Roza Amed
Hep bir şeyler bırakmak istemişizdir ardımızdan. Öyledir ya; kalanlar bizi anlatacak, ifade edecek iyisiyle kötüsüyle. Durmadan bir şeyleri keşfedip ardı sıra kendi ardında bırakmak için bir koşturmaca içinde olmuşuz. Hep de bulduklarımızı keşfettiklerimizi beğenmemiş daha iyileri ve en iyileri için tekrar yollara düşmüşüzdür. Oysa ne güzel anlatıyor, bizden öncekilerin arda kalan kılamları, çirokları, helbestleri yaşanılanları… Bazıları, söylene gele bize ulaşmış, bazıları sürgünlerden, isyanlardan, katliamlardan nasibini alarak ucu yırtılmış yarı anlaşılır, silinmiş haliyle bize ulaşmış. Onlar yaşamış olduklarını, kendilerine ait olanları bize bırakmışlar.
Acılarıyla, sevgileriyle, umutlarıyla…
Savaşlarıyla, destansı direnişleriyle, bir olmuş yaşamları ve dillerinden akmış tarihe.
Bazılarında ağıtlar ard arda dizilmiş…
Bazılarında ise coşkularını zaferlerini anlatmış zılgıtlarla.
Bazılarında gidip gelmeyen cengâverler yiğitler olmuş, dillerde dolaşan…
Bazılarında ise birbirine kavuşamayan sevdalılar, âşıklar olmuş…
Oysa ne güzel anlatırlar yaşadıklarını, dinleyince sen de her duyguyu, her anı onlarla yaşarsın ve onlardan oluverirsin farkına varmadan. Ki onlar; yalın gerçek, yaşamdan kalan tarihin kalıntıları ardıllarıdır…
İşte o canlı kalıntılardan biridir beni bu yazıyı yazmaya götüren. Tüm yaşanmışlıkların bir bileşkesiymiş gibi hep hafızamda kalmıştır o yaşlı bilge kadın. Karlı yağmurlu geçen gündüzlerin uzun gecelerinde hafif titrek loş ışıklı bir gaz lambasıyla aydınlanan küçük bir odadaki kadının fısıltılı sesidir hatırımda kalan. Çoğu zaman adını bile hatırlayamadığım, sanırım annemin akrabası olan yaşlı kadının dizlerine başımı koyarak geçirmişimdir o masal gibi gece-gündüzleri. O kadın benim için bilinmeyenlere, geçmişlere yaşanılıp-anlatılmayanlara açılan kapımdı.
O evde olduğunda akşamı sabırsızlıkla bekler, geceyi iple çekerdim. Ve akşam olur, yemekler yenilir daha sonra hiç kimsenin gitmediği diyarlara ve unutulmaya yüz tutmuş zamanlara gitmek için yavaş yavaş odada yaşlı kadının etrafına üşüşürdük kardeşlerimle. O uzaklara dalarak başlardı anlatmaya. O anlatırken, tarih bile dinlemeye koyulurdu. O’nun anlattıkları bize anlatılan, öğretilen tarihin sayfalarına hiç düşmemişti! Uzak seslerde kalan bu gerçeklik karşısında tarih; onun, onların karşısında suçluydu…
O loş ışıkta kadının bakışları, yine odanın sıcaklığı için yakılan odunların çıtırtılarıyla bir olan sesi, bizi hep büyülemişti. Ve o zamanları her hatırladığımda yeniden büyülenirim. O yaşlı kadın, geçmişte yaşananların bir parçasıydı. Sanki bunları bize yarınlara bir iz bırakmak için anlatıyordu durmadan. Ondan öncekiler ne anlatacakları bir dil bulmuştu başkalarına göre, ne de onları görebilecek yanlarına gidecek başka diyarlar bulmuşlardı. O yurtsuz ve dilsiz sanılan dağlıların ne dilleri duyulmuş ne de yaşamları bilinmişti. Bir daha dilsiz kalmasın ve yerleri bilinmesin diye her seferinde başka birilerini ve bir şeyleri anlatıyordu. Çoğunlukla söylediklerinin anlaşılmayan bir dil olarak hep dinlenilmeyişini vurgulardı. Hep başka diller onlara ait görülmüştü hiç bilmedikleri duymadıkları diller…
Bu yüzden kendi içlerinde kalmıştı yaşadıkları ve kendi içleri, dünyaları olmuştu. Ya hov(vahşi) ya da baş edilemeyen varlıklar, dağlılar olarak tanımlamışlardı onları. Tanrıların bile uğramadığı diyarlarda yaşamlarının sürdürücüleri olmuşlardı. İşte bu kadın da onlardan biriydi…
Tarihin resmi kayıtlarına düşen masallarda başkahraman hep bir erkek olurdu. Anılarımı karıştırırken garip gelen şey ise yazılanların aksine kadınlar, efsanelerinin başkahramanıydı. Söylendiği gibi onlar savaş nedeni olmamışlardı, tam tersine her tarafa saldıran ve her yeri kendi hükmüne almak isteyen erkeklerin savaşına son vermek için savaşmışlardı. Barışa, huzurlu bir ortama kavuşmak için atmışlardı başlarındaki örtüleri, onlara isyan edercesine. Onlar en ağır günlere göğüs germiş, nasırlı elleri her şeye tanıklık eden yürekleriyle yok sayılmalarına karşın var olmak için savaşmışlardı.
Yaşlı kadının bize anlattığı hikayelerin hemen hepsinde cesaretlerinin yanında bir de dillere destan o kadınların güzellikleri yer edinmişti. Anlattığı hikâyelerden bir tanesini hiç unutmam, orada kadını şöyle betimliyordu; güzelliğini aydan almış gibi, saçları çil kezî (kırk örük) birazı öne sarkmış perçemleriyle saçları arkadan sallanıyordu. Tıpkı bir Selvi ağacının dallarının rüzgârda sallanması gibi. Cesaretle yaşama yürüyüşünü, bakışlarının keskinliğini, ilkeleri uğruna ölümlere gidip gelişleri…
Anlattığı her hikâyede aslında bize yazıya geçmemiş tarihimizin bir parçasını aktarıyordu. O gerçek bizim bir parçamız olduğundandır ki; büyük bir tutkuyla dinlerdik o sözleri. Fısıltı halinde geceye yayılmış sözlerini unutmak yerine büyüttük, uzak düşlerimizde. Zaman, o uzak düşlerimizi yakınlaştırma zamanı neden olmasın ki?..
Bugün de yaşananlara dayatılanlara karşı savaşıyorlardı… Bir tek başlarındaki örtüleri atmıyor, kendi öz yaşamları uğuruna savaşıyor ve biliyorlar ki mücadeleleri köklerini anlatılan o masallardan alır.
Yine kadınlar hikâyelerimin başkahramanı oluveriyor… Hiç bitmeyen, her zaman devam edecek hikayeler oluyor… Çünkü o hikâyeler, yaşamın kendisi olarak akıyor zamanlara.
O fısıltı halinde uzak düşlerimizde büyüttüğümüz masallar Zilan, Sema, Gulan ve daha nice yiğit kadınlarda can buluyor, bugünümüz oluyor. İçimizde eksik kalan parçalarımızdan biri tamamlanıyor.