ÖNDER APO
15 Ağustos Hamlesi aynı yıl çok gecikmeli, çok da becerikli olmayan ve hazırlıklarımıza cevap vermeyen bir tarzda başlatılmıştı. Eylemin kendisinden ziyade, tarihsel ve güncel anlamı önemliydi. Dolayısıyla sürece damgasını vurması kaçınılmazdı. Kendisini Kürdistan’daki klasik Kürt isyanlarını bastırmaya göre konumlandırmış olan Türk ordusu, mevcut strateji ve taktiklerle hamleyi hemen bastıracak güçte değildi. Klasik halk savaşlarının sıradan gerilla taktikleri karşısında bu ordunun çaresiz kalması kaçınılmazdı. İlk gelişmeler bunu kanıtladı. Fakat halk savaşının gerilla taktiklerinin ustaca uygulanmasını bir yana bırakalım, sıradan bir uygulaması bile yapılmıyordu. Tarihsel bir fırsat, bir hamle boşa çıkarılabilirdi. İç pratik önderlik ısrarla sorumluluk üstlenmiyordu.
Önderliğin dayatmaları karşısında kendiliğinden grup faaliyetleri havasına girilmişti. Tehlikeye ilk defa Mahsum Korkmaz dikkat çekmişti. Kendisiyle hamle sonrasında sıkı konuşmuş ve sorumluluğun gereklerini hatırlatarak yeniden ülkeye göndermiştim. Kemal Pir’in talihsiz yakalanması gibi, Mahsum’un da bana göre hala aydınlatılmayı bekleyen şahadeti hamlenin başarı şansını zayıflatıyordu. Bunun üzerine pratik önderlik konumunda olanları yanımıza çağırdık. Kendilerine o kadar öfkeliydim ki, tamamına katılma gereği duymadığım 1986 Kongresi’ni yaptırarak, birçoğunu Avrupa’ya yolladım. 1987’den 1998 yılının 9 Ekim’inde Suriye’den ayrılana kadar, korkunç ve ardı arkası kesilmeyen hamleleri bizzat hazırlayıp harekete geçirerek, dayatılan oportünizmi ve bunu çok iyi kullanan JİTEM ve kontrgerillayı boşa çıkarmaya çalıştım. Mücadelede süreklilik ve güç büyümesi sağlanmıştı. Bu çabalar kendi başına zaferi sağlayamazdı; ancak oportünizmin ve kontrgerillanın tasfiye planlarını boşa çıkarabilirdi. Öyle de oldu. 1998’in sonlarına geldiğimizde, tarihsel devrimci halk savaşı hamlemiz tasfiye edilememişti. Ama beklenen zaferin de çok gerisindeydik. Bunun iç nedenleri üzerinde kısaca durursak şunları belirtebiliriz:
a- Devrimci halk savaşı stratejisi ve taktik özellikleri daha ilk adımda bir tarafa bırakılmıştı. Benim Ortadoğu’da üslenmem, çağdaş Kürdistan tarihinde belki de ilk defa devrimci halk savaşının stratejik bir gereksinimini karşılar nitelikteydi. Üstlendiğim denge durumu üzerimde herhangi bir dayatmaya imkân tanımıyor; halk savaşından taviz vermeye değil, desteklemeye elverişli konum ve koşulları taşıyordu. Çok önemli stratejik bir konum sağlanmıştı. Halk savaşının geliştirilmesi için hem stratejik ilişkilerin kurulması, hem de özellikle eğitim ve lojistik alanında taktik desteklerin sağlanması açısından koşullar çok uygundu. Bu koşulların sonuna kadar değerlendirilmesi doğru bir yaklaşım olacak ve tarihsel anlam taşıyacaktı. Ülke içindeki ister eski ister yeni taşınmış grupların yapmaları gereken şey, aynı rolü üstlenecek bir karargâh geliştirmek değildi. Boşuna ve hazırlıkları boşa çıkaran bir çaba olacaktı bu. Lolan, Xakûrke, Gare, Zap, Metina vb. alanlardaki kamplar Bekaa’nın rolünü oynayamazlardı; ancak taktik destek rolünü oynayabilirlerdi. Buna ne güçleri ne de gereksinimleri vardı. Ayrıca İran ve Irak arasındaki savaştan yararlanılabilirdi. Aynı şekilde YNK ile KDP’nin çatışmaları da doğru temelde ele alınabilir, devrimci savaşın strateji ve taktiklerine uygun olarak değerlendirilip yararlanılabilirdi. Oportünizm kendisini öncelikle bu ilişkilerde gösterdi. Bekaa’daki pozisyonu taklit etmekten, hem de çok geriden ve çok yetersizce taklit etmekten başka bir şey yapmadı. Güçlerimiz objektif olarak İran’ın, Irak’ın, YNK ve KDP’nin yedeğine sokuldu.
Aslında hepsi de devrimci halk savaşı lehine kullanılabilecek ve büyük gelişmelere yol açabilecek olan bu güçlerle ilişkiler, sağ sapmanın güçlerimiz üzerindeki etkisini güçlendirdi. Güçlerimiz gırtlağına kadar hiç beklemediğim bir sorumsuzluk içine girdiler. Bir yandan uyduluk türü ilişkiler, diğer yandan başına buyruk sorumsuz ilişkiler her tarafı sardı. Lolan Karargâhı Bekaa’daki tarihsel çalışmayı hiçe sayarcasına tarihi kendisinden başlatma sevdasına düşerken, Kuzey Kürdistan’a yollanan gruplar ahbap çavuşluğun ötesinde ilişki geliştirmeyi akıl edemiyorlardı. Birçok militan KDP’nin eski kontrgerillacı unsurlarının eliyle katledildiği halde tedbir geliştirdikleri yoktu. Rahatlıkla hem Güney’de hem de Kuzey Kürdistan’da kendilerini çığ gibi geliştirebilecek gerilla birlikleri, kendinden geçmiş ahbap çavuş veya avare-asi gruplarına dönüşmüştü. Ancak kendilerini besleyebilecek ilişkiler geliştirebiliyorlardı. Çoğu da oyuna gelip avlanıyordu. KDP ile YNK arasındaki çatışmalı durumda devrimci inisiyatif geliştirip tarihsel adım atmak mümkünken, halkı bu güçlerin kontrollerinden çıkarıp özgürlük savaşına yöneltmek ve olası katliamlara karşı hazırlamak rahatlıkla başarılabilecekken, arabuluculuk yapma adı altında kendilerini boşa çıkarıyorlar, Mehmet Karasungur’un şahadetinde görüldüğü gibi stratejik darbe yiyorlardı. 1990’lara kadar bu tür ilişkilerle tarihsel bir fırsat sadece değerlendirilmemekle kalmıyor, daha da vahimi sağa yatırılıyordu. 15 Ağustos Hamlesi onlarca kat daha etkili biçimde gerçekleştirilebilecekken, hem gecikmeli hem de dostlar alışverişte görsün kabilinden baştan savma bir uygulama olarak devreye sokuluyordu.
Daha iç bölgelerde, başta Botan olmak üzere tüm Kuzey Kürdistan’da geliştirilen uyduruk karargâh düzeni, üçüncü
versiyon olarak kendini tekrarlıyordu. Başta harcanan bin bir emek ve tarihsel çabalarla hazırlanıp kendilerine ulaştırılan eşsiz gerilla adayları olmak üzere, lojistik olanaklar ve halkın çok değerli destekleri üzerinde en aşağılık ‘savaş ağalığı’ hesaplarını kurguluyorlardı. Her sözde üst komutan bir yandan kendisi için en üst düzey komuta hesapları yaparken, diğer yandan benzer konumda olanların ayağını kaydırmaya çalışıyordu. Tüm sorun “En etkili kim olacak?” sorusuna indirgenmişti. Birçoğu rüyasında bile göremeyeceği çok geniş araç gereç, ilişki ve para üzerinde egoist hesaplarını hayata geçirmekle uğraşıyordu. Zincirinden boşalmış, kökü yüzyıllar öncesine dayanan aşağılık komplekslerine meydan açıyordu. Zirve yapabilecek bir halk savaşı deneyimi bu hesaplar nedeniyle neredeyse boşa çıkacaktı. Çok değerli, dürüst, cesur ve fedakâr gerilla adayları bu tür alçaklıklar, sorumsuzluklar ve yerine getirilmeyen sorumlulukların kurbanı olacaktı. Halk da giderek koruculaştırılacak ve kontrgerillanın etkisine girecek, girmenin de ötesinde adeta peşkeş çekilip kontrollerine terk edilecekti. Bütün gruplar, ilişkiler, paralar, araç gereçler sahte komutanlar ve hempalarını beslemek ve korumak için seferber edilecekti. Yukarıdan başlatılan sağ sapma en alt birim sorumlusuna kadar böylesine zincirleme yansıtılacaktı. Tüm uyarılarımız ve eleştirilerimiz bu zihniyet ve uygulayıcıları tarafından boşa çıkarılacaktı. Daha sonraları neredeyse her bölgede ortaya çıkan ‘Dörtler’, ‘Üçler’, ‘Tekler’ çeteci anlayışları bir günde oluşmadı. 2002-2004’te sayıları bini aşan hainlerin sürüler halinde kaçışında daha başından yaşanan sağ sapmanın belirgin payı vardır.
b- Komuta ve örgütlenme alanında bu tür örneklerle kendini iyice açığa vuran sağ sapmacı anlayışın savaş tarzına yansıması çok daha tahripkâr oldu. Bu anlayışın temsilcileri halk savaşını geliştireceklerine, kendi konumlarını korumanın ajanlıktan beter en iğrenç biçimlerine sevdalandılar. Bu temelde en değerli gerilla adaylarını hiç anlamı olmayan eylemlerle harcarken, gerillayı geliştirebilecek dürüst komuta adaylarını da arkadan vuracak kadar alçaklaştılar. Özellikle Dörtlü Çete (Şemdin Sakık, Şahin Baliç, Halil Kaya-Kör Cemal ve Cemil Işık-Hogır) bu konuda tam uzman kesildi. Çetenin elebaşları “Ajanları tespit ediyoruz” adı altında yaptırdıkları işkenceli sorgulamalarda büyük ihtimalle yüzlerce dürüst yoldaşın katledilmesine yol açtılar. Terzi Cemal (Ali Ömürcan) ve Doktor Süleyman (Sait Çürükkaya) gibi kaçkın birçok elebaşı, kadro ve savaşçı yeme makinesine dönüştü. Tüm olumlu ve ışık saçan özellikleri birer kara delik gibi yuttular. Halk savaşını geliştirmek yerine, en değme kontrgerilla elemanlarına taş çıkartacak şekilde bu savaşı önlemeye çalışan unsurlar haline geldiler. Bunların ezici çoğunluğunun ajan olduğunu sanmıyorum. İçlerinde tek tük ajan olabilir. Büyük kısmının çeteci pratiklerinin psiko-kültürel etkilerden kaynaklandığı, sağ sapmanın, yetmez devrimciliğin ve yerine getirilmeyen sorumluluk anlayışının sonucu olarak geliştiği kanısındayım.
Kendi sorumluluk sahamda da aynı veya benzer çok sayıda unsur olduğu halde, yeterli devrimcilik ve sorumluluk anlayışım en azından bunların günübirlik tahribatlarını önlüyordu. Ortaya çıkan halk ya da gerilla savaşı değil, ilkel çeteci anlayış ve uygulamalardı. Tasfiyeyi dış bir odağa bağlı olmaksızın, kendi kendilerine uyguluyorlardı. Yaptırdıkları birkaç eylemi örgüt karşısında kendilerini savunma gerekçesi haline getirmişlerdi. Kaldı ki, şahsi paylarının bulunmadığı bu eylemleri en fedakâr ve cesur gerilla adaylarını kullanıp harcayarak gerçekleştiriyorlardı. Her biri kendi şahsını koruyacak ve iğrenç dürtülerini tatmin edecek şebekeler oluşturmuştu. Buna dokunan yanıyordu. Müdahale için görevlendirdiğimiz güçler, örneğin Harun (Hüseyin Özbey) arkadaş ve grubunun Sason’da imhasında olduğu gibi, yarı yolda imha oluyordu. Yaşananlar ulusal kurtuluş savaşı olmaktan çıkmış, kişiler şahsında ilkel sınıf, aile ve kişiler arası çıkar savaşı veya kavgasına dönüşmüştü. Özgürlük ortamı ve şansı böyle tüketiliyordu. Şüphesiz kontra etkilemeleri, sızmaları ve tahrikleri vardı, fakat belirleyici değildi. Belirleyici olan, devrimci halk partisinin savaş ve yaşam tarzını sabote edip, kendi bencil sınıfsal ve şahsi çıkarlarını tatmin etmek, önderliği er veya geç ele geçirme hesapları yapmaktı. Fırsatın ellerine geçtiğini sanıyorlar, bu fırsatı sınıfsal ve ailevi kimlikleri için sonuna kadar kullanmaktan çekinmiyorlardı.
Karşıt unsurlardan sağ sapma içindekilerin uygulama gücünü göstermediği kolektif önderliğe göz dikmeleri, yoldaşça yaşam ve savaş tarzının canına okumaları beklenebilirdi. Olan da buydu. Devrimler tarihinin de hep doğruladığı gibi zamanında, yetkince ve doğru olarak doldurulamayan politik ve örgütsel alanlardaki boşluklar devrim karşıtlarınca, hem de devrim saflarında en keskin lafazanlıklar ve maskeleyici tutumlarla doldurulacaktı. Devrimlerin bu kuralı gerçekleşiyordu. Kürdistan’da tasfiye olan karşıdevrimci unsurlar ve gruplar, bunların arkasındaki işbirlikçi sınıf eğilimleri ve kişilikleri PKK saflarında yeniden dirilip özgür Kürtlükten intikam alıyorlardı. Kürt kimliğinde bu tür unsurlar tarihseldir, üst tabakanın derinlerine kazınmışlardır, fırsatçı ve haindirler. En beklenmedik ortamlarda, mekân ve zaman koşullarında marifetlerini sergilemekten çekinmezler. Yeter ki o an çıkarları için elverişli olsun, mekân buna fırsat tanısın. Bunların maskesini düşürmek için daha 1980’lerin başında kapsamlı kişilik, kimlik ve sınıf çözümlemeleri yaptım, ama başarısı sınırlı oldu. Aynı unsurlar bu çözümlemelerin hayata geçirilmemesi için kendilerince her türlü tedbiri alıyorlardı. Yine yaptığım çözümlemeleri eğitimlerde yeterince kullanmama, kendilerinde tutma, saklama ve kaybetme sıkça başvurdukları belli başlı yöntemlerdi.
c- Devrimci halk savaşı halkın savaşı olmaktan çıkarılmış, halka karşı güç kullanma ve üstünlük kurma savaşına dönüştürülmüştü. Başarılı bir halk savaşı için yeterli olan halk desteği inanılmaz provokatif yöntemlerle tersine çevrilmiş, çoğu kesim çareyi kontra güçlere sığınmakta bulmuştu. Rahatlıkla kendi öz savaşları doğrultusunda bilinçlendirilip örgütlendirilebilecek ve gerilla ordusuna dönüştürebilecek halktan insanlar, doğru eğitim ve örgütlenme biçimleriyle eğitilip örgütlendirilmemişler, sadece erzak için başvurulan kaynaklara dönüştürülmüşlerdi. Bunu fırsat bilen kontrgerilla elemanları, bazı korkunç cinayetleri de devreye sokup, halkı hızla kendilerine sığınmaya mecbur etmişlerdir. Direnen binlerce köyü ve milyonlarca köylüyü her şeylerine el koyarak aç sefil yollara düşürüp metropollere göç ettirmişlerdir. Tarihin en büyük halkı tasfiye etme hareketlerinden birini gerçekleştirmişlerdir. On bini aşkın cinayet işlemişlerdir. Halkın malına el koymuşlar ve namusuna göz dikmişlerdir.
Gerilla yönetimi, sağ sapma içinde bulunan kişilikler ve onlardan da beter biçimde ilkel kalmış egolarını tatmin etmekten öteye gidememiş köylü kurnazları ve küçük-burjuva şarlatanlar birer soykırım olan bu uygulamaları seyretmişler, hatta yetmez ve yanlış pratikleriyle bu uygulamalarda bulunanlara en büyük desteği sağlamışlardır. Tarih kendi halkına karşı bu denli duyarsız ve onursuz davranan ve halkın yaşadığı soykırım uygulamaları karşısında zavallı kalan çok az örnek tanımıştır. Tutarlı, yeterli ve anında devrimci taktik belirleyebilen birkaç gerilla grubu olsaydı, bu süreçte rahatlıkla sayısı elli bini bulan bir gerilla ordusu yaratılabilirdi. Ancak bu işi yapması gerekenler soykırım sürecine sokulan halka ellerini bile uzatmadılar. Görülmemiş işkence, gasp ve tecavüzlere karşı misilleme hareketleri bile geliştirilemedi. Gerillaya katılım için gelen yüzlerce genç yollarda imha olmaya terk edildi. Kendilerini koruyacak ve besleyecek güç dışında her şeye adeta ihanet edildi, ilgi gösterilmedi. Hâlbuki sağ sapmanın da kendine göre ölçüleri vardır. Oysa ortaya çıkan gerçeklik, sorumsuz, kendini yitirmiş, ya umutsuzluktan ya da kendine sevdalılıktan tanınmaz hale gelmiş, hiçbir anlayışa sığmayan pratiklerin sahibi olan kişiliklerin gerçeğiydi. Bunlar son tahlilde imha ve inkâr kültürünün kusmukları durumundaydılar. Hastalık daha derinlerdeydi, dolayısıyla tedavi yöntemlerinin de köktenci olmasını gerektiriyordu.
d- Gerilla taktikleri bir yana bırakılmıştı. Gerilla güçleri en muhkem ve saldırılması en zor bir karakola Donkişotvari saldırarak anlamsız onlarca kayıp verirken, az kayıpla azami sonuç alabilecekleri eylem biçimlerini geliştirmeyi akıllarına bile getirmiyorlardı. Hiçbir planlı halk savaşı taktiğini geliştiremediler. Karşı taraf ne yapacaklarını çok önceden çözerek ona göre tedbir geliştirirken, gerillanın esas avantajı olan ‘nerede, nasıl ve ne zaman vuracağı belli olmayan’ tarzını bırakıp tersini uyguluyorlardı. Saldırı ve savunma taktiklerinin tersi neyse o yapılıyordu. Yersiz ve zamansız koşullarda ileri atılma ve geri çekilmenin en anlamsız ve en tehlikeli biçimleri deneniyordu. Çok başarılı olabilecek ileri atılma ve geri çekilme biçimleri düşünülmek bile istenmiyordu. Yaşanan, objektif olarak kontrgerillacılıktı. Bu yapılanlar, eski kadroların gerilla alanlarından çekilmesi sonrasında, 1987 yılından itibaren örgüt yapısını ele geçirdiklerini sanan sözde yeni kadronun iflah olmaz unsurlarının marifetleriydi. Bunlar sağ sapmadan da öteye, tam bir laçkalık ve sorumsuzluk örneği sergilediler. Örgütsel bağ diye bir bağı akıllarına bile getirmediler. Tüm hünerleri kendi kontrolleri dışında tek bir kişi bırakmamaktı. Beni bile kontrol altına almak, bu da olmazsa tasfiye etmek için akla hayale gelmeyecek planlar peşinde koştular. PKK’yi ele geçirmek, peşinde koştukları tek amaç haline gelmişti. PKK’yi ele geçirip ne yapacaklardı? Tasfiyeyi tamamlayıp ellerine geçirdikleriyle, birer kadını veya erkeği kollarına takıp Güney Kürdistan yönetimine veya İran devletine sığınacaklar, o da yetmezse Avrupa’ya kapağı atıp hayal hanelerindeki en aşağılık yaşam güdülerini tatmin edeceklerdi. 2002-2004 tasfiyeciliği bu gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur.
Listeyi ana maddeler halinde daha da uzatmak mümkündür. Göstermek istediğim, halk savaşı adına nelerin yapıldığıdır. Ben parti ideolojisinde ulus-devletçilik konusunda muğlâklığın yaşandığı bu dönemi değerlendirirken, halk savaşı stratejisinin doğruluğuna ve sonuç alacağına dair inancımı hâlâ korumaktayım. Devrimci halk savaşı bu dönemin tek doğru stratejisiydi. Diğer yöntemler soykırıma hizmet etmekten öteye rol oynayamazlardı. Temel taktik adımlar da genel olarak doğruydu. Ortadoğu’da üslenme, eğitim yapma ve lojistik donanım sağlama, ülkeye geçiş, geçici üs alanlarında hazırlık ve bu amaçlarla taktik ilişkiler kurma doğru ve yeterliydi. Olmayan şey, pratik önderlik ve sıradan gerilla taktiklerini uygulama niyetiydi. Uygulama ustalığı demiyorum, çünkü bir eşkıya bile olsa, mevcut güçle çok daha ileri düzeyde bir başarı sağlayabilirdi. Yıllarca bu duruma düşmenin nedenlerini çözmeye çalıştım. Sonuçlarını ve tasfiyeci etkilerini önlemek için aynı büyüklükte çabalar harcadım, harcadık. Kusur halkla ilişkilerde değildi; halkın desteği başarılı bir savaş için yeterliydi. Kadro ve savaşçı eksikliği de söz konusu değildi. Bunlar da fazlasıyla mevcuttu. Araç gereç donanımı, lojistik, iç ve dış üslenme alanları fazlasıyla yeterli ve elverişliydi. Sadece benim 1980’den1998’in sonlarına kadar her yıl, her yılda neredeyse her ay yaptığım kadro ve savaşçı aktarımı toplam on beş binden aşağı değildi. Hepsinin araç gereç ve mali donanımları fazlasıyla sağlandı. En ağır sorumlulukları üzerimize alarak, büyük kısmını büyük zorluklar pahasına üs alanlarına ulaştırdık. Sorun ve saplantılar, ihanetler ondan sonra dayatıldı. Eldeki tüm göstergeler, kendine sevdalanma, sapma ve ihanetler yaşanmasaydı, ulusal bağımsızlık tam gerçekleşmese bile, uygun bir çözüme rahatlıkla varılabileceğini ortaya koymaktadır. Yürüttüğümüz çalışmalar bunu fazlasıyla hak etmişti.
Bu konuda halen kendimi yargılamaktayım; eksikliklerim ve yanlışlıklarım neydi diye yoğunlaşmamı sürdürmekteyim. Sıkça kendime sorduğum diğer bir soru da, “Acaba pratik önderliği, yani ülke içi önderliği de bizzat üstlenmeli miydim?” biçimindedir. Bu soruya halen kolay cevap veremiyorum. Hatta iç önderlik akıl almaz dayatmalarıyla beni ülke içine çekmeye çalışıyor, böylece bilerek veya bilmeyerek objektif anlamda tasfiye edilmeme ortam hazırlıyordu diye düşünceler de ileri sürebilmekteyim. Çünkü dışarıdaki varlığım birçoklarının kariyer ve tasfiye hesaplarını bozuyordu. Bunun için kendilerini çalışmalara asgari düzeyde katmadılar diye düşünmeden de edemiyorum. Ortadoğu’da kalış tarzım hem örgüt içinde hem de dışında birçok kişi, güç ve hatta devletin hesabını bozuyordu. Örgüt içindeki güçlerin buna tepkisi, görevlerini asgari düzeyde bile yerine getirmeyip boşa çıkarma biçimindeydi. Tüm kadro yapısını ve iç önderliğin hepsini suçlamıyorum. Büyük bir kısmının dürüstlüğünden kuşku duyulamaz. Kadro ve savaşçıların ezici çoğunluğunun büyük cesaret ve fedakârlıkla sergiledikleri çabalar elbette tarihseldir ve tartışma dışıdır, dil bile uzatılamaz. Zaten kazanım adına ne varsa bu değerli çabaların sonucudur. Sorun bu unsurların ortaya çıkan bunca yetersizliğe ve ihanete kadar varan gidişata neden dur diyemediğidir. Bunda rol oynayan ideolojik ve politik yetersizlikleri çok eleştirildi. Neden bunca yıl bu yetersizliklerini gideremedikleri sorgulanmaktadır. Ülke zemininde de olsaydım, bu konuda fazla yapacak bir şeyim yoktu. Kaldı ki, dışarıdan daha çok destek olabiliyordum. Gerekli materyaller yazılı ve sözlü (telsiz konuşmaları) olarak daimi hizmetlerindeydi. O halde sorun ülke içinde olmayışımdan kaynaklanmıyordu. Dış etkenlerin bundaki rolünü ana başlıklar halinde belirteceğim, ama belirleyici olan iç etkenlerdir.
Eğer demokratik siyaset temelinde bir çözüm gelişmezse, devrimci halk savaşı stratejisinin kimlik ve özgürlüğü kazanmanın temel aracı olarak denenmek zorunda olduğuna ilişkin inancımı halen korumaktayım. Çözümün demokratik siyasetle gerçekleşebileceğine inanmaktayım. Bunun için gerekli tek şart Türkiye, Suriye ve İran hükümetlerinin (iktidarın belirleyici güçlerinin) siyaseten çözüm iradesi göstermeleridir. Aksi halde gündeme girecek olan, eski ama yeniliğini halen koruyan devrimci halk eylemi ve bunun en gelişmiş biçimi olan devrimci halk savaşıdır. Geçmişte sıradan taktiklerle denendiğinde başarısını kanıtlayan devrimci halk savaşının bunca tecrübeden sonra sonuç almaması düşünülemez. Soykırımlar uygulansa bile sonuç değişmez. Bunca teşhir ve tecritten sonra, mevcut kültürel soykırım yöntemlerinin sürdürülmesi beklenemez. Bu yöntemlerde ısrar eden güçler olacaktır, ama öyle olsa bile sonuç daha da olumsuz biçimde aleyhlerine olmaktan öteye gitmez. Burada asıl sorun, yine eskiden başarılmayan halk savaşının gereklerini doğru ve yeterli biçimde yerine getirmektir