Toprak ve kadın…
Bu iki imge tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadar her zaman özdeşleştirilen, bir arada anılan iki mefhum olagelmiştir. Doğanın, toprağın sınırsız yaratıcılığı ve üretkenliği doğal toplum insanında, efsuni bir hürmetle karşılanmış, varlığı ve bereketi kutsanmıştır. Toprağın andı en büyük and, toprağın mevsimsel döngüsü en büyük şenlik ve mutluluk olarak karşılanmıştır.
Kadına karşı olan yaklaşım da bu temeldedir. Toplumsal doğada kadın varlığı aynı ölçüde mutluluk ve coşkuyla karşılanır. Tıpkı toprak gibi üreten ve karşılıksız veren, tıpkı kadın gibi sarıp sarmalayan, yaratan ve doğuran… Bu sebeple kadın varlığı da aynı efsuni hürmetle karşılanır ve kutsanır. Bunu salt analık olgusuyla bağdaştırmak eksik bir yorum olacaktır. Kadın varlığının en başat öğelerinden biri bu olmakla beraber, kadın etrafında toplumsallaşan insanlık, kadınla kendi kimliğini bir tutmuştur. Erkek egemenlikli uygarlıklar sürecine kadar, kadın ve toplum-toplumsallık bir tutulmuş, toplum, varlığını kadın kimliğiyle ifadelendirmekte bir beis görmemiştir. Kadın toplumsallığının maddi ve manevi kültür oluşturucu özelliği bu konuda çok temel bir etkileyendir. Yaşam bu eksende akmakta ve eril-erkek zihniyetinin kafesinde donmaksızın özgürce, çağlayanlarca akmaktadır.
Aradan geçen binlerce yıl ve uygarlıklar silsilesine rağmen, bu özdeşlik ve enerji akışı toplumların hafızasında yaşamaya devam etmektedir. Kadın ve toprağın daha çok duyular üstü enerjiyle ifadelendirebileceğimiz muazzam uyumu, belki de bugün artık batıl inanç olarak adlandırdığımız pek çok inanışta, tabularımızda yaşamaya devam etmektedir. Toprağa bağlılık, kadın açısından yenilenmenin, daha özcesi yaşamın sürdürülebilirlik ölçütüdür. Bugün kapitalist modernitenin bütün hücrelerimizde yer etmek için, kültürel kodlarımızdaki aşınmalara rağmen, toprak hala yaşamımızın sürdürülebilirlik şifresidir.
Köylerden şehirlere göçün toplumda daha çok kadın şahsında yarattığı en temel hasarlardan ve zorlanmalardan birisi bu oluyor. 1990’lı yıllarda Kürdistan’da akıl almaz, insanlık vicdanını zorlayan katliamlar ve zorunlu köy boşaltmalarından sonra kentlere gelen kadınların yaşadığı en büyük zorlanma, beton yığınlarının arasında, ulaşamadıkları bir avuç toprak özlemiydi. Bu tarımla, toprağa dayalı üretimle ilgili bir sorun alanı olmanın çok ötesinde bir durum. Kimliğinden ve kültürel karakterden uzak düşmenin getirdiği bir trajedidir. Amed’in güya lüks semtlerinde, mahalle aralarına yapılan tandırlar, o devasa sitelerin balkonlarına yapılan minyatür bahçeler bir nebzede olsa bu özlemi dindirme çabasıdır.
Toprak kadının yurdudur… Bugün çokça işlenmiş yurtseverliğin çok ötesinde bir kimlik ifadelendirmesi ve bir duruştur. Yerinden, toprağından etme, toplumların yönünü şehirlere çevirmelerinin en temel amacı da bu duruşun yok edilmesi, ortadan kaldırılmak istenmesidir. Zira kapitalizmin ve onun her türlü çıkar savaşlarının, en derin panzehiri bu güç, bu duruştur. Bu duruş ortadan kalktığı oranda, bu kimlik örselendiği oranda modernizm kalıcılığını garantilemeye çalışıyor. Merkezi-hegemonik güçlerin paylaşım savaşlarındaki bir yönü de budur. Kürdistan’da son 200 yıldır süregelen savaşlar silsilesinde zorunlu iskân kanunları, köy yakmaları ve boşaltmaların, tüm doğal kaynakların hidroelektirik santrallerle, termik santraller ve barajlarla talan etmenin bir ayağı da budur. Azami kar kanunu ile her türlü doğal kaynak istismar edilirken, toplumu doğadan ayırarak müdahale edilmektedir.
Dünya siyasetinin gittikçe saydam bir bataklığa dönüştüğü bir zamandayız. Bataklıkların genel özellikleri, gizil olmalarıdır. Batıncaya kadar ne denli derine gittiğini anlamak güçtür. Ya mekânı çok iyi tanımanız ya da yol yürüyüşünde oldukça dikkatli ve duyarlı olmanız gerekir. Aksi halde bu bataklıktan çıkmak için çırpındıkça, çırpınanı daha da derinlere çeken bir çamur yığınının içinde düşme ihitimali çok fazla.
Basılanın, bulaşılanın, ısrarla müdahale edilenin, müdahale eden için bataklığa dönüşeceği bilinmesine rağmen, hali hazırda siyaset sırf bu çamur için, hatta bizzat bu çamurun içinde yapılıyor. Ortadoğu, özelde de Kürdistan’da bu durum ayyuka çıkmış durumdadır. İç istikrarını, bir yandan dünya güçlerinin türlü müdahalesi, bir yandan içteki demokratik uygarlık güçlerinin itirazı ve isyanı sonucu çoktan yitirmiş devletler bataklığın gittikçe daha derinlerine doğru yol almaktadır. Sayısız çete örgütleri bu bataklığı bizzat genişletmekten sorumlu kılınmıştır. Biyolojik, kimyasal silahlar her geçen gün yaygınlaşmaktadır. İktidarın çarkını döndüren resmi bilim doğanın, toplumların, insanın yapısıyla oynamaktadır. Ve bunların tümü artık gizli kapılar ardında değil, bizzat dünya sahnesinde, milyarlarca insanın gözleri önünde gerçekleşmektedir. Savaşın efendileri kozlarını açık oynamakta ve faşizmi, cinsiyetçiliği, ırkçılığı, dinciliği gizlemek için herhangi bir kılıf arayışına da girmemektedir. Kadının toprakla bağına, yurduna, yurtseverliğine saldıran da aynı güçtür.
Kadınlar, savaşın efendilerinin birincil hedefleri! Bu savaş kadının doğasına, zihniyetine, yarattığı ahlaki ve politik toplum değerlerine, çocuklarına, bedenine, ruhuna karşı açılmıştır. Bundan onlarca yıl önce, savaşın efendileri önce kadınları vurun dedi Bugün de zihniyet ve pratik düzeyinde bu sözlerini uygulamaya devam etmektedirler.
Savaş her anlamda önce kadınları vurmakta. Bunu bugün ve geçmişe bakınca da çok açık bir şekilde görüyoruz. Güney Kürdistan’da askeri operasyonlarla beraber boşaltılmak istenen Amediye, Zaxo ve Duhok köylerinde, faşist Türk Devletinin ilhak saldırılarından en çok kadınlar etkilenmektedir. Maxmur’da 27 yıldır süregelen mültecilik zinciri en çok kadınların dünyasını etkilemiştir. Efrin’de, Serekaniye’de ve daha nice yerde, savaşın efendileri önce kadını vurmuş, kadını toprağından, yurdundan, varoluş dinamiklerinden koparmış, toplumları kültürel dinamizmlerinden vurmuştur.
Bugün faşizmin en amansız yönelimleriyle uçlaştığı, tüm direniş alanlarının yoğun ideolojik ve fiziki bombardıman altında olduğu bir dönemden geçerken, ona karşı direniş yöntemlerimiz de her zamankinden güçlü olmak durumundadır. Ortadoğu’nun dört bir yanında derinleşen savaş biz halkların değil, efendilerin savaşıdır. Bize düşense kadının ve toprağın gücüyle sözümüzle, emeğimizle, pratiğimizle efendilerin savaşını boşa çıkartmak ve demokratik, kadın özgürlükçü çizgimizi umutla, inançla, aşkla korumaya ve büyütmeye devam etmektir. Yeter ki büyük söz, büyük duygular ve büyük yürekle özgürlük yürüyüşümüzü yükseltelim…
Arjin Ruken