Değerli Arkadaşlar
PAJK Zeynep Kınacı Akademi devre öğrencilerinin kadın devrimi konusuna ilişkin yürüttüğü tartışmalar ile araştırma amaçlı oluşturulan komisyonun yoğunlaşma ve tartışmalarını kaleme alan 21. Yüzyılda Kadın Devriminin imkan ve olanaklarını inceleyen broşür çalışmasını sunuyor, tüm mücadeleci kadınlara başarılar diliyoruz. PAJK Koordinasyonu
“Jin Jiyan Azadi İle Kadın Devrimine Doğru”
“Sistem reformla düzelme şansını çoktan yitirmiştir. Gerekli olan, tüm toplumsal alanlarda yürütülecek bir ‘kadın devrimi’dir. Nasıl ki kadın köleliği en derin kölelikse, kadın devrimi de en derin özgürlük ve eşitlik devrimi olmak durumundadır. Kadın devrimi hem kuramda hem de eylemde en köklü çıkışları gerektirir. Öncelikle cinsiyetçi ideolojiye karşı ardıcıl, sürekli bir savaş gereklidir. Kadın devrimi günün yirmi dört saatinde yürürlükteki tecavüzcü zihniyete karşı ahlaki ve politik olarak da savaşın derinleştirilmesini gerektirir. İktidar ve sömürü amaçlı çocuk doğurma olgusunun mahkûm edilmesini, reddini gerektirir. Çocuk doğurma iradesini tamamen özgürleşmiş kadına bırakmayı gerektirir. Hanedanlık ve aile ideolojisinde devrim gerektirir. Herhalde en önemlisi de kadınla mevcut yaşam felsefesinin, daha doğrusu felsefesizliğinin aşılmasını gerektirir. Kadınla yaşamın gücünü çocuklara sahip olma ve cinsel iştahı giderme anlayışına bağlı olarak değil de en derin dostluk, arkadaşlık ve toplumsallık bağı olarak güzelliğin, sadakatin, barışın ve soyluluğun üretilmesinde, eşit ve özgürce paylaşımında görmek gerekir.
Şüphesiz kadınla yaşamın eşit ve özgürce paylaşımı, toplumsal hakikatin mutlaka doğru seyreden karşılıklı bilgeliğini gerektirir. Gerçek aşk ancak karşılıklı olarak toplumsal hakikatin güç dengesinde yaşanabilir. Köleliğe, tecavüze ve iktidara bulanmış kişiliklerde aşk asla gerçekleşmez. Yoğun ve sürekli yaşanan başarısız deneyimler ve aile iflasları bu gerçeği doğrulamaktadır. En az erkek kadar kadının da toplumsal güce ve bilgeliğe sahip olması durumunda, sevginin ve güzelliğin iktidarsız, barış içinde eşitçe ve özgürce üretilerek ve paylaştırılarak yaşanması sağlanabilir. Günümüz, 21. yüzyıl kadın devrimine öncelik vermeyi şart kılıyor. “Ya yaşam ya barbarlık” sloganı bu devrimi dayatıyor.”[1]
Giriş;
21.yüzyılın kadın yüzyılı olacağını öngören birçok kesim olmakla birlikte, bu yüzyılın devrimlerinin kadın devrimleri, ideolojisinin kadın özgürlüğü olacağını söyleyerek somutlaştıran kişi Rêber Apo’ydu. 90’lı yıllarda Kürdistan devriminin bir kadın devrimi karakterinde olması gereğini ortaya koyarak sosyalist ideolojideki tıkanmadan, kadın özgürlüğüne dayalı bir çıkışın adımlarının atılmasını sağladı. Bu yüzyıla kadın kurtuluş ideolojisini ilan etmiş, onun partileşmesini gerçekleştirmiş, otuz yılını geride bırakmış kadın ordusu ile giriş yapmış olmamız bu öngörü ve hazırlıkların sonucuydu. Aradan geçen otuz yıllık süreç Kürdistan devrimini bir kadın devrimi olarak şekillendirirken, dünya kadın devrimine kuramsal, örgütsel, eylemsel anlamda perspektif sunabilecek değerlerin toplandığı bir kadın hareketi konumuna gelmiş bulunmaktayız.
Ezen-ezilen ikilemine yol açan en eski ve temel çelişkinin çözülememiş olması kadın, doğa ve toplum üzerindeki kırımla tüm dünyayı felakete sürükleyen bir hal almış durumdadır. Son on yılda sistemsel krizin bedellerini en ağır biçimde ödeyen kadınlar tüm dünyada toplumsal muhalefetin öncülüğünü yapar bir konum kazandılar. Diktatörlere, paramiliter çetelere, tecavüzcülere, devletlere, kapitalist sömürgeciliğe, ekolojik yıkıma karşı kadınlar her yerde eyleme kalkarak direniş dalgasını yükselttiler. Milyonlarca kadının katıldığı yürüyüşlerle, kadın grevleriyle, özyönetimlerini oluşturarak, öz savunma güçlerini örgütleyerek, en zorlu koşullarda dahi yaratıcı yol ve yöntemlerle, dansla, müzikle, performans gösterileriyle yükselen kadın direnişi çağın umudu oldu. Ancak toplum kırım, kadın kırım ve doğa kırımıyla yüz yüze olduğumuz bu çağda umuttan daha fazlası gerekir.
Uzun bir dönemdir kadın devrimi konusunda tartışmalar yürüten, buna öncülük iddiasını ortaya koyan, adımlar atan bir hareketiz. Kadın özgürlüğü uğruna mücadele eden milyonlarca kadın, binlerce örgüt olmakla birlikte bu devrime öncülük iddiasını en güçlü dile getiren hareket olarak yarattığımız beklenti ve sorumluluğumuza denk adımlar atmak durumundayız. Kadın özgürlük hareketlerinden bir kesim benzer bir sorumlulukla 21. yüzyıl feminizmini, eylem tarzını tartışmakta, bunun için manifestolar hazırlamaktalar. Bu da küresel düzeyde düşünme, tartışma, eyleme geçme ve kurumlaşma ihtiyacının yansımasıdır. Yani kadın devriminin hayaleti dünyanın üzerinde gezmeye başlamıştır. Böylesi tarihsel fırsatlar her zaman yakalanmayabilir. Çağın karakteri, kadınların ayağa kalkışı ile imkan dahiline giren kadın devriminin öncülüğüne talip olduğumuzu dile getirdiğimizden buna denk bir yapılanmaya, kararlara ulaşmak zorunlu hale gelmektedir.
Kırk yıla yaklaşan deneyimimiz tüm Kürdistan’da kadın devriminin bedenleşmesini sağlayan sonuçlar açığa çıkardı. Sürekli saldırılarla, baskılarla karşı karşıya kalmasına karşın Kuzey Kürdistan ve Türkiye’deki örgütlenme ve kurumlaşma düzeyimiz kadın özgürlüğü konusunda Kürt toplumunu olduğu kadar Türkiye toplumunu da etkiledi. Rojava Kürdistan’ında kadın devrimi niteliğindeki devrimsel gelişmeler bölgesel ve küresel düzeyde etkilere yol açtı. Güney Kürdistan ve Rojhilat Kürdistan’ında kadınların umudu olan bir konum kazandık. Kürdistan’da açığa çıkardığımız gelişmeler giderek Ortadoğu’nun yeni kadın kimliğine dönüşen devrimsel gelişmeleri başlattı. Başta Arap, Fars ve Türkiyeli kadınlar olmak üzere bu etkinin giderek tüm Ortadoğu halkları ve kadınlarına yayılması imkan dahilindedir. Öz savunma direnişimiz, kadın militanlığındaki derinliğimiz, özgün kadın örgütlenmesini geliştirme ve politikleşme düzeyimiz, sistem dışı kalabilmek ve kendi öz gücümüze dayalı gelişim dinamiğimizle bu öncülüğü üstlenebilecek kapasitemiz belirginlik kazandı. Küresel düzeyde etkiler yaratan bir kadın özgürlük düzeyini temsil eder durumdayız. Bu durum kapitalist hegemon güçlerin de dikkatini çekmektedir.
Erkek egemen sistem kendi krizinin ve bunun alternatifinin kadın devrimi olduğunun farkındadır. Üçüncü Dünya Savaşının mekanı ile kadın devriminin mekanının aynı olması, buna öncülük eden partimizle küresel hegemonik güçlerin aynı zeminde karşı karşıya kalmasının nedeni budur. Tüm dünyada erkek egemenliğinin en kurumlaşmış, rafine olmuş hali olan faşizan rejimlerin yükselişinin de bununla birebir bağı vardır. Devrimin silueti belirirken her zaman karşı devrimci güçler, devrimleri boşa çıkarmak için hazırlıklı olurlar. Neoliberal sistem kendisini yeniden organize ederken kadın devrimi potansiyelini ortadan kaldıracak stratejileri de oluşturmaktadır. Kadınlara dönük saldırıların kaynağında bu gerçeklik yatmaktadır. Bu açıdan kadın devrimi iddiamızın bir yanı sorumluluk, fırsat, imkan ve çağın gerekleri iken diğer yanı kendimizi, kazanımlarımızı savunabilmektir.
Kadın devrimine öncülük edebileceğimizi ortaya koymuş olmak, hareketimizi ciddi saldırıların hedefi haline getirmiştir. Kendisine alternatif gördüğü her hareketi tasfiye, asimile etmede uzmanlaşmış erkek egemen sistem bu potansiyelimizin farkındalığı ile saldırmaktadır. Hareketimize dönük fiziki, psikolojik, özel savaş yöntemleri daha etkin bir biçimde devreye konulmuştur. Sert yöntemlerle, yumuşak yöntemlerin birlikte kullanıldığı bu saldırıların genel hareketimize dönük yanları olmakla birlikte, kadın hareketimiz özel olarak hedeflenmektedir. Heval Sara, Rojbîn ve Ronahî arkadaşların ve en son Evîn Goyî arkadaşın şehit düştükleri Paris katliamları, Başur’da Bêrîvan Zîlan, Raperîn Amed, Zîlan Konya yoldaşlar, Bakur’da Leyla Amed, Axîn Muş yoldaş şahsında tüm gerillaya yönelen saldırılar, Rojava’da Jiyan Tolhildan, Reyhan Amude, Şervin Dirbesiye yoldaşlar şahsında tüm kadın militanları ve öncülerine dönük saldırılar sistemin çok planlı katliam ve devrimci öncülüğü tasfiye saldırılarıdır. Kadın hareketi yönetimlerimizin terör listelerine alınarak özel olarak hedef gösterilmesi ve şehit düşürülmelerinde, savaşta arkadaşlarımızın cenazelerine dönük hakaretlerde, Şirin Elemhuli ve idam tehdidi altındaki arkadaşlara dönük tutumlarda, Taybet İnan, Nazê Naif Qewal, Hevrîn Xelef ve Yusra şahsında demokratik siyasal alanda topluma öncülük yapan kadınların katlediliş biçiminde, kadın eş başkanlar ve kadın kurumlarına dönük tutuklama, kurumları kapatma ve her türlü saldırıda bunun işaretlerini okumak mümkündür.
Ajanlaştırma, kaçırtma, yozlaştırmada kadınların özel olarak hedeflenmesi bu stratejinin sonucudur. Liberalizmin kadın hareketlerini tasfiye ve sistemiçileştirmede Avrupa’da sonuç alarak Latin Amerika, Afrika, Hindistan, Afganistan ve birçok Ortadoğu ülkesine yönelttiği yöntemleri Rojava kadın devriminin içini boşaltmada kullanmak istemesi bu saldırıların farklı yüzleridir.
Kendimizi bu saldırılara karşı savunmanın yegane yolu hamlesel çıkışlarla sisteme daha etkili darbeleri vurmayı sağlayacak kadın devrimi hedefine kilitlenmek, açılımlar yaparak kazanımlarımızı savunmaktır. Kadın devrimi; öncülük iddiamızı yerine getirmenin, toplum ve doğa kırımı ile paralel yürüyen kadın kırımını durdurmanın ve kazanımlarımızı savunmanın yegane yoludur.
Tüm bu gelişmeler temelinde kadın devriminin olanakları, bu konuda sahip olduğumuz iddia ile partileşme düzeyimiz ve kadrosal görevlerimiz çalışmamızın temel bir tartışma gündemi olmalıdır. Bu belge kapsamındaki tartışmalarla kadın devriminin zamanı olan 21. yüzyılın analizi, bu devrimin somutlaşacağı mekan olarak Ortadoğu’da ikinci kadın devriminin imkanları, sistem karşıtı hareketlerin durumu, yaşanılan ideolojik tıkanmanın aşılması ve öncü parti ihtiyacı, kadın devriminin dayanacağı sosyal bilim olarak jineoloji, öz savunma sistemi ve konfederal kadın sisteminin rolü, dünya kadın konfederalizminin oluşturulması ve kadın devriminin önümüze koyduğu kadrosal görevlerimizi belirlemeyi hedefliyoruz.
21.Yüzyıl Kadın Devriminin Zamanı
Geçmiş, şimdi ve gelecek sürekli birbirini aydınlatır ve tarih bilinci olanlar, bugünü anlayabilir ve yarını öngörebilirler. Tarihsel akışa yön verebilme onun kavranmasıyla gerçekleşir. Bu yüzyılın gidişatına kadınların yön verebileceği, vermesi gerektiği ‘21. yüzyıl kadın yüzyılıdır’ tespitinde anlam bulur. Bilgi-bilim çağı, kapitalizmin küreselleştiği finans kapital çağı, kapitalizmin devrevi ya da yapısal kriz dönemi olarak tanımlanan bir çağın kadın yüzyılı olduğunun göstergeleri nelerdir? Bu soruyu cevaplayabilmek için öncelikle bu yüzyılın krizlerinin olduğu kadar alternatiflerinin kaynağındaki toplumsal tarihinin aydınlatılması gerekir.
Önderliğimiz toplumun oluşum tarzıyla bağlantılı esasta üç toplumsal formun yaşandığını, diğer sıfatların toplumu izah etmede sınırlı kaldığını belirtir. Bunlar; ahlaki politik toplum, devletli toplum ve bu iki toplumsal yapının çelişkisini ifade eden demokratik toplumdur. Bu toplumsal formlar aşama aşama kat ettiğimiz bir yol, geçtiğimiz duraklar gibi ilerlemez. Yan yana akan, suları birbirine karışmayan ve farklı renklerdeki iki nehir gibi kesintisiz akış halindeki devletli kapitalist uygarlık ve demokratik uygarlık geleneği olarak seyreder. İçinde bulunduğumuz çağı anlamak demokratik uygarlık ve devletli uygarlık nehirlerinin hangi yönlere saptıkları, hangi kollardan beslendikleri, hangi mekanlarda akmakta, nerede kurumaya yüz tuttukları, akışlarının önündeki engelleri kavramakla ilgilidir.
Üç toplumsal forma dayalı tanımdan hareket ettiğimizde ahlaki-politik toplumsallaşmanın en kurumlaşmış halinin kadın devrimi olarak adlandırdığımız neolitik dönemde yaşandığını görürüz. Kadın doğasının toplumsal forma nüfuz ettiği bir kadın zamanı, kadın uygarlığı sürecidir. Devletli toplum ise bir erkek karşı devrimi ile kadın değerlerinin çalınması, asimile edilmesi temelinde şekillenir. Siyaseti iktidar ve şiddetle, savunmayı militarizmle, doğayla ilişkiyi onu denetime almayla, ekonomiyi talan ve birikimle özdeşleştiren, etik-estetik değerleri iktidar ilişkileri ile dönüştüren bir karşı devrimdir. Bu iki toplumsal yapının gerilimi demokratik uygarlık olarak anlam bulur. Demokratik uygarlık geleneğini kadın etrafında şekillenen yaşam biçiminin ve değerlerin devletli erkek egemenliğine direnişi olarak tanımlanmak yerindedir. Kadınların sistem karşıtı mücadele ve düşüncelerde, demokratik uygarlık güçleri içindeki stratejik önemi bu gerçeklikte yatar ya da başka bir ifadeyle kadın özgürlüğünün toplumsal özgürlüğü belirlemesi bu tarihsel gerçekliğe dayanır.
Bu bölümde küresel dünya sistemi olan kapitalizmin, yarattığı kriz ve sorunları inceleyerek KADIN DEVRİMİNİN tarihsel-politik dayanaklarına göz atacağız.
Finansal Kapitalin Yapısal Bunalımı Ve Kadın Kırımı
Bugün derin bir yapısal kriz içinde olduğunu söylediğimiz kapitalizmi, erkek egemenliğine dayalı gelişen 5000 yıllık bir sistem olarak çözümlediğimizde bu çağda karşı karşıya kaldığımız kadın kırımı daha anlaşılır hale gelir. Sürekli yeni erkek egemenlikleri ve kadın kölelikleri yaratmadan, bu sistemin kendini sürdürmesi mümkün değildir. Devlet ve uygarlığı yaratan erkek karşı devrimiyle kadına karşı ilk cinsel kırılma kadın bedeni ve emeğinin sömürü süreci başlatılmıştır. Tek tanrılı dinlerle ikinci cinsel kırılma yaratılarak devlet ve erkek egemenliğinin ittifakı kutsanıp ve kurumlaştırılırken kadın köleliği daha da derinleşmiştir. Kapitalizm bu iki cinsel kırılmayı derinleştirerek kadın bedeni ve emeği üzerindeki en büyük sömürü sistemini kurar. Bu nedenle devletli uygarlığın ve onun devamı olan kapitalizmin her yeni hamlesine kadınlara yönelen bir saldırı dalgası ve kadın kırımı eşlik etmiştir. Kapitalizmin Avrupa’da çıkış yapmasının ilk adımlarından birinin cadı avları adı altında kadın katliamı olması gibi 21. yüzyılda derinleşen yapısal bunalımının en ağır bedelleri kadınlara ödetilmekte ve kadın kırımı yapılmaktadır.
İlk oluşum döneminde sömürgecilik, daha sonra emperyalizm ve günümüzde küreselleşme ile sınırsız iktidar ve sermaye birikimine dayanan kapitalist modernitenin 21. yüzyıla taşırdığı bilanço oldukça ağırdır. 1970’lerde başlayan sistemin yapısal bunalımı giderek derinleşmektedir. Kapitalizmin gelişim aşamaları kanser hastalığının yayılmasına benzer biçimde doğa, kadın ve şimdi de toplum kırım olarak tanımladığımız yıkımlarla genişler. Kanserli hücrelerin çoğalma biçiminin sürekli canlı-sağlıklı dokuya saldırmasına benzer biçimde, kapitalizm de endüstriyalizm canavarı ile talan edeceği doğa, erkek egemenliği ile bedeni ve emeği sömürülecek kadınlar, ulus devlet ve iktidar araçları ile komünal bağları tahrip edilecek topluluklar üzerinden yayılır. Kapitalizmin geliştiği her alan bu açıdan hem krizin hem de direnişin alanı haline gelir.
1-Ulus-devlet ve iktidarın yarattığı krizler
Üçüncü Dünya Savaşı ile giriş yaptığımız bu yüzyılda ulus devletlerin sürdürülemezliği krizin derinleştiği temel alanlardan birini oluşturur. 20. yüzyılda ulus-devletlerin sayısı 3 kat arttı. Fakat ulusların sorunları çözülmediği gibi çizilen sınırlar yeni çatışma ve savaşları beraberinde getirdi. Milliyetçilik ve dincilik ideolojileri ile etnik, dini, kültürel gruplar homojen ulus yaratmaya dayalı projelerin kurbanları haline getirildiler. 21. yüzyılda militarizmin yükselişi her geçen yılda askeri harcamalara ayrılan bütçeden de anlaşılmaktadır. 2019’da askeri harcamalara ayrılan bütçe dünya genelinde toplam 1,917 trilyon dolardır. Ülkelerin silah harcamalarına ayırdıkları bütçeye göre sıralamalarında ilk sırada ABD, daha sonra sırasıyla Çin, Hindistan, Rusya, Suudi Arabistan, Fransa, Almanya, Japonya, Güney Kore ve TC devleti de son on yılda silahlanmaya ayırdığı bütçeyi iki katına çıkartarak on beşinci sıraya yükselmiştir. Soğuk savaşın sona erdiği söylenmesine rağmen silahlanmaya ayrılan bütçenin sürekli biçimde artması da 21. yüzyıl savaşlarının yaygınlığı ve militarizmin yükselişinin göstergeleridir. 20. yüzyılda çıkan savaşlarda 136,5 milyon ila 148 milyon arası değişen sayıda insanın öldüğü belirtilmektedir.
20.yüzyılda egemen ulusların kendi içindeki etnik temizlik, soykırım, asimilasyon ve demografik değişim temelinde başlattıkları kırımlarla, ulus-devletin esas karakterinin faşizm olduğu ortaya çıkmış oldu. Dünya üzerindeki tüm ulus-devletler hem kendi toplumları içinde hem de farklı uluslarla sürekli sorunlar üreten bir durumdadır. Kapitalizmin yayılma biçimi doğayı talan etmek, kadınları baskı altına almak, direnen kültürel toplulukları bastırmak, emekçileri sömürmek için sürekli faşizan rejimlere ihtiyaç duymaktadır. Küresel sermayenin yayılımını kolaylaştırmak ve yarattıkları toplumsal krizler nedeniyle aşılacağı ya da demokratikleşeceği düşünülürken tüm dünyada faşizan rejimlerin yeniden iktidar olmasının bir nedeni de budur.
Erkek egemenliğinin en kurumlaşmış ifadesi olan faşizm düşman olarak tanımladığı halkları karılaştırırken, hem ezilen halklar hem de egemen ulusun kadınlarının bedeni ve emeği üzerinde daha özel sömürgecilik biçimlerini geliştirir. Direnen topluluklara dönük uygulamalar soykırım, asimilasyonla nüfuslarının azaltılması, fuhuş-uyuşturucu, sanal yaşamlar, ajanlaştırmayla yozlaşma, işsizlik ve yoksullukla teslim alınmadır. Egemen ulusun nüfusunu arttırma temelinde kürtaj yasakları, ataerkil ailenin korunması için erkeğin kadın üzerindeki egemenliğini güçlendirme, çok çocuk doğurmayı teşvik etmek faşizan rejimlerin ortaklaştığı politikalardır. Bu açıdan ulus-devletleri aynı zamanda kadın kırım rejimleri olarak tanımlayabiliriz.
Ulus-devletlerden kaynaklanan savaşlarda bu gerçeklik daha vahşi bir görünüm kazanır. Toprak işgali ile kadın bedenlerinin işgalini özdeşleştiren ordu, polis ve paramiliter çeteler kadınlara dönük tecavüz, kaçırma, şiddet, köleleştirme ve öldürme saldırılarını savaşın bir parçası olarak planlı bir biçimde ve sistematik olarak gerçekleştirirler. Tarihte de çokça örneğine rastlanan bu uygulamalar ulus-devletlerden kaynaklı savaş ve militarizmin artışı ile orantılı biçimde daha yaygın hale geldi. 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar sömürgeci ve emperyalist güçler Afrika, Avustralya, Ortadoğu ve İndo-Amerikalı kadınları sistematik taciz, tecavüz, köleleştirme, kısırlaştırma ya da zorla çocuk doğurmalarını dayatarak kırımdan geçirdiler. Birinci Dünya Savaşı sürecinde Türk devleti Ermeni, Asuri, Süryani ve Kürt kadınlarına dönük benzer uygulamalar yaptı. Dersim katliamı bu açıdan Kürt Alevilerin katledilmesi olduğu kadar bir kadın katliamı olarak tarihe geçti. İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler Yahudi kadınlara, Berlin’e giren Rus askerleri Alman kadınlarına, 70’li yıllarda Pakistan ordusu Bangladeşli kadınlara ve Amerikan ordusu Vietnam’daki savaşta benzer biçimde tecavüz kampları kurarak kadın kırımlarını sürdürdüler. 90’lı yıllarda Sırplar Bosnalı on binlerce kadına, Irak’ta Saddam rejimi Enfallerle Kürt ve Şii kadınlara tecavüz edilmesi, kaçırılmasıyla bu kırımı sürdürdüler. Ruanda, Liberya, Sierra Leone’deki iç savaşlarda yüzbinlerce kadın savaşan tarafların sistematik tecavüz ve kadın katliamına uğradı. Yakın tarihte DAİŞ’in Şengal, Irak ve Suriye’de, Boko Haram’ın Afrika’daki saldırılarında aynı yöntemlerle kadın kırımları gerçekleştirildi. Kuzey Suriye’ye saldıran Türk devleti ve ona bağlı çeteler Afrin’de ve işgal ettikleri bölgelerde bu uygulamaları sürdürmektedirler.
21.yüzyılda insan hakları, savaş hukuku gibi kavramların tümden devre dışı kaldığı, devletlerin birbirine savaş ilan etmelerine gerek kalmadan savaş teknolojisinin ve yapay zeka adı verilen insansız hava araçlarının, paramiliter çete ordularının, ekonomik krizlerin kullanıldığı yeni tip savaş ve sömürgecilik biçimleri geliştirilmektedir. Demografik değişim bu savaşlarda belirleyici bir rolün sahibidir. Binlerce yıldır yaşadıkları topraklarından edilen halkların yerine yerleştirilen farklı halklar yüzyıllara yayılacak yeni savaş ve çatışma zeminlerinin hazırlanmasını sağlar. Yerlerinden edilen mülteciler çok yönlü bir araç olarak sömürgeci ülkeler ve emperyalistlerce kullanılırlar. Resmi rakamlara göre dünyada 210 milyon insan mülteci kamplarında ya da mülteci olarak yaşamını sürdürmekte, bu rakam her geçen gün yükselmektedir. Mülteciler ucuz iş gücü, organ mafyalarının dadandığı zemin, fuhuş sektöründe çalıştırılacak kadın ve çocukların derlendiği bir potansiyel olarak işlev görürler. Kendi topraklarından ve toplumundan koparıldıklarından etnik, dini, kültürel kimlikleri asimilasyona uğrar. Göç yollarında bilinçli yöntemlerle katledilirler. Gittikleri ülkelerde vatandaşlar ve mülteciler biçimindeki ayrım derinleştirilerek, mültecilerin vatandaşlık hakkı alabilmesinin koşulları ağırlaştırılarak işsizliğin ve suçun kaynağı olarak gösterilirler. Bu nedenle milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi saldırıların hedefi olurlar. Suriye’deki savaştan kaçan göçmenlerin TC devleti tarafından kullanılma biçimi bunun en bariz örneklerinden biridir. Yapılan araştırmalara göre Suriyeli mültecilerin gittikleri ülkelerde çocuk yaşta evlilik oranı kadınlarda %51,3 oranındadır. Bu kadınların büyük bölümü evliliğin temel insani ihtiyaçları karşılamak amacıyla yapmakta. Bu nedenle ikinci ve üçüncü eş olmayı da kabul etmek durumunda kalmaktadırlar. Dünyanın birçok yerinde mülteci kadınların kimlik ve vatandaşlık elde edebilmede evliliği zorunlu bir yol olarak gördükleri ortaya çıkmıştır. İnsan hakları derneklerinin araştırmalarına göre kamplardaki kadınlar herhangi bir yere gittiklerinde taciz ve tecavüze uğrama riski taşımakta, kadınların %60’tan fazlası kendilerini güvende hissetmediklerini belirtmektedirler.
Bu aynı zamanda milliyetçiliğin, dinciliğin ve cinsiyetçiliğin beslendiği bir kaynak işlevi görmektedir. Çete örgütlemelerinin geliştirdiği terör eylemlerinin yarattığı korkuya dayalı olarak ulus devletler sınırlardaki sıkı önlemleri, güvenlik adı altında kendi vatandaşlarına dönük antidemokratik uygulamaları ve olağanüstü halleri meşrulaştırırlar. Yükseltilen milliyetçiliğin sonucunda birçok ülkede sağ iktidarların işbaşına gelmesinde mültecilerin durumu tehdit aracı olarak kullanılmaktadır.
2-Ekolojik kriz:
Son elli yılda endüstriyalizmin yıkıcı etkileri sadece insan yaşamını değil bir bütün canlı yaşamını tehdit eder bir karakter kazandı. Ekolojik dengenin bozulması nedeniyle birçok canlı türü ortadan kalkarken, iklim değişimi nedeniyle buzulların erimesi, kuraklık, su taşkınları ile her gün yeni felaketler ortaya çıkmakta, milyonlarca insan, hayvanlar ve bitki örtüsü bundan etkilenmektedir. Nefes alacak temiz hava, içme suları, sağlıklı gıda imkanları giderek azalmaktadır. Buna karşılık insan nüfusu giderek artmakta, kırsal alanlar tüketen devasa şehirler ekolojik krizi derinleştiren kar mantığı ile hastalıklı birer ur gibi büyümeye devam etmektedir.
Son elli yılda dünyanın nüfusu iki kattan daha fazla artarak 2020 Temmuz ayı itibari ile 7 milyar 800 bine ulaştı. 2050 yılında 11 milyara ulaşacağı tahmin ediliyor. Yapılan araştırmalara göre doğum oranlarında artış görülen bölgelerdeki hamileliklerin yarısına yakını ‘istenmeyen hamilelikler’ olarak kayıtlara geçmektedir. Kadınların çocuk doğurmaya mecbur bırakılması ya da zorlanmasının daha açık hale geldiği durumlarda bu ifade kullanılıyor olsa da toplumsal baskı, ulus devletlerin teşvikleri, cinsiyetçi yöntemlerle kadınların ikna edilmesi temelinde bir baskıdan söz etmek mümkündür. Nüfus artışı kendi başına ekolojik krizin kaynağı olmamakla birlikte ekolojik krizde en belirleyici etkenlerden birini oluşturuyor.
Kapitalist kar hırsı ve büyük nüfusların barınma ihtiyaçları betonlaşma, ormanlık alanların azalması ve şehirlerin enerji ihtiyacını karşılama amaçlı kullanılan ürünler ekolojik krizi derinleştirmektedir. Sadece 1990-2020 yılları arasında 420 milyon hektarlık alandaki ormanlar ortadan kaldırılmıştır. Dünyanın akciğerleri olarak bilinen Amazon ormanlarının benzer biçimde Kürdistan ve Türkiye’deki ormanlık alanların imara açılması ya da yakılmasında olduğu gibi ormansızlaştırma bir devlet politikasına dönüştürülmüştür.
Ekolojik krizin diğer önemli bir boyutu içme sularının tükenişidir. WHO ve UNICEF’in 2019 yılı verilerine göre 2,2 milyar insan güvenilir içme su hizmetlerine erişemediği gibi 4,2 milyar insan da güvenilir sağlık hizmetlerinden faydalanamıyor[2]. Su kıtlığının dünya nüfusunun %40’dan fazlasını etkilediği belirtilmektedir.
Sanayileşme, fosil yakıtların kullanımı sonucunda ortaya çıkan küresel ısınma her bölgeyi farklı şekilde etkilemekte, mevsim döngüleri değişmektedir. Doğal enerji kaynaklarından ziyade petrol, kömür gibi ürünlerin ve nükleer santrallerle giderilmeye çalışılan enerji ihtiyacı giderek artarken iklim krizi buna bağlı olarak derinleşmektedir. İklim krizi her bölgeyi farklı etkilemekle birlikte sonuçları oldukça yıkıcı olmaktadır. Kutup bölgelerindeki buzulların erime hızı bu yıl iki katına çıkarken, deniz seviyesinin yükselmesine bağlı olarak önümüzdeki beş yıl içerisinde Avrupa’nın batısında daha çok fırtına görüleceği Güney Afrika ve Avustralya’da ise 2024 normalden çok daha kurak geçeceği öngörülmektedir.
İklim değişikliği, kentleşme, artan nüfus, tarımsal kirlilik ve tarımda sanayileşmenin hedefleri doğrultusunda aşırı üretim ya da tüketim doğada biyolojik çeşitliliği olumsuz etkileyerek yaklaşık 1 milyon canlı türünü yok olma tehlikesiyle baş başa bıraktı. BM verilerine göre, bilinen her dört türden biri, gelecek 10 yıl içinde gezegenden silinme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Corona pandemisi ile ekolojik krizin boyutları daha görünür hale gelirken, salgın hastalıkların çeşitleri, etki düzeyleri ve yol açtıkları ölüm oranları da giderek artmaktadır. Bu artışta nüfus artışı, şehir yaşamının sağlıksızlığı, iklim değişikliği, hala detayları bilinmeyen bazı teknolojik denemeler, yeni yerleşim yerleri açma planları sonucu daha önce temasta bulunulmayan hayvanların yaşam alanlarından gelen genlerin mutasyona uğramasına kadar birçok neden sayılabilir.
İklim krizinin sonuçları tüm dünyayı etkilerken en yıkıcı etkisini ise kadınlar yaşamaktadır. 141 ülkede yapılan araştırmaya göre iklim değişikliği ve doğal felaketlerde kadın ölüm oranları daha fazladır. 1991 yılında Bangladeş’te yaşanan kasırgada yüzme bilmedikleri ve çocuklarını kurtarmaya çalıştıklarından dolayı yaşamlarını yitirenlerin yüzde 90’nın kadın olması buna verilecek çarpıcı bir örnek niteliğindedir. Hindistan ve Afrika’da kuraklık kadınların yaşamlarını erkeklerden daha fazla etkilemektedir. Suya ulaşmak için saatlerce yürümek zorunda kalan kadınlar birçok saldırı ile karşı karşıya kalabilmekte, iş yükleri ağırlaştığı, hijyen koşulları olmadığı için ciddi sağlık sorunları oluşmaktadır. İklim krizi yüzünden göç̧ etmek zorunda kalanların %80’ini kadınlar oluşturmaktadır. Kadınların doğal felaketlerde ölme olasılığının erkeklerden 14 kat daha fazla olduğu görülmüştür. 2004 yılındaki tsunami sonrasında Sri Lanka, Endonezya ve Hindistan’da hayatta kalan erkeklerin sayısı 1/3 oranında kadınlardan fazla olduğu ortaya koyuldu. Afetlerin yaşandığı bölgelerde kadınlara yönelik şiddet artmakta, taciz-tecavüz olayları artmaktadır. Borçlarından, yaşayacak ekonomik imkanları olmadığından ya da insan ticareti yapan mafyaların kurduğu şebekeler aracılığıyla afet yaşanmış bölgelerde kadın ve çocuk ticareti de artmaktadır.
3-Ekonomik kriz:
Temel ekonomik faaliyetlerin tekelleştirilmesi, fiyatlarla oynayarak, devasa işsizler ordusuyla finans kapital tekeli ekonomik krizi derinleştirmektedir. Kapitalizmin gelişimine paralel biçimde sermayenin belirli yerlerde ve ellerde katlanarak büyümesine karşılık yoksulluk kitleselleşmekte, açlık ve işsizlik oranları artmaktadır. Dünyadaki en zengin 42 kişinin mal varlığı, dünya nüfusunun %50’sine tekabül eden 3,6 milyar insanla eşittir; en zengin 10 ülkenin geliri de en fakir 10 ülke gelirinin tam 77 katıdır. Yoksulluğun kadın yüzü ise 70’li yıllardan bu yana literatüre giren ‘yoksulların yoksulu kadın’ ya da ‘yoksulluğun kadınlaşması’ kavramları ile tanımlanmaktadır. Kadınlar dünyadaki toplam işgücünün 2/3’ü oluşturdukları, günlük çalışma süreleri bakımından erkeklerden %25 daha fazla çalıştıkları ve dünyadaki toplam gıdanın yarısını ürettikleri halde, gelirleri dünya gelirinin yalnızca %10’u kadardır. Dünyadaki yoksulların %70’ini kadınlar oluşturmaktadır. Dünyada 876 milyon insan okuma yazma bilmemekte ve bunun üçte ikisini kadınlar oluşturmaktadır. Kadınların yüksek gelir getiren işlerde çalışma imkanları daha azdır. Okul okumamış olmak ve aile, çocuk bakımı, toplumsal rollerin yarattığı kısıtlayıcılık kadar kadınların çalışması tercih edilen alanlar da bu karakterdedir. Tarım ve çiftçilikle geçinilen bölgelerde üretimin %60-80’nini kadınlar yapmasına rağmen tarım topraklarının %10’undan daha azı kadınlara aittir. Türkiye’deki tarım sektöründe de benzer bir tablo yaşanmaktadır. Büyük bölümü kadın emeğine dayanan tarım sektöründe çalışan kadınların %90’ı güvencesiz ve sigortasız çalışmaktadır. Kürdistan’dan gelip tarlalarda çalışan kadınların maruz kaldıkları ayrımcılık, şiddet, taciz olayları ve Önderliğimizin öfke ve hayıflanma ile dile getirdiği trafik kazaları sonucu traktör kasalarında ölmeleri ise kadın emeğinin sömürüsünün boyutlarını ortaya koyar.
Yeni tarzda sömürgecilik biçimlerinin hedefinde üçüncü dünya ülkeleri ve kadın emeği bulunmaktadır. Kadınların çalışma alanlarının büyük bölümünün gelir seviyesinin düşük olduğu, güvencesiz çalışıldığı ortaya çıkmaktadır. Asya ülkelerinde kadınların çalışma hayatına katılımı konusundaki göstergeler bu tabloyu görünür kılmaktadır. Küresel Cinsiyet Uçurumu Raporunda son 10 yıldır sürekli gerileyen Çin’de kadınların iş gücüne katılım oranı yaklaşık %69 olmakla birlikte kıdemli ve yönetici pozisyonların yalnızca yüzde 17’sinde yer bulabiliyorlar. Teknik ve mesleki işçilerin yüzde 52’si kadınlardan oluşmasına rağmen özellikle vasıflı çalışan aranan iş ilanlarının çoğunda “sadece erkekler” ya da “tercihen erkekler” ibaresi kullanılmaktadır. Hindistan’da aynı işi yapmalarına rağmen kadınlar erkeklerin %65’i kadar ücret alabiliyor.
Esnek çalışma adı altında geleneksel rollerini sürdürmelerini garantileyecek tarzda işlerde istihdam edilmektedirler. Kadınların ekonomiye katılım biçimlerinin evdeki işlerin devamı olan hizmetçilik, temizlikçilik, el işi, dikiş atölyeleri, hasta ve çocuk bakımı, eğlence sektörü, ticaret alanında reklam ve pazarlama malzemesi olarak kullanılması emek sömürüsünün yeni biçimleridir. Konfeksiyon sektörü Bangladeş, Hindistan, Pakistan, Vietnam, Güney Kore, Mısır, Ürdün, Fas ve Türkiye’de her yıl milyonlarca dolar kar elde ederken büyük bölümünü kadınların oluşturduğu işçiler ise insanlık dışı koşullarda çalışmaktalar. Uzun çalışma saatleri, sağlıksız ve temiz olmayan çalışma mekanları, taciz ve tecavüz oranlarının yüksekliği, sigortasız ve ucuza çalıştırma bu sektörde çalışmak zorunda kalan kadınların ruhsal ve fiziksel sağlığını olumsuz etkilemektedir. Türkiye’de resmi rakamlara göre bu sektörde yaklaşık iki milyon kişi çalışmakta ve bunun yarısından fazlasını kadınlar oluşturmaktadır. Büyük oranda Kürdistan’dan göç edenlerin ve çoğunlukla da çok genç yaştaki kadınların istihdam edildiği bu alanlar asimilasyon ve yozlaşmada özel savaş alanı gibi değerlendirilmektedir. Suriye’den gelen mülteci kadınlar ise daha kötü koşullarda ve daha az para ile çalışmak zorundadırlar.
Kadınların gelir düzeyi ile erkeklerin gelir düzeyi arasındaki uçurumu ortaya koyan Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Endeksi 2018 Raporu’na göre kadın erkek arasında ekonomik alanda eşitliğin sağlanması için gereken süre 202 yıldır. Üstelik bu raporlar ve veriler çoğunlukla gerçekliğin sadece sınırlı bir kısmını ifade etmekte gerçek oranlar daha büyük uçurumlara işaret eder. Daha çok kadınların yer aldığı geçimlik, kullanıma dayalı ekonominin yerine pazara ve değişim değerine, finans sektörüne dayalı ekonomik sistemden en büyük zararı kadınlar görmektedir.
3-Kadın kırımı:
Sistemin kriz oluşturduğu tüm alanlar aynı zamanda kadın kırımına da yol açarken hegemonik temelde inşa edilmiş kadın erkek ilişkisi de adeta kadınlara dönük ilan edilmiş bir savaşa dönüşmüştür. Tüm iktidar ilişkilerinin, militarizmin, milliyetçiliğin erkek egemenliğinden kaynaklanıyor olmasından dolayı bu sorunların kadınlar üzerinden derinleşmemesi düşünülemez. Ataerkil baskı sistemlerine eklenen ve onu derinleştiren kapitalist sömürü düzeni daha incelmiş ve çeşitlenmiş yöntem ve araçlarla kadını ‘metaların kraliçesi’ haline getirmiştir.
Kapitalizmin kadın üzerindeki geleneksel baskı sistemlerini ortadan kaldırarak kadınların özgürleşmesine yol açtığı söyleminin gerisindeki bu metalaştırmanın biçimlerinin açığa çıkarılması önemlidir. Oy hakkı mücadelesinden, eşit işe eşit ücret, boşanma, kürtaj, miras ve çocukların velayeti gibi hukuki haklara kadar birçok kazanım kadınların kıran kırana mücadelesi ve bedellerle elde edilmiştir. Ancak kapitalizm kadınların birey olma, ekonomik özgürlük, kadın bedenini denetleyen geleneklere karşı mücadelesini kadın enerjisi ve bedeninin piyasalaştırılmasında suistimal etmiştir. Doğanın, emeğin, insanın metalaştırılma süreçleri her zaman şiddet yöntemleri ile gerçekleştirildiğinden kadının metalaştırılması da şiddet yöntemleriyle gerçekleştirilir.
Fiziki, ekonomik şiddet yöntemlerine, kültür endüstrisi ve medyanın eşlik ettiği yeni şiddet biçimleri eklenmektedir. Kadınları kendi bedenleri ile sorunlu hale getiren reklamlar, diziler, filmler aracılığıyla kadınlar yoğun bir psikolojik şiddete maruz kalmaktadırlar. Kapitalist güzellik standartlarıyla kadınların ten renkleri, göz yapıları, kiloları, yaşları, boyları, saçları, burun şekillerine kadar her zerresini sorunlu ilan etmektedir. Asya ülkelerinde neredeyse ırksal özellikleri olan göz ve çene yapısını yok etmeye varacak düzeyde estetik ameliyatlar yapılmaktadır. Ortadoğu’da burun estetiği oranlarında patlama yaşanmaktadır. Yaşlanma etkilerini ortadan kaldırma adı altında bedene zarar veren, insanların mizaçlarını değiştiren müdahaleler giderek yaygınlaşmaktadır. Üstelik sadece gelir düzeyi yüksek olan kesimler değil, orta düzeyde ya da daha az gelir sahibi olmalarına rağmen kredi çekerek, borçlanarak ya da farklı alanlardan kısıtlamalar yaparak kadınların bedenlerine yatırım yapması teşvik edilmektedir. Pornografi, moda, kozmetik, estetik cerrahi sektörlerindeki yükseliş kadınlara yönelik şiddetin başka bir alanı olarak hem sisteme muazzam kazançlar sağlamakta hem de yeni tarzda metalaştırma araçları ve kadın kırım yöntemleri olarak işlev görmektedirler. 2018’de güzelleşmek uğruna yapılan estetik ameliyatların pazar payı 10 milyar dolar olarak hesaplanmıştır ve bu rakam her geçen gün giderek artmaktadır. Kadınların kendi imkanları ile hazırlayabildiği kozmetik ve bakım ürünleri artık dünyada büyük sektör haline gelerek yine en fazla kadınları hem metalaştıran hem de tüketici ve müşteri haline getirmektedir. Daha önce lüks tüketim olarak görülen bu alan medya aracılığıyla artık bir ihtiyaç haline getirilerek 2018’de tüm dünyada 460 milyar dolar hacme sahip sektörün 2020 itibariyle 675 milyar dolara ulaşması beklenmektedir. Erkekler için üretilen ürünler ve talep artmakla birlikte bu alandaki asıl tüketiciler kadınlar ve bu sektör dünya çapında her yıl %10’luk oranda büyümektedir. Fuhuş ve pornografi internetin gelişimi ile giderek daha yaygınlık kazandığı gibi dünya çapında büyük bölümünü kadın ve çocukların oluşturduğu 42 milyon kişinin bu alanda çalıştığı, çalışmak zorunda bırakıldığı ya da zorla çalıştırıldığı tahmin edilmektedir. Tüm dünyada fuhuş sektörünün pazar payı 100 milyar doların üzerindedir. Pornografi endüstrisinden yılda 12 milyar dolar elde edilmektedir. İnternet pornografi endüstrisi yıllık 2,5 milyar dolar gelir sağlamaktadır. İngiliz kadın hakları savunucusu Robin Morgan’ın ‘pornografi teori, tecavüz pratiktir’ belirlemesi bu sektörlerin toplumu yozlaştırma ve kadın kırımındaki rolünü açıkça ortaya koyar. Giderek daha küçük yaşta ve daha yaygınlaşan biçimde pornografinin yarattığı etkiyle kadınlara dönük saldırıları, kadınların aşağılanmasının düşünsel yapısı oluşturulmaktadır.
Kadın kırımının diğer yöntemleri de kürtaj yasakları, küçük yaşta evlenmenin suç olmaktan çıkarılması, çok sayıda kadınla evliliğin meşrulaştırmasıyla sürdürülmektedir. Son yirmi yılda devletlerin bu yönlü politikalarındaki ortaklık kapitalizmin geleneksel ataerkil kurumlara duyduğu ihtiyacın göstergeleridir. Kadınların yoğun mücadelesi ile elde edilen kürtaj hakkı özellikle sağ iktidarların politik argümanlarından biri durumunda. Mevcut durumda dünyada 73 ülkede serbest olan kürtaj, 58 ülkede yasaktır. Yasağın yol açtığı temel sorun kadınların kürtaj yaptıramamasından ziyade kötü koşullarda ya da kendi kendilerine yaptıkları kürtajlarla sakatlık, ölüm ve hastalık oranlarının artmasıdır. Dünya sağlık örgütünün yaptığı açıklamalara göre 2010-2014 yılları arasında her dört hamilelikten biri kürtajla sonlandırılmıştır. 2018’de yayınlanan bir rapora göre dünya çapındaki gebeliğe son verme uygulamalarının yüzde 45’i güvenli olmayan kürtaj olarak addediliyor; her yıl 7 milyon kadın sağlıksız kürtaj uygulamaları nedeniyle hastanelere başvurmakta bunların 22 binden fazlası hayatını kaybetmektedir. Afrika, Asya, Latin Amerika ölüm oranlarının en yüksek olduğu yerlerdir. Küçük yaşta evlilik de kadın kırımının başka bir biçimi olarak devam etmektedir. Her yıl 12 milyon kadının 18 yaşına basmadan evlendirildiği, küçük yaşta evlendirilenlerin onda dokuzunun kadınlar olduğu ortaya konulmaktadır.
Son yıllarda daha da görünür hale gelen kadın kırımı ise kadınların ilişki içinde oldukları erkekler tarafından katledilmeleridir. Erkek egemen ideolojinin şekillendirdiği aile ve kadın-erkek ilişkisindeki kriz olarak yansıyan bu durum bir savaş bilançosunu andıran düzeylere ulaşmıştır. BM’nin yayınladığı verilere göre sadece 2017 yılında kendi yaşamları hakkında karar aldıkları için kocası, sevgilisi, kardeşi ya da aileden bir birey tarafından öldürülen kadın sayısı 50.000 civarıdır. Üstelik bunlar sadece kayıtlara geçen rakamları ifade etmektedir. Bir savaş bilançosu olacak sayıda ölümün nedeni aşk, sevgili, evlilik, aile adı altındaki kadın erkek ilişkilerinin sonucudur. Kadınları öldüren, tecavüz eden, şiddet uygulayan erkeklerin devlet hukuku ile korunmaları erkek egemenliği ile devletler arasındaki varoluşsal bağın bir diğer ifadesidir. Corona pandemisi sürecinde ve günlük olarak kadınlara yönelen şiddet, taciz ve tecavüz rakamları her geçen gün katlanarak artmakta ortalama düzeyde kadınların evlerde uğradığı şiddet oranları dünyanın birçok ülkesinde %25 ile %40 arasında değişen oranlarda artmıştır. BM kadın komisyonunun Nisan 2020’de yayınladığı rapora göre dünya genelinde 15-49 yaş arası 243 milyon kadın hem cinsel hem de fiziksel şiddete maruz kalmıştır.
Kapitalist sistemin ama esasta 5000 yıllık erkek egemen uygarlığın krizlerinin yoğunlaştırdığı sorunlar geçen yüzyıllarda emek sömürüsünün yol açtığı yoksulluk, ezilen ve sömürgeleştirilen halkların sorunları ve demokratikleşme biçiminde yansımaktaydı. Kadın özgürlük sorunu, ekolojik sorunlar ise bu temel sorunlarla bağlantılı çözümlenecek konular olarak görülürdü. Ancak finans kapital dönemiyle birlikte yoksulluk, kültürel, dini etnik kimlik sorunları ve demokratikleşme sorunları daha da derinleşirken ekolojik kriz, kadın kırımı ve hepsinin zirvesi olan toplum kırımından bahseder durumdayız. Ekolojik kriz birinci doğayı geri döndürülemez yıkımlarla karşı karşıya bırakırken, kadın kırımı ve toplum kırım ikinci doğayı mümkün kılan ahlaki-politik yapıyı ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Rêber Apo bunu toplumsal sorunlardan daha ağır durum olan toplumkırım olarak tanımlar. Toplumun varoluşunu mümkün kılan dokuların tahribi çağın filozoflarının deyimiyle esasta “insanın ölümü”dür. Rêber Apo toplumkırımın yürütülüş tarzını ve sonuçlarını şu sözlerle ifade eder; “Toplumkırımı iki yolla yürütür. Birinci yol, ulus-devlet ideolojisi ve iktidar kurumlaşmasıyla kendisini toplumun tüm gözeneklerine kadar militarizm ve savaş olarak dayatmak… İkincisi, 20. yüzyılın ikinci yarısında patlama yapan ‘medya ve bilişim’ devrimiyle birlikte yaratılan sanal toplumu hakiki toplum yerine geçirmektir. Son yarım yüzyılda toplumlar bu ikinci savaş biçimiyle başarıyla yönetilmektedir…Toplum sadece sorunlarla değil, kırımla karşı karşıyadır. Eskinin daha sınırlı uygulanan soykırımlarıyla birlikte, bu yeni toplumkırımlar daha yoğun ve sürekli halleriyle toplumsal doğanın sonunu hazırlamaktadır. Belki insan türüne benzeyen yaratıklar var olmaya devam eder: Ama sürü kitle, faşizm kitlesi olarak…En ağır toplumsal ve ekolojik felaketlerde bile sorumluluk duymayan insan yığınları bu gerçeği kanıtlar. Bunalım ve kriz ötesi bir durumun yaşandığı inkâr edilemez.”[3]
Sistemsel bunalımın derinleşerek kapitalizmin sonunu getireceğini öngörmek toplum kırımın sonuçlarını doğru tahlil edememek olur. Bu açıdan kapitalist modernitenin derinleştiği toplumsal yapılar sistemin alternatifinin gelişme imkanlarını büyük oranda kaybeden alanlardır. Sistem karşıtı mücadele ve alternatif sistemin kapitalist kültürün en az zarar verdiği alanlardan gelişme ihtimali daha yüksektir.
[1] Ortadoğu Savunması
[2] Birleşmiş Milletler (2019). “Water Related Challenges” https://www.un.org/en/sections/issues-depth/water/
[3] Özgürlük Sosyolojisi