniden doğuşun tüm erdemlerini toplamış, nice aşmış kendini…
Oğul ki “zehrin arasında irfan okumuş”, çaresizliğin içinde umudu görmeyi bilmiş, beton kalıntılar arasında bile kainatın yüreğine ulaşmış,kaç yangın yerinden avuç avuç su toplamış… Erdemden bahçeler ekmiş hem de nice nice… Nice nice kadınlara yol arkadaşı olmuş, nicelerine yaşam iksiri olmuş, nice erdemler büyütmüş onların yüreklerinde… Kadının öz yoldaşı, öz önderi olmanın yükünü kaldırmış. Ki kadın erdemlerle yoldaş olduğu ve kendi içsel doğasına döndüğü bu süreci buözoğulla yaşamayı bilmiş, öğrenmiş, görmüş. Yolunu bulmuş. Yol arkadaşını da, yol önderini de…
Öyle ki kadın kendini yaşamdan uzaklaştıran bütün katı bilgiçlikleri, efendilerin sözlerini yıkarak, kendi sözünü bulmak için, anlamını bulmak için girdi yola. Yol kendini gerçekleştirmenin bir adresi oldu.
Her bir kadının ruhu güzelliklerle doluydu, lakin günümüze gelindiğinde kadın kendi içsel dünyasıyla bile ilgisini koparmıştı. Dünyaya küsmüştü, çünkü küsmüştü kendine. Kendi sessizliğinde zamanı elerken bile kendi yüce yanlarıyla bağ kurmayı canlandıramayacak kadar unutmuştu. Kendini bir diğerinden kopardıkça kendisininde yabancısı oluvermişti. Hüzün, kırılganlık mizacı olurken, kendi sevecenliğini garipser olmuştu. Ama açık ol, hayata kapanma diyordu yol önderi.
Hep gerideydi kadın, her şeye gerisinden bakmak erdem diye idrakine yediriliyordu. Sesi bile yaşamın gerisindeydi, sular bile çağlarken o sessizdi. Ama öyle bir adan ki kendin için bir kabul edilme hali arama, kendine değer verdiğin nispette karşındaki değeri görebilirsin diyordu yol önderi. Kendini anla, kendi düşünce ve hislerine kulak vermeyi unutmuşluğuna bir fiske vur diyordu özoğul.
Gece gündüz hizmetteydi kadın; kocaya, oğla, kardeşe. Bu kadar insanın yükünü kaldırırken kendi yüreğine, zihnine vereceği sevgisi kalmamıştı. Boynu büküktü, beklemek zorundaydı; eşten, çocuktan. Ondandır ki hiçbir zaman yüreği kendini kabul etmedi. Çünkü yetmezliklerin dışında duyduğu şey kalmamıştı yaşamında. Her zaman beklemek zorundaydı; baba sözünü, koca sözünü. Tüm insanlığa hizmet etmiş ana-kadın itaati bekler haldeydi, vakarlığını itaatkârlığına kurban etmişti çoktan. Ama kendi asaletini koru diyordu özoğul. Ve asalet tüm insanlığa hizmet etmenin cesaret ve gücünü korumayı bilmeyi gerektiriyordu.
Bütün kavgalarda taraftı kadın, erkeğin tarafıydı. Oysa yaşıyor olmak bağımsız olmaktı, kendi varoluşunu açığa çıkartabilmekti. Bu da etkilenmemek demekti, her esen rüzgarla savrulmamak demekti. İşte hakikatin böyle olmalı, böyleydi dedi, yol önderi.
Birlik diyordu bütün diller. Oysa böylesi bir ahenk yoktu gökyüzünün kuralları arasında. Teklik vardı. Paylaşan yoktu, hep paylayan ve paylanan vardı. Tek erkek vardı, egosuyla, bencilliğiyle yenik erkeğin dili vardı. Ama kendi birliğinin kavgasını ver diyordu özoğul.
Teklik vuruyordu herkesi. Şiddet, kıyıcılık, kıyım, zapt etme tekliğin dili olurken, bu dili kullananda o dille beraber yaralıyor, yaralanıyor, ölüyordu. Yaşam ölüyordu. Kadın ölüyordu,vuruluyordu her sözde. “Toprak altı edilen şefkati çağa taşı” diyordu özoğul. Yani kimseden umudunu kesmeden, kendilerine karşı özsaygılarını büyütecek dili tekrardan öğren ve öğret diyordu. Kadına “kadın özelliklerini bul, yenik erkeğin dininden, imanından kopmaya bil” diyordu. “Müşfikliğine, şefaatine, şefkatine, huzuruna, direngenliğine, büyütücülüğüne, yılmazlığına, büyüleyiciliğine cümle erdemlerine dön” diyordu kadına, “bu erdemlerde yeniden doğ” diyordu yol önderi. “Ancak böyle güzelleşir yüreğin, arınır dilin, saflaşır zihnin” diyordu.“Yücelmeyi bil” diyordu. “Kendine karşı öz saygını yitirme ve sarıl yaşama” diyordu özoğul.
Yenik erkek, yani kendi egosuna yenilmiş erkek böylece de kendisinin kalantor kölesi haline gelmiş erkek“sen suçlusun, sen eksiksin, sen akılsızsın” diyordu kadına. Biliyordu ki suçlarsa yüzleşemez kadın kendi kendisiyle. Çünkü kırılır hevesi, bükülür beli, karışır dili, yıkılır yüzü ve böylelikle unutur kendi iç dünyasıyla muhabbetti, kesilir diyalogu. Ama “unutma ilahi özünü” diyordu özoğul. “Cesaret” diyordu özoğul. Biliyordu ki cesaretlenirse kadın, öğrenirse kendini sevmeyi ne ömürler büyütür ve başkalarının kutluluğunda da kendi kutluluğunu görür. Ve değişir dünyanın rengi.
Çabuk yıpranıyordu kadın, çünkü sınırları belliydi. Sevgisini vereceği kaç hayat vardı ki önünde! Kim bilir kaç kadın birkaç hayata adadığı yaşamını büyük bir sevgisizlikle bitirmişti, yıpratmıştı ömrünü, ömürleri. Ama “bir halkı sevmeyi öğren” dedi özoğul, “dünyanın bir diğer ucunda çekilen acıyı yüreğinde hisset” dedi özoğul. “Büyü” dedi özoğul.
Ve “güçlen” dedi özoğul, “topla hakikatin erdemlerini” dedi. “Çünkü büyütürsen erdemlerini değişir bu dünya, yıkılır zalim ve kurnaz denilen ama özünde yenik olan erkek, yıkılır teklik. Ve onurlandır kendini ki huzurunu bulasın” dediözoğul.
Bugün yüreğimiz toplayamıyorsa özgürlük erdemlerini, yenik erkeğin zihni ile doluysa dimağımız, kim der ki yeniden doğmuşuz? Çakılıp kalmışsak köhnemiş duygulara, yürü demeyip yozluğun etrafında donduruyorsak yaşama açılan pencereleri, kim der ki yeniden doğmuşuz?Kim der ki bugün, bu 4 Nisan bizim de doğum günümüz, bugün yeniden doğuyoruz.
Şimdi zaman,kainatın kalbine ulaşıp yüreklerimizi büyük yürekle buluşturmanın zamanı. Şimdi zaman, bu dağlara basan her erdemçiçeğini solumanın, fark etmenin, hissetmenin zamanı. Bir kez daha dağa, taşa, ota, çimene büyük minnetle bakıp, ana-tanrıçalarımıza gönül kucağımızı açmanın zamanı. Ve onlara “bakın sizin özoğlunuz bugün söndürülen ocağınıza ateş taşıyor, tapınaklarınıza sevdanın ve yenilmemenin elvan çiçeklerini işliyor” demenin tam zamanı. Ellerimizi güneşe kaldırıp yüreğimizle ona gülümseyebilecek kadar yaşamı fark edebilmenin, yeniden doğuşu yaşamanın tam zamanı.
Şimdi yeni bir zihniyet aydınlığında kuruluyor yaşam ve böylece ana tanrıçalarımızınözoğlunun doğum gününü kutluyoruz hep beraberce. Önder Apo dedi ya“Aslında mesele benim doğum günüm de değil, halk kendi doğuşu olarak görüyor. Mesele benim o şehirde, o köyde, o toprakta doğmuş olmam meselesi değil, halk kendi doğuşunu kutluyor, bunu kendi doğuş günü olarak görüyor, kendi rönesansı gibi görüyor.”
Yeniden doğuyor kadın, yeniden doğuyor bir halk… Bu yeniden doğuşa kucak açıyor kainat, ki en yakınını, ana kadının ruh yoldaşlığını kaybetmiş olan kainat bugün Önder Apo’nun doğum günüyle huzurunu buluyor. Tekrardan kutsanıyor. Kutsallaşıyor. Değer kazanıyor.
4 Nisanımız, Önder Apo’nun doğum günü, ana-tanrıçaların özoğlunun doğum günü, hepimize ve bütün evrene kutlu olsun. Ve bir kez daha 11 Nisan 1993 yılında yaşamını yitirmiş olan Ûveyş anamızı da bugün vesilesiyle büyük bir saygı ve minnetle anıyor, türabı önünde eğiliyoruz.
Özgür kadının, özgür Kürdün doğum günü 4 Nisan herkese kutlu olsun…