Tekoşin Ozan
Lice’de karakol protestosunda yaşanan olayları ve Gever’de halkın dağlardaki karakollara karşı kararlılıkla yürümesini TV’den izlerken bu varoluşsal direnişin sadece güncel gelişmelerle bağlantılı olamayacağını düşündüm. Toplumsal bilinçaltında çok fazla yaşanmışlık var. Eminim her Kürdistanlı kendine karakolların zihninde nasıl yer ettiğini sorarsa acı, korku, isyan duygularıyla karşı karşıya kalacaktır.
Önce kendimden başlayayım. Hafızamda askerler ve karakollar hem kadınlığımın hem de Kürt kimliğimin oluşmasında en etkili faktörlerdendir. Çelişki, korku, öfke, utanma, kaçma ve yabancılıklarla yüklü. Çevremdeki bütün erkekler askere gidiyor olmasına ve ömür billah asker anılarını anlatmalarına rağmen hiçbir zaman askerleri bizden görmedim. Çevremdeki insanlarında gördüğünü görmedim. Aslında hafızam ben doğmadan önce oluşmaya başlamıştı. Ben doğduğumda böyle düşünmeye başlamıştım, yaşarken bu düşünce ve duygular derinleşti. Karakolların kendine bile itiraf edilemeyen ama herkesin bildiği bir anlamı vardı. Düşmandı karakollar. Askerler anılarımızın düşmanıydı. Varlığımıza hiç saygısı olmayan, bizim dilimizi bilmeyen, hor gören, ibreti alem olsun diye vahşice öldüren, soğuk, insanlıktan nasiplenmemiş adamlardı askerler. Yüz yıl bile geçse çocuklarına bu gerçeği dolaylı, sessizce anlatırdı bizim oranın insanları.
Karakol ve askerler Kürdistan’da devlet demekti. En yalın haliyle devlet; karakoldu-askerdi. Benim hafızamda devlet, yakınlarımı kaybetmemin sebebiydi. Babaannemi hiç tanıyamamama neden olmuş, zulümden kaçarken sınırların dışında bir yerde yitirilmesine yol açmıştı. Asker, büyük amcamı bütün köylülerin toplandığı köy meydanında ayaklarından asarak işkenceyle öldüren ceberuttu. Büyük halamın doğum yaptığı esnada gerçekleşen bu olay, halamın kanlar içerisinde komutanın ayaklarına sarılıp kardeşini kurtarmak için yalvarmasının nedeniydi ve topraklarından kaçmanın, sürülmenin adıydı. Devlet, babamın elli yıldır sakladığı Arapça harflerle yazılmış, anlamadığım ama idam fermanı olduğunu bildiğim belgeyle örtüşmüştü hafızamda. Devlete yenilmiş bir ailenin ferdi olarak en derin hissettiğim duygu; kendine saklanmış nefret ile boyun eğmişliğin yarattığı ezikliğin karışımıdır. Bir yanı isyan bir yanı teslimiyet olan parçalanmış gerçeklikler içerisinde büyüdüm birçok Kürdistanlı kadın ve erkek gibi.
Gerisi sinmişlik, suskunluk ve geceleri sobaların çevresinde kurulan sessiz çemberlerde anlatılan acılı anılardı… Bu da bir umuttu, gizli bir intikamdı herhalde. Biz zalim karakollarla baş edemedik belki bu küçük çocuklar neler yaşandığını bilerek gelecekte bir şeyler yapabilir diye. Bu nedenle olsa gerek unutmak en büyük ayıptı. Karakolun askerin ne yaptığını, başımıza neler geldiğini unutmak küfürdü adeta. Dostunu düşmanını tanımamak en büyük cahillikti.
Zaten Kürdistan’da kişi unutsa bile asker unutturmuyordu zulmünü. Mesela Nusaybin’de ki Bagok katliamı ardından yaşananlar geçmişi unutmak bir yana hafıza da taşınması zor acıların taşmasına yol açmıştı. Bellekte toplananlar taşınamaz düzeye gelince taşıyor. Taşınca hafızadaki bütün birikmişlikler akıyor. Bagok’ta şehit düşen arkadaşların cenazesi karakola getirilmeden önce Nusaybin halkının karakolda toplanması söylemişti. Sadece erkekler gitmişti karakola. Kadınlar için çok tehlikeliydi karakollar. Toplanan kalabalığın önüne helikopterlerden arkadaşların cenazeleri atılmıştı bir bir. Çoğu bu cenazelerin kime ait olduğunu bilmiyordu. Halkın çoğu PKK’lilerin canlısını göremeden önce cenazelerini görmüştü. Ama belli ki Kürt’tü bunlar, bir zamanlar kendileri gibi boyun eğmeyenlerdendiler. Bir anda bilinçaltına itilmiş bütün gerçekleri açığa çıkmıştı. Dayımın evde olayı bize anlatırken yüzüne sinmiş olan acıyı bir daha hiç unutmadım. Sanki o helikopterden kendi cenazesi atılmıştı. Korku değil keder ve nefret vardı gözlerinde. Hele Ayten arkadaşın bekaret kontrolünün tüm insanların gözü önünde yapılması insanların ruh halini tamamen değiştirmişti. Bir yandan bu saygısızlığa büyük bir öfke vardı diğer taraftan Ayten arkadaşın bakire olması çıkması utandırmıştı herkesi. Erkekliklerinden utanmışlardı. Bunlar bütün varlığıyla özgürlük için yaşıyorlar dedirtmişti bu olay. Kendi namus anlayışlarının kısırlığı ile karşı karşıya gelmişlerdi. Nusaybin karakolunda başta Ayten arkadaş olmak üzere Bagok şehitlerinin cenazeleri onuru, teslim olmamayı, özgürlüğün her şeyden daha değerli olduğunu anlatmıştı. Karakollar bir kez daha ve çok daha güçlü olarak düşman olmuş, direnen insanlarımız onurumuz olmuştu. Bir daha asla bastırılamayacak bir başkaldırı süreci gelişti bundan sonra. İnsanlar bugün çevrelerinde karakol ve asker istemiyorlarsa bu anlattıklarımdan bin kat fazlasını belleklerinde tanıdıklarındandır. Evleri, hayvanları, bağ-bahçeleri-tarla-ağaçları, güzel anıları, hayatlarının anlamı yani köyleriyle özdeşleşmiş olan her şeyleri gözlerinin önünde yakılmasındandır, yakınları karakollara çağırılıp asit kuyularına atılan insanlarımızın bu gerçeği çok canlı yaşıyor olmasındandır. Onur kaymazın, Ceylan Önkol’un, Roboski gençlerinin annelerinin ciğerinin yandığındandır. Başta da belirttiğim gibi her Kürdistanlı’nın hafızasında o kadar çok birikmiş acı var ki! Bu insanlar hiçbir şey olmamış gibi karakollarla iç içe yaşayamaz. Bu kadar acıyı temsil eden karakollarla yan yana yaşamak hiçbir şey olmasa bile sırf bu geçmişten dolayı da olsa zulümdür, insanlık dışıdır.
Bir de karakollar karşısında kadın olmak var. Devletin denetiminde yaşayan kadınlar olmak var. Devletin Kürt kadınlarına yaklaşımı toplumsal cinsiyetçiliği canlı tutma, taciz, tecavüz kültürünü besleme biçimindedir. Rastgele değil, bir devlet politikasıdır. Daha ergenlik çağında karakolların önünden geçerken yaşadığım sözlü sataşmaların sadece bana yönelik olmadığını, bütün kızların askerlerin laf atmalarından, göz baskılarından köşe bucak kaçarak sakındığını fark etmiştim. Askerler kızlara tacizde bulunurken, diğer erkeklerin kızları korumak adına namus anlayışı derinleşiyordu. Taciz tecavüz politikası, namusun kadın etrafında örülmesini sağlıyordu. Bir kırılma noktası, toplumu kontrol etme noktası oldu. Şex Said isyanının erken doğum yapmasını da sağlayan benzer bir durum değil mi zaten. Günümüz de bu politika devam ediyor. Askerlik abartılmış erkekliğin merkezi olarak tecavüz olaylarının, fuhuşun, kadına karşı şiddetin ve namus anlayışının da merkezidir. Hareketimize karşı genç kızların tecavüzle düşürülüp ajanlaştırılması çokça yaşanan olaylar. Van, Mardin, Batman, Gever, Siirt’te yaşanan tecavüz olaylarında karakolların ve devletin diğer kurumlarının çok temel bir rolü vardı. En son Bingöl’de subayların bir kız çocuğuna uzun süre tecavüz etmelerine rağmen serbest bırakılmaları karakolların kadın düşmanı karakterinin bir devlet politikası olduğunun somut ifadesi oldu. Kürdistan’da karakolların ve devletin kadın yaklaşımı deyince aklıma hep Alparslan’ın bir sözü gelir. 1000’li yıllarda Alparslan Bağdat’a doğru ilerlerken Abbasi halifesine haber göndererek kızını ister. Daha halifenin bulunduğu Bağdat’ı ele geçirmemiştir. Halife kızını vermez. Alparslan Bağdat’ı da ele geçirir ve tekrar ister kızını. Halife yine vermeyince Alparslan şöyle der; “ Yaşadığın bütün toprakları ve sarayını ele geçirdikten sonra kızına namusun olarak sarılmanın bir anlamı yok. Bundan sonra bütün toprakların gibi kızının bacak arası da benimdir”. Ülkesi egemenlik altında olan kadınların her an her boyutlu olarak tecavüz kültürüyle yaşadığını bundan daha iyi anlatan bir olay yoktur herhalde. İnsanın kanını donduran bu gerçeklik, örtülü olarak aslında günlük olarak devam ediyor.
Daha niye karşı durulmasın karakollara. Tabi ki başta kadınlar olmak üzere herkes bütün gücüyle kadınlığı adına, Kürt varlığını korumak adına, insan olmak adına direnmelidir Kürdistan’daki karakol gerçeğine. Karakolların ülkeyi ve halkı koruduğu yalanını herkes kendi gerçeğinden bildiğine göre özgür yaşamı inşa etmek için karakolsuz-devletsiz toplum gerçeğine ulaşmak hedefiyle öz örgütlenme mekanizmalarının kurulması önemlidir.