Dilzar DÎLOK
Birbirimize benziyoruz. Hepimizin farklılıklarına rağmen birbirimize benzer öyle çok yanı var ki. Tüm farklılık iddialarımıza rağmen ortak yanları keşfetmenin mutluluğunu hepimiz yaşıyoruz. Yüreğimizin ortak atışlarda olması bizlere güven veriyor. Kürdistan özgürlük mücadelesinde yer alan kadınlar olarak hepimiz farklı mecralarda ve farklı tonlarda kavgalarla bugüne geldik. Kavga ettik, kavga gördük, kavga duyduk ya da bildik. Ezcümle kavgaların içinden sıyırıp çıkardığımız kadar kendimiz olmanın yolunu az çok öğrendik.
Cins savaşı, ulusal savaş, sınıf savaşı derken kavgayla yürümeyi varolmanın adını bildik çoğunda. Elimizden alınacak pek fazla bir şeyimiz kalmamıştı ve bizler elimizden alınanları geri almak için kavga etmek zorundaydık.
Tanrıçaların tarihine ne çok benziyor. İnanna’nın elinden alınan 104 yaşam yasasını geri almak için tutuştuğu amansız kavgayı kim görmezden gelebilir ki… Bunca anlamsızlaştırılmışken, anlam kavgasız olmuyordu. Mümkün değildi. Mümkün olmadığından hepimiz krizli kimlikler taşıdığımızın farkına vardık ve kavgaya yol alarak yaşadığımız krizlerden kurtulmanın yollarına düştük. Ne varsa yolda vardı çünkü. Hakikat deryasında hakikati yaşayan kadınlar olmak istiyorduk ve onun yolu işte bu yoldu.
En başta da bizi aradıklarımıza götürecek kavgalar…
Bugünlerde bu kavgalardan birinin izini sürüyorum. İnanna’nın kavgasını belleğinin ve yüreğinin derinliklerinde duyumsayan, yaşayan bir kadın. Gizli kalmış hakikatin hakikat olmadığını ve aşikâr olmak için kendini bizlere dayattığını sezen bir kadın. Kendi hakikatini aşikâr kılmanın tüm kadınların hakikatini aşikar kılmak ve kendin olmak olduğunu bilen bir kadın.
Bir kadının kavgalarının seyrindeyim işte. Tanrıçaların verdiği kavgayı kendi benliğinde kendi gücüyle, yüreğiyle veren bir kadın.
Sara arkadaşın Hep Kavgaydı Yaşamım adlı kitabını okuyorum. Ve okudukça tanrıça kavramını dile getirmenin öylesine bir benzetme ya da sadece şehit yoldaşlara duyduğumuz yücelten saygının bir gereği olmadığını bir kez daha belirtme ihtiyacı duyuyorum. Yıllar öncesinde de okuduğum bir kitaptı. Bu defa gerçek bir okuma diyorum buna. Sara’yı okurcasına okuyorum bu defa. Yazılanları okumuyorum. Onu okuyorum yazılanlarda.
Aslında insanın en büyük özelliğinin birbirini anlaması, kabullenmesi ve farklılıklarıyla birbirinin varlığını kabul etmesi olarak gören, yaşamı işte bu insanla ören ve belleğinde insanların bir aradalığını tapınılası tek kutsallık bilen yüce gönüllü bir kadının hayatını anlatırken kavga sözcüğünü seçmesi ilk etapta paradoks gibi geliyor. Ondaki içselleşmiş ve felsefi düzeye ulaşmış barış kavramıyla bu kavga kavramı tezat gibi geliyor. Ama biliyoruz ki, bu topraklarda paradoksların karşılaşmasından doğuyor hakikat.
Ve Diyarbakır zindan gerçeği paradoks algısını silecek kadar bir ilk etki yaratıyor. Ve kavgayı zindan duvarları arasına taşıyor. Kitabın sayfaları birer birer kayarken gözlerimin önünden o paradoks siliniyor belleğimden.
Toplumsallığını yitirmiş bir topluma isyan ile başlıyor kavga. Kadınlığını yitirmiş bir ananın içgüdüsellik derecesine indirgenmiş bir yaşam anlayışına karşı devam ediyor. Kavganın en keskin yanı oluyor.
Bir çocuk için en kolay görünen ama en zor olan şey anasına karşı gelmek, anayla kavgaya tutuşmaktır. Bu durum kız çocukları için daha bir zorlu imtihanı getirmektedir.
Kolaydır çünkü en rahat iletişim kurulan kişidir ana. Kız çocuğunun ilk toplumsallığıdır. Bildiği ilk insan, ilk toplum, onu yaratan tanrı ve yaşamın tüm çerçevesidir. Ana her şeydir kız çocukları için. Anamıza yüreğimizden geçenleri söyleyebiliriz. Yürek akışlarımızı en rahat söyleyebileceğimiz kişidir ana bu dünyada. Ötesi yoktur.
Zordur çünkü bu yürek akışlarının birbirine karıştığı ve bu karışımı bildiğimiz, bizi oluşturan gerçeğe, kendi hakikatimize karşı gelmektir anaya karşı gelmek. İnsanın kendi hakikatine karşı çıkması, hakikatine karşı savaş açması çok zordur. Anamız bizim hakikatimizdir. Hele kız çocukları için bu daha da keskindir. Anamıza çok şey söyleriz ama onunla kavgayı bir ana kız çatışma-barışma git gel’inin ötesine taşımak istemeyiz. Bunu istemek için çok büyük gerekçeler gereklidir. Toplumsallığını yitirmiş olmak, bir ananın en büyük acısı olurken, o ananın kız çocuğu için de en zor kabullenilebilecek bir gerçek olmaktadır. Ananın, kendi toplumsallığını yitirdiğini anlaması ve kabullenmesi zordur. Kız çocuğu için de bu gerçeği keşfetmek, anlamak ve kabullenmek zordur. Böyle bir ananın çocuğunu koruması, büyütme mücadelesi vermesi içgüdüsel bir düzeye indirgenmiştir. Böyle bir ananın kızı olmak ise ananın reddedilecek yanlarıyla kavga etmeye karar verecek kadar büyük bir yürek sahibi olmak demektir.
Herkes toplum dışı olabilir, herkesin toplum dışılığı anlaşılabilir ama ananınki anlaşılamaz, anlayışla karşılanamaz ve kabullenemez. Çünkü bizler, hakikat bildiğimiz ananın parçasıyız ve anayı kök biliriz. Kök bildiğimiz ana bizim belleğimizde mükemmeldir. Değilse kavga gerekçeleri doğmuş demektir.
Sara arkadaşın anasıyla, anasını kendi hakikatinden koparan yaşam karşıtlıklarıyla kavgası amansızdır. Klasik ana kız çatışmaları gibi başlayan ve büyük bir bilinçle örülerek yeni toplum algısına yönelen bir kavga anlayışıdır onunkisi. Ve bu kavga toplumsallığını yitiren bir halkın bireyleriyle, bu yitimi yaratan düşman gerçeğiyle, yitirileni bulma yolunda engel olan yoldaşlarla sürerek bir kendin olma ve toplumsallığını yaratma amacına kilitlenir.
Bir kadının kendisi olma kavgasını okuyorum satırlarda. Sara arkadaşın kadın olma kavgasıdır tüm yaşamı. Anayla, toplumun diğer bireyleriyle, erkekle, sistemle, düşmanla ve zindanda onun yalın yüreğine ve bedenine yönelen düşmanla kavga giderek sistemlileşerek bir bütün İnanna’ya yoldaş olacak düzeye ulaşır. Ve nihai kavga, tüm kavgaların envanterini çıkaran Sara arkadaş kendisiyle kavgasında Zafer Romanını yazma amacına kilitlenir.
Zindanda kavgasını zirveye çıkarır. Kavganın en keskin zamanlarıdır. Yalın yürek tutuşur kavgaya. Bu kavganın içinde yol arkadaşlarına dair yüreğinde yeşerttiği güven, sevgi ve bağlılık benzersizdir. Mazlum arkadaşı anlatırken harflere ruh veren ve o ruha yerleşen sevgi ondaki yüreğin büyüklüğünü ve kavganın seyrinde kendi yüreğini tüketmediğini, her gün yüreğini yeniden yarattığını gösterir.
Zindan arkadaşlarının Sara arkadaş hayattayken ona tanrıça demelerini şimdilerde daha iyi anlıyorum. Önderliğimizin belirttiği hakikat bir kez daha hatırlatıyor kendisini: Yaşam yaşanırken anlaşılmaz. Sara arkadaşın kavgada kendini yaratan devrimci kadın gerçeğini anlamak, yaşadığımız anlara geçmişten süzülen anlamları nakışlayarak mümkündür. Bunu yapmak için de yaşam yaşanmış ve bizlere yaşanmış olanın ürünlerini de sunmuştur. Kadın militanlar olarak Sara’nın yol arkadaşı olabilmenin ilk şartı onun yaşamındaki kavgalara anlam vermek ve o kavgaların sürdürücüsü olmaktır.
Sara’nın kavgasını biraz da Sara’nın dilinden okuyalım:
“Yaşam kavgaysa eğer ve onun bütün gözeneklerinden süzülerek en yalın anlamını bulacaksa, KAVGA sürüyor demektir. Başkan, kavga’lı kitaplarımdan söz ederken artık bundan sonra ‘Zafer Romanı’nı yazarsın demişti. Belki ‘Zafer romanını’ yazma fırsatı olmayacak, bulamayabilirim ama kavgalarımda zafer tarzını yakalamaya kararlıyım. Hele kavgalarımın yol açtığı felaketleri bir kez daha, hem de acısını büyük duyarak gördükçe bunu mutlaka yakalamam gerektiği daha iyi anlaşılıyor.”