İslamiyet Ortadoğu’daki üçüncü büyük çıkış olarak… rolünü oynadıktan sonra, tarih adeta unutulmaya yüz tutacak, diğer bir deyişle lanete ve ihanete uğrayarak terk edilecektir. Bu hazin, ama anlaşılır bir sonuçtur. Hz. Muhammed’in son peygamber olma kehaneti anlamlıdır. Yine mahşerde dirilme ve Muhammed’in şefaat için ortaya çıkması bununla ilgilidir.
Çok sevilmiş bir toprağın nadasa terk edilmesi de bazen gereklidir. Çürümüş bir ağacın yerine yenisini dikmek gerekir. Çok kullanılan, eskir. Çöldeki patlamayla zaten başka değer üretecek toprak kalmamıştır. Uygarlığın tüm verileri ortaya çıkmış, toprağın emilecek tüm gücünü emmişlerdir. Ana ihtiyarlamıştır, süt veremez durumdadır. Yeni bir aşılanmayla, kocayla ürüne geçecek durumda değildir. Üretilebilecek bütün çocukları üretmiş, bol besinin sütüyle beslemiştir ve artık tekrar toprağına dönmenin vaktindedir. İnsanlık ailesi için ne gerekliyse bu ana bu topraklar üretmiş ve dünyanın dört yanına başarıyla savurmuşlardır. Adem ile Havva’nın Habil’i ve Kabil’i olarak, çoban ve çiftçi olmuşlardır. Nuh’un dört oğlu olmuşlar, dört yöne ve dört ırka dağılıp yeryüzünü uygarlığa açmışlar; tarım bitkisini, evcil hayvanları, köyü, kenti, sınıfı, devleti, tanrıyı, tüm zanaatları, kutsal kitap ve peygamberleri, edebiyatı ve sanatları, müziği, mimariyi, silahı, yolu, velhasıl insanlık adına ne gerekliyse hepsini yaratmışlar, beslemişler ve her tarafa armağan etmişlerdir. Bütün bunlar yorar. Ortadoğu, doğurgan ana kültür, insanlık beşiği artık perde gerisine, belki de mezarına, kim bilir belki de renkli ve canlı yeniden bir uygarlık olarak doğuş yapmak için çekilecek, uyuyacak ve yeniden uyanacak, Rönesans’ını geçmişine layık gerçekleştirecektir.
Bir kez daha Tanrıça İnanna’nın (İlk Sümer kadın tanrıçası, ondan öncesi dağların kraliçesi Star, sonrası İştar’dır) son kez kurnaz ve hilekâr Tanrı Enki’nin huzuruna çıkıp “Verin benim me’lerimi” (uygarlığı yaratan değerler) diyerek, kendini kirletme karşılığında bu değerleri Eridu’dan alıp Uruk’a zafer havasıyla girişini acı ve öfkeyle anımsatmak çok çarpıcıdır. Kurnaz tanrılar hep çaldılar, sattılar. Kadına tümüyle kaybettirdiler. Kadına kaybettirildikçe, toplumun ilk büyük yoksullaşması bir kader gibi hükmünü icra etmeye başladı. Daha sonra insanları kullaştırdılar. Üzerinde her türlü zorbalığı, yalanla sömürüyü kutsal hak haline getirdiler. Daha sonrakiler hep bu uğursuz iki işi cilalayıp geliştirmeyi en iyi yaşama sanatı bellediler. Korkunç öldürdüler, müthiş ölüm araçlarını geliştirdiler. İnsanla yan yana, hep onlara güç veren tanrı ve tanrıçalarını azgın birer can alıcıya, intikamcıya dönüştürdüler. Dünya cennetinin yaşamını cehenneme çevirdiler. Ortadoğu böyle lanetlendi. Ülkeler böyle çoraklaştı.
Her şey hiçbir canlılığı kalmamış tanrı maskelerinin ağzından dökülen ve ruhsuz temsilcileriyle seslendirilen yasak namelerle yönetilmektedir. Önceden kararlaştırılmamış hiçbir olgu, toplum ilişkisi ve insan eylemi kalmamış gibidir. Hiçbiri yere, olguya, ilişkiye özgürce ve yenice bakılamaz. Bakışlar çoktan gözlerde dondurulmuş, sesler çoktan makaraya sarılmıştır; maskelerin anlamsız, yaşamı öldüren yasakları yürürlüktedir. Ezelden ebediyete robotlaşmış yaşam kaderciliği artık geçerlidir.
Ortadoğu’da tarih, toplumsal yaşamın tüm geliştirici güçleriyle karşıtlarının en çok boğuştukları bir zincirin halkaları gibidir. Ortaçağın ortalarında bu zincir kopmuşa benzemektedir. Yeni halka nasıl eklenip yükselecektir? Avrupa’da gelişen uygarlığı bir rakip gibi değil, bir yardımcı gibi gördüğümüzde, o duruma getirdiğimizde, önemli bir adım atılmış olacaktır. Uygarlıklar sadece birbiriyle savaşmazlar, çokça dost da olurlar. Ama onlar mutlaka, gerektiğinde beyinlerini buldozerle sürerek, yüreklerini cesur ve özgürce her şeye açarak, kendi Rönesans’ını bir kez daha tüm insanlık adına ve biraz da soy değerlerine yaraşırcasına gerçekleştirerek, çoraklaştırılmış toprakları kutsal yaşam alanlarına çevirmiş olacaklardır.
Ortadoğu aydını ve siyasetçisi sanki kendi somutunda bu çabalara denk gelen büyük mücadeleye gereksinim yokmuşçasına, ezbercilik ve teknik aktarımla ona ulaşacakmış gibi bir tutum içindedir. Sonuç ise kendi zihniyet devrimine cesaret edememek, zihinsel bağlılık, küresel kapitalizm karşısında çaresizlik, çözümsüzlüktür. Ortadoğu kaosu kendi Rönesans, reformasyon ve aydınlanmasını yaşamadan halklar lehine aşılamaz; son iki yüzyıllık Batılı cilayla makyajlanmış binlerce yıllık despotizmden kurtulamaz
Kapitalizmin doğuşu çerçevesine daha kapsamlı tanımlamalar getirmek bu nedenle zorunluluk arz etmektedir. Başarısızlıkları çokça ortaya çıkmış sağ ve sol anlayışların kapitalist toplum tanımlamalarının aşılması, yapılması gereken ilk iştir. Tabiatıyla kapitalist toplumu kapsamlı değerlendiremeyenlerin, doğru bir tarih anlayışları da gelişkin olarak ortaya çıkamaz. Bunların önerdikleri alternatif toplum biçimlerinin ise hayali olmaktan öteye gidemeyeceğini, aşırı zorlanmalarla tüm trajik ve komik gelişmelerin kaynağında yattığını belirlemek de büyük önem taşımaktadır. Trajedi ve komedi, vakti gelmemiş erken doğum ve ölümlerin en eski sanatsal ifadesidir. Özünde bunlar eksik anlayış ve zoraki uygulamalardan kaynaklanmaktadır
Kapitalist uygarlığın doğuşunda en temel ayırt edici özelliklerinin başında düşünce tarzındaki bilimsel bilgiye dayalı zihniyet yapısı gelir. İlkçağların mitolojik zihniyet yapısıyla ortaçağın dinsel ağırlıklı düşünce yapısı kapitalist çağla birlikte aşılmaya başlanır. Hem ilk, hem de ortaçağdaki felsefi düşünce tarzının önünü açtığı bilimsel düşünce tarzı bu dönemde ağırlık kazanacaktır. Bu düşünce tarzının özü, doğa ve toplum ilişkilerini dıştan bir müdahaleciye gereksinim duymadan, kendi iç yasalarıyla izah etmesine dayanır. Felsefe ile arasıdaki fark, felsefenin genel kavramlarla tüm varlıkları izah etme çabasına karşılık, bilimin sınırlı olgular alanında daha ayrıntılı ve denenebilir bir izah tarzını esas almasıdır.
Aralarında zıt özellikler bulunmasına rağmen, düşünce biçimlerinin gelişimi arasında da diyalektik bağlar mevcuttur. Animist zihniyet yapısında, tüm doğa canlı, hepsinin ruhu var sayılmaktadır. Canlı ile cansız, doğa ile toplum, insan ile hayvan arasında canlılık açısından ayrım yapılmamaktadır. Bu düşünce tarzının yol açtığı teknik, yani uygulama yöntemi büyücülük olmaktadır. Büyülerle olguların kontrol edilebileceği ve istenilen konuma getirilebileceği sanılmaktadır. Aslında toplumsal pratikte beceri ve öngörü sahibi olanların esas olduğu büyücülük sanatı ilk toplumsal önderlik konumuna da denk gelmektedir. Büyücü, en gelişkin beceri ve öngörüsü olan kişidir, dolayısıyla önderdir. Dar ve en kritik yaşam koşullarında gruptan böyle yetenekleri olan birisi olağanüstü karşılanmakta, kendisine büyük saygı ve inanç gösterilmektedir. Çünkü bunların sınırlı bir katkısı bile toplum için büyük hayatiyet arz etmektedir. Toplum bunlardan hem çok çekinmekte, hem de ihtiyaç göstermektedir. Büyücüler de toplumun bu tarz bağlanışını sezince, kendilerini ayrıcalıklı bir konuma yükseltip kurumlaştırmaktadırlar. Belki de ilk toplum kurumu büyücülüktür. Büyücülüğün diğer bir adı Şamanizm’dir. Aradaki fark, Şamanların daha gelişkin ve kurumlaşmış olmalarıdır.
Daha ileri bir toplum düzeyine erişimliyi ifade eden neolitik dönemin düşünce tarzı yarı-animist ve totemik din yapısıdır. Temel toplum birimi olan kabile daha iyi ayırt edilmekte, kabile mensubu olmanın önemi anlaşılmaktadır. Kabile içinde ananın önderlik ve yaratıcı konumu ön plana çıkmaktadır. Neolitik toplum o kadar kadın ağırlıklıdır ki, erkek adeta silinmiş gibidir. Tıpkı günümüzde kadının toplumda esas kuvvet olarak silindiği gibi…Her düzeyde ana tanrıçaya dayalı bir düşünce ve inanç yapısı gelişmekte, ilk defa ana tanrıça Sterk veya Star adı altında Verimli Hilal’de göğe yükseltilerek ölümsüzleştirilmektedir.
Sınıflı toplumu başlatan Sümerlerde temel düşünce biçimi mitoloji, yani efsane ve söylencelere dayalı bir sisteme ulaşmaktadır. Mitoloji hem toplum içinde hem de doğada en gerekli ve önemli kuvvet olarak, üretim ve diğer yaşam kaynaklarını bir tanrılar dünyası halinde yansıtmaya dayanmaktadır.
Düşünce tarzında üçüncü önemli tarihsel aşama felsefi biçimdir. Felsefe, bilgiyi sevme anlamında, doğa ve toplum olgularını daha gerçekçi tanımlama sürecine denk gelmektedir. Toplum pratiğinde mitolojik düşünce tarzı ancak bir edebiyat olarak yorumlandığında daha gerçekçi açıklama biçimlerine ihtiyaç duyulmaktadır…. Tanrılardan ciddi olarak kuşku duyulmaktadır. Bu durum, gelişen üretim pratiği ve toplum-doğa, canlı-cansız gibi temel kategoriler arasındaki farkın iyice anlaşıldığı bir zihniyet dönemini esas almaktadır.
Burada şunu da açıklayalım: Mitoloji ile din arasındaki fark, birinin yani dinin zorunlu inanç ve ibadeti içermesine karşılık, mitolojide böyle bir zorunluluğun olmamasıdır. Felsefede ise ne zorunlu inanç esastır, ne de söylence tarzı söz konusudur. Felsefe insanın zihniyet yapısına ve mantığına duygusallığın ötesinde inandırıcı, hatta kanıtlanabilir bazı özellikler taşıyan ve gönüllü olarak, bizzat düşünerek kabul gören bir düşünce tarzıdır. İnsanın zihniyet yapısına güvenmeyi, dolayısıyla insanı önemsemeyi öne çıkarmaktadır. Hümanizmin ve bireyselliğin ilk tohum halindeki yeşermesi de böylelikle felsefi düşünce tarzıyla bağlantılı olmaktadır. Felsefe bu anlamda kapitalist toplumun temel düşünce tarzının en önemli bir koşulu olmaktadır.
Felsefeyle dini ve mitolojik düşünce arasındaki çatışma geliştikçe ve bu çatışma felsefe lehine sonuçlandıkça, bilimsel düşünce tarzına doğru bir sıçramaya yol açılmaktadır. Bilimsel düşünce tarzı felsefenin izi üzerinde gelişecektir.
İlk dünyevi, laik düşünce tarzı diyebileceğimiz bu gelişmeye filozofik düşünce denilmektedir. Düşünce sahibi olarak insanı esas kılması, tapınak dışında gelişmesi, ilk defa akademi ve lise gibi okul sistemlerine yol açması ayırt edici özellikleridir. Laik okul ve eğitimin temelleri böyle atılmaktadır. Ama tümüyle mitoloji ve dinden koptuğu söylenemez.
Bilim çağına kapitalist uygarlık demek dar gelmektedir. Zaten bu, kapitalist toplumun doğurduğu bir çağ değildir. Tersine, bilimsel zihniyetin egemenlik kazanması, kapitalist uygarlığın hızlanmasına ve üstünlük kazanmasına yol açacaktır. Bilim çağını insanın zihniyet yapısının uzun toplumsal gelişme yolunda kazandığı en önemli kazanım olarak görmek gerekir. Bununla yasaları buyuran tanrıların ve onların yeryüzü temsilcilerinin dönemi kapanırken, toplumsal çağa, kuralları insanın kendisinin belirleyip yönettiği bilimsel toplum çağına adım atılmaktadır. Bu anlamda bilimsel toplum çağının başlangıcı yaşanmaktadır.
Günümüzde çokça kullanılan bilgi çağı henüz kendi toplumsal biçimini yaratmamıştır. Kaldı ki, bilimin kendisi de sürekli gelişme halinde olan bir olgudur. Bununla birlikte bilim ahlâkı henüz ilke düzeyinde bile belirlenmiş değildir. Dolayısıyla kontrolsüz bilimin mitolojik tanrılardan ve tek tanrılı dinlerin yeryüzü temsilcilerinden daha tehlikeli rejimleri doğurması imkânsız değildir. Bilime dayalı toplumsal ahlâkın uyulan esaslarından kopmuş yönetim düzenlerinin çok otoriter ve totaliter örnekler sundukları görülmüştür.
Bilimsel olmayı en çok başaran toplumların veya onların bazı kesimlerinin en güçlü konuma yükselmeleri tesadüfî değildir. Bilimsellik, güçlenmek demektir. Daha doğrusu, bilimsellik aydınlanma demektir. Aydınlanma, doğru iş yapma demektir. Doğru iş yapmak, başarmak, fazla ve kaliteli üretim yapmak demektir. Her düzeyde ekonomiden siyasete kadar kaliteli fazla üretim, güçlenmek ve öncü konuma geçmek demektir.
Avrupalı aydınlar, sanatkârlar ve din adamları 15. yüzyılda Rönesans, 16. yüzyılda dinde reformasyon, 17. yüzyılda da felsefe ve bilimde büyük aydınlanma hareketlerini başlatarak, tarihsel üçüncü büyük uygarlık çağının Avrupa kıtasını damgalarıyla yaratmasını bilmişlerdir.
Bilimin verdiği cesaretle, dogmaların hükmünden korkmadan, dünyanın sanatla daha da güzel kılınarak sevilmesi ve yaşanılır kılınması, bireyleşmeye büyük güç vermektedir. Birey olmak da daha fazla özgür düşünmeye, keyfince ve cesaretle yaşamaya, yeni sevgi ve aşka götürmektedir. Ülke kavramına ulaşma, ümmet anlayışından ulus anlayışına geçmiş ulusal devlet olma, dünyevileşme, zenginleşme, bu dünyada yaşama bağlanma, tüm güzelleştiren sanatlara değer verme Rönesans’ın yeni ideolojik kimliğinin öncelliklerindendir. Eskiden kopuş o kadar köklü ve yeni yaratıcı yaşam biçimine bağlanma o kadar güçlüdür ki, eski toplumun aşılması ve yeninin kurulması önünde engel teşkil edecek tek bir ilişki ve tek bir kurum dayanamayacak gibidir.
Birey her kölelik zincirini parçaladığında, olağanüstü bir yaşamın farkına varmaktadır. Dünyanın kendisi cennet olmaya başlamaktadır. Günahkâr ilan edilen arzular en güzel yaşam biçimlerine dönüştürülmektedir. Muazzam bir laikleşme başlamaktadır. Sanatla yaşamı güzelleştirmenin farkına varılmıştır. İlk çağın görkemli sanat eserlerinden esinlenme yeni doğuşu, Rönesans’ı mümkün kılmaktadır… Rönesans özünde doğayla kopan zihniyet bağının yeniden kurulmasıdır. Rönesans zihniyet devrimini doğanın canlılığı, üretkenliği, kutsallığı üzerinde geliştirdi. Ne varsa doğada var inancını esas aldı. Sanatla doğanının güzelliklerini daha iyi yansıttı. Bilimsel yaklaşımla doğa sınırlarının kapısını araladı. İnsanı temel alarak tüm gerçekliğiyle tanınmasını bilim ve sanatın görevlerinden saydı. Yeniçağı bu zihniyet değişikliği doğurdu. Sanıldığının aksine, kapitalist toplum bu sürecin doğal sonucu olmayıp saptırıcı ve geriletici bir rol oynadı. Geliştirilen insan sömürü yöntemlerini doğanın istismarıyla birlikte yürüttü. İnsana hakimiyet doğaya hakimiyetle bütünleşti. Tarihte doğa üzerine en yoğun saldırıyı başlattı. Doğanın hiçbir kutsallığını, canlılığını, dengesini düşünmeden istismar edilmesini devrimci rolü olarak kavradı. Daha önceki zihniyetlerde çarpık da olsa yer eden kutsallığı tümüyle dışladı. Hiçbir korku ve endişe duymadan doğa üzerinde tasarrufta bulunmayı hak belledi.
Önder Apo